RSS

İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (001-027) (3)

13 Mar

231

Euzübillahimineşşeytanirracim,

Bismillahirrahmanirrahim

 

Değerli dostlar bugün tefsir dersimizde Bakara suresine başlayacağız.

Bakara suresi adını, sure içinde yer alan 67.ncü ve 73. ncü ayetler arasında aktarılan İsrail oğulları ile ilgili bir olaydan almakta. Bakara İnek anlamına geliyor. İnşallah ilgili ayetlere gelince bu sureye adını veren olayı birlikte işleyeceğiz.

Bakara suresinin indirildiği zaman, hemen surenin tamamı hicretten sonraki ilk iki yılda indirilmiştir. Bu, Sureyi anlamamız için sürekli göz önünde tutmamız gereken bir olgu. Çünkü ayetlerin indiği toplum, yani Kur’an ın ilk muhatabı olan insanlar elbette ki Kur’an ın iniş sürecinde ciddi bir biçimde yer almaktalar. Onun için de ayetleri iyi anlamak için; Ayetlerin ilk muhataplarının yaşamlarını, hayat tarzlarını, taleplerini arzularını, hatalarını yanılgılarını, yine ayetlerin ilk muhatabı olan toplumun yapısını, o toplumun sosyal taleplerini, o toplumun akidevi, inanca müteallik yapısını iyi bilmemiz gerekiyor.

Onun içinde bu surenin indiği zamanını hicretten sonraki ilk iki yıl olarak vurgulamam çok büyük önem arz etmekte. Tabii ki surenin son ayetleri nübüvvetin son yılında nazil olmuştur. Yani hicretten sonra ilk iki yılda nazil oldu derken biz surenin kahir ekseriyetinin hicretten sonraki ilk iki yılda nazil olduğunu söylemiş oluyoruz. Hatta bu sure de yer alan 281. ayetin son inen ayet olduğu yolunda da görüşler var.

Surenin önceki sure ile teması konusunda da bir şeyler söylemem gerekirse; Fatiha suresi, bakara suresi ile ciddi bir biçimde ilişkili. Bu surenin Kur’an ın tedvininde Fatiha suresinden sonra yer almış olması tesadüfi değildir. Hatırlayacaksınız Fatiha da; “İhdinas sıratal müstekıym.” Bizi dosdoğru yola ilet. Bize dosdoğru yola kılavuzluk et diye dua ederken, Bakara suresinde adeta bu duaya cevap verilircesine:

Elif lam mim zalikel kitab.” İşte bu kitap Zalikel kitabü la raybe fıh” Kendisinde kuşku olmayan bu kitap, hüdel lil müttekıyn.”Allah bilincine ulaşanlar için bir hidayettir. Bir kılavuz bir rehberdir. Yani siz fatiha da Allah’tan; Bir kılavuz, bir rehber istiyorsunuz, sizi doğru yola yönlendirecek, Allah’ta size duanızı kabul edip; Al işte bu kitap senin arzu ettiğin, senin benden istediğin rehberdir. Kılavuzdur buyuruyor.

Tabii fatiha ile bakara arasındaki ilişki sadece bununla sınırlı değil, yine hatırlayacaksınız fatiha suresi tefsirinden, Fatihanın son ayetini Peygamberimiz;

“ğayril mağdubi aleyhim ve lad dallin.”

Kendilerine gazaplanılanlardan ve sapıtanların yolundan götürme bizi. Duasında kendilerine gazaplanılanlar yani gazaba uğrayanları Yahudileşen İsrail oğulları, sapıtanları da Hıristiyanlaşan Hz. İsa Ümmeti olarak tefsir etmiştik.

İşte Resulallah’ın bu tefsiri bakara suresinde olabildiğince açılacak. Bu surede yaklaşık 120 ayet İsrail oğullarının nasıl Yahudileştiğini anlatacak. Onun için de bakara suresi adeta fatihanın bir tefsiri niteliğinde. Sadece o kadar değil, aslında bakara suresi Kur’an ın bir fihristi niteliğinde.

Hazır söz buraya gelmişken surenin muhtevası konusunda da birkaç söz söylemem gerekiyor. Bakara suresi girişinde inanç kategorilerini ele alarak başlar. Müminler hakkında 5 ayet, Kafirler hakkında 2 ayet, ve onun ardından 14 ayetle de münafıkları işler. Yani bu sure önce mümini ve imanı, ardından kafiri ve küfrü, onun ardından da nifakı ve münafıkı, iki yüzlüyü tanımlayarak girer.

Bu tanımların ardından insan oğlunun serüvenine geçilir. Yaklaşık üç milyon yıllık insanlığın yürüyüş destanı nasıl başladı, biz bunun cevabını sadece Allah’tan alabilirdik. İşte o cevap sadedinde bakara da insanoğlunun, insanlaşma sürecinde ve Adem ile başlayan şuurlu ve iradeli bir varlık olarak yeryüzünde halifeliğe, kendisinden önceki ya da Allah’ın halifeliğine soyunan bir varlık olarak insanoğlunun yeryüzünde ki Çıkış ve yeryüzünde insanlık görevini üstleniş hikayesini biz bakara suresinden ilk olarak dinliyoruz, öğreniyoruz.

Onun ardından sözü bakara suresi, İsrail oğullarına getirir ve İsrail oğullarını adeta bu ümmete ibret vesikası olarak ta takdim eder. Bununla şunu söyler. Yani bu surenin belkemiğini zaten bu hadise oluşturur. İsrail oğullarının Yahudileşme serüveni. Bununla bu ümmete şu mesaj verilmek istenir;

“Ey Muhammed ümmeti, dikkat edin sizi bekleyen en büyük tehlike Yahudileşmektir. Nasıl sizden önce insanlığa vahyi taşıma görevini Allah İsrail oğullarına yüklemişse, şimdi de Muhammed ümmetine yükledi. Musa ümmeti vahyi taşıma görevine ihanet etti. Bu ihanetinin cezası olarak ta gazaba uğradı ve Yahudileşti. Ey Muhammed ümmeti eğer sen de tıpkı İsrail oğulları gibi, tıpkı Musa ümmeti gibi vahyi taşına görevine ihanet edersen, vahye ihanet edersen senin de sonun onlara benzer.” Yani sen de gazaba uğrarsın mesajı verilmek isteniyordu.

Yine bu sure de 3 semavi dinin adeta asılları olan peygambere ve Kâbeye ve kıbleye dikkat çekilir.

Bu surenin verdiği mesajlardan biri de tüm semavi din mensuplarının, Allah’ın koyduğu semboller etrafında birleşmesidir. Bu sembollerin başında İbrahim Peygamber gelmektedir. Ki 3 semavi dinde kendisini bu peygambere nispet eder.

Yine Allah semavi din mensuplarının tümüne adeta İbrahim peygamberin eli ile yapılan Kabe’yi merkez olarak gösterir. Bu surenin sonlarına doğru işlenen kıble meselesinde verilemek istenen mesaj şudur.;

Ey Yahudiler, Siz İbrahim Peygambere sahip çıktığınız halde, onu büyük atanız olarak tanıdığınız halde niçin Kabe’ye ihanet ediyorsunuz. Niçin Kabe’nin Rabbinin gösterdiği istikameti kabul etmek istemiyorsunuz? Niçin Muhammed A.S. ın Kıblesini Kabe’ye döndürmesine itiraz ediyorsunuz?

İşte bununla verilmek istenen mesaj tüm semavi din mensuplarına Allah’ın gösterdiği semboller etrafında birleşme çağrısıdır.

Bu sure son olarak hepinizin yakından bildiği “Amenerresulü” ile tamamlanır. Son iki ayetinde adeta seslendiği, çağırdığı tüm insanlık kesimlerine, Allah’ın rahmetini, Allah’ın mağfiretini, bağışını müjdeler. Böylece mesajını tamamlar. Bu açıklamadan sonra ben sureyi tefsire geçiyorum.

 

 

Bismillahirrahmanirrahim”

“Varlığımı da oluşturup ismi Allah olan rahmandır, rahiymdir” ki onun nâmınadır eylemim. (A.Hulusi)

“Rahman, Rahim olan Allah’ın adıyla”(elmalı.)

 

1 – “Elif lam mim.”

Eliif, Lâââm, Miiiym. (A.Hulusi)

1 – Elif, Lâm, Mîm. (Elmalı)

 

Elif lam mim Bu 3 harf hurufu mukadda’dır. Yani müstakil harfler. Bu böyle okunmuştur peygamberimiz tarafından, biz de böyle okuyoruz. Bu tür harfler Kur’an da 29 surenin başında gelir. Bu harflerin toplamı, tamamı yani 14 harften oluşmuştur. Hurufu mukadda Arap alfabesinin yarısına denktir. Yani 28 harfli Arap alfabesinin yarısı olan 14 rakamına denk bir biçimde tüm mukadda harfleri 14 harften oluşur. Yine Hurufu Mukadda’yı oluşturan harfler, birli ile beşli arasında değişir. Ya birlidir ya ikilidir, Birlidir “Nun,”Gaf” gibi, İkilidir, Ha mim” , Taha”,Yasin” gibi. Bazen üçlüdür; “Elif lam mim.” Gibi. Dörtlüdür beşlidir.

Bu Arap dilinin yapısına da göndermedir aynı zamanda. Çünkü Arap dilini oluşturan tüm kelimeler de bir ile beş arasında ki harflerden müteşekkildir. Ya 1, ya, 2, ya 3, ya 4, ya 5 lidir. Altı harfli bir kelime bulunmaz Arap dilinin yapısında. Dolayısıyla buradan da oraya bir gönderme vardır.

Bu harflerin anlamı konusunda tüm müfessirler arasında çok uzun yorumlar yapılmış ve tartışmalar olmuş. Haddi zatında asrı saadette bu harflerin anlamı olarak ne söylenmiş diye sorulacak olursa, peygamberimizden bu harflerle ilgili bir rivayet göremiyoruz. Sahabeden gelen rivayetlerde farklı. Hz. Ebu Bekir’den gelen rivayette; “Her kitabın bir sırrı var, Kur’an ın sırrı da Hurufu mukaddadır.” Diyor.

Yine Hz. Ali’den buna benzer bir rivayet var. Diğer iki halife Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan da buna benzer bir görüş aktarıldığı iletiliyor müfessirler tarafından.

Yine sahabet sonrası dönemde, bu harflerin ne anlama geldiği üzerinde çok fazla yorum yapılmamış. Ancak hicri 2. y.y. dan sonra tefsir ilminin artık müstakil bir disiplin olarak tedvin edilmesiyle bu harfler üzerindeki spekülasyonlar da artmış, Örneğin Taberi de bunu görüyoruz. Taberi tefsirinde bu harflerle ilgili sayfalar dolusu uzun yorumlar aktarır. Hatta Resulallah döneminde bu harflerin Yahudiler tarafından rakam sistemli bir okunuşa tabi tutulduğu söylenir. Ki Yahudilerin geleneğinde böyle bir sistem vardır. Ebcet hesabı diye bilinen hesap ta, işte rakam sistemli harflere dayanır. Ama böyle bir gelenek Araplarda bulunmamaktadır. İslam da da bulunmamaktadır. Bu kadim bir Yahudi geleneğidir. Rakam sistemli harf kullanma geleneği. Onun için kendi geleneklerine uygun olarak manasını anlayamadıkları bu harfleri Yahudiler, Rakam sistemli harf olarak okumaya çalışmışlar ve hatta bundan yola çıkarak bu ümmetin ömrünü tespit etmeye kalkmışlar. Tabiî ki Rasulullah tarafından olsun, sahabe tarafından olsun Yahudilerin bu girişimi onaylanmamış.

Rakam sistemli Harflerde Elif, 1 e tekabül eder, Lam, 30 a, Mim, 40 a. Yani böyle bir hesaplama ile bu ümmetin ömrünü bulmaya çalışmışlar. Tüm Hurufu mukadda dan. Tabii bunun yanlış olduğu bugünden geriye doğru bakınca, ayan beyan açık bir biçimde gözüküyor.

Yine bu harfler bazı yorumcular tarafından özel manalara geldiği, “Elif”,lam” ve mim” in birer şifre olduğu yolunda değerlendirilmiş ki Bu da doğru değil çünkü bunu doğrulayacak sahih bir rivayet aktarılmamaktadır. Mesela Elif, Lam, Mim” i; En Allah u Alem biçiminde tefsir edenler olmuş lakin bu yorum hep ayakları havada kalmıştır.

Yine bu harflerin, böyle bir sistemin Arap dilinde daha önce kullanıldığını göremiyoruz. Gerçi Taberi tefsir kitabında bir çok şiir almış. Arap dilinde bunların daha önce kullanıldığını ispat için ama hiçbiri bunu ispat için yeterli delil olamamakta ne yazık ki. Çünkü gösterdiği delillerin hiç birisinde şahit olarak getirdiği şiirlerin hiç birisinde böyle bir kullanım görülmemektedir. Bizde ki Hüseyin’e hüso, Abdullah’a apo, Mehmet’e memo denildiği gibi Araplarda da; Salihe, sal, Haris’e hari, denildiğini göstermiş delil olarak ki bununla hurufu mukadda arasında hiçbir ilişki göremiyorum ben.

Yine Ya Zeyd gıf”, Ey Zeyd dur, sözünü Arapların Ya Zeyd Gaf” biçiminde de söylediklerini delil göstermiş ki, Yani Gıf”,“Dur” kelimesinin ilk harfinin alarak söylendiğini, bu da buna delalet etmez. Yani Hurufu Mukadda’yı açıklayan şeyler değildir.

Peki nedir bunlar? En ciddiye alacağımız iki görüş var. Birincisi Hz. Ebu Bekir’den biraz önce naklettiğim görüş ki o görüş; “Her kitabın bir sırrı vardır, bu da Kur’an ın sırrıdır.”           

Dikkat edin müteşabihi değil, bendeniz müteşabih olarak görmüyorum. Çünkü Müteşabih; mecaz olandır. Yani içinde teşbih olandır. Bu harfler manası tamamıyla bilinmeyen harfler olması hesabiyle müteşabih değil, Hz. Ebu Bekir’in ifade ettiği gibi sırdır.

Ama ondan da önemli olan ikinci bir görüş var ki; Bu görüş Başta Şabi, Katade, Zemahşeri, İbn. Teymiye gibi bir çok alimin ortaklaşa görüşüdür. O da şudur.

Bu harfler Kur’an a delalet etmektedir. Lafza delalet etmektedir. Daha doğrusu Kur’an ın kaynağına delalet etmektedir. Yani bunlar eğer Latince alfabeyle söyleyecek olursak A, B, C, anlamına gelir. Ya da Alfabeden herhangi bir harf seçmeye benzer.Bununla şu söylenmek istenmiştir ki bunu tefsire ilişkin ilk yazılan kaynaklardan biri olan Ebu Ubeyde’nin Mecaz ül Kur’an’ı doğrulamakta, bunlara huruf ul heca, yani hece harfleridir denilmekle yetiniliyor. Başka hiçbir açıklama da yapılmıyor ilk yazılan bu en ciddi Kur’an araştırmasında.

Bunlar hece harfleridir. Bunların delaleti tamamen Kur’an a yöneliktir. Yani bu harflerin başında olduğu 29 sure incelenecek olursa bu surelerin tamamının ilk ayetleri hep vahyin önemini vahye atıfla, Allah’ın vahyini öne çıkararak başlamaktadır. Bizde buradan anlıyoruz ki bu harfler vahyin mahiyetine dikkat çekmekte, vahyin önemine, Kur’an ın kaynağına dikkat çekmektedir.

Burada, özellikle bu yorumdan yola çıkarak iki soru sormak gerekiyor.

1 – Bu harflerin anlamı nedir.

2 – Bu harflerin işlevi nedir.

Bendeniz son olarak tercih ettiğim ve benimsediğim görüşü, işte bu iki soruya bir cevap sadedinde şöyle dile getirmek istiyorum; Bu harflerin anlamını sadece Allah bilir. Bu mana da Hz. Ebu Bekir’in söylediği ile bu söylediğim şey örtüşmektedir. Bu harflerin eğer bir anlamı varsa, ki, mümkündür, onu sadece Allah bilir. Lakin işlevi nedir sorusuna gelince bu harflerin kesinlikle işlevi vardır. İşlevi vahye dikkat çekmektir. Ve meydan okumaktadır.

İşte elinizde tuttuğunuz bu kitap, sizin de bildiğiniz ve kullandığınız harflerden meydana geliyor. Eğer becerebiliyorsanız, eğer gücünüz yetiyorsa haydi, siz de bu harfleri kullanarak böyle bir kitap yazın da görelim. Denilmek istenmektedir adeta. Adeta Vahyin kaynağına dikkat çekilerek;

Bakınız bu vahiy insanlık dünyasına bu sizin bildiğiniz, insanların kullandığı, insanların vaz ettiği, ortaya koyduğu harflerle ulaştırıldı. Ancak bu harflerle ulaştırılan manalarının ilahi olduğunu siz de görüyorsunuz. Eğer bunun kaynağı hakkında şüphe ediyorsanız siz haydi bunun gibi bir metin yazın da görelim. Diye bir meydan okumadır diye düşünüyorum.

(Ek bilgi MUKATTA’A HARFLERİ

(Surelerin başında yer alan) söz konusu harflere “kesik kesik” okundukları için el-Hurûfu-l Mukatta’a denmektedir. Tefsir de en çok tartışılan konulardan biri olan bu harfler harekelenerek değil hecelenerek okundukları için kendilerine “hecâ” veya “tehaccî” harfleri de denmektedir. Ayrıca başında bulundukları surelerin açılış kelimeleri veya harfleri oldukları için “fevâtih” adıyla da anılan bu harfler 27’si Mekkî, 2’si ise Medenî olmak üzere toplam 29 surenin başında bulunmaktadırlar.

Mukatta’a harfleri; Sâd; (Sâd/1), Kaaf; (Kaaf/1), Nûn; (Kalem/1,) şeklinde tek harfli,

Tâ hâ; (Tâhâ/1) Yâ sîn; (Yâ sîn/1), Tâ sîn; (Neml/27), Hâ Mîm; (Mü’min/1), (Fussilet/1), (Zuhruf/1), (D^hân/1), (Casiye/1), (Ahkaaf/1) şeklinde 2 harfli,

Elif lâm mîm; (Bakara/1), (Âl-i İmrân/1), (Ankebut/1), (Rûm/1), (Lokmân/1), (Secde/1) şeklinde 3 harfli

Elif Lâm Mîm sâd; (A’raf/1) şeklinde 4 harfli,

Kâf hâ yâ ‘ayn sâd; (Meryem/1), Hâ mîm ‘ayn sîn kaaf; (Şûrâ/1) şeklinde 5 harflidir.

Bunlar toplam 14 harften oluşmakta ve 14 değişik formda kullanılmaktadır. Müstakil bir ayet sayılıp sayılmamaları konusunda her hangi bir kural söz konusu değildir. Hz. Peygamberden öğrenildiği şekliyle kabul edilmişlerdir. Buna göre;

10 tanesi bir ayetin parçası, {(Yûnus/1), (Hûd/1), (Yûsuf/1), (Ra’d/1), (İbrahim/1), (Hicr/1), (Neml/1), (Sâd/1), (Kaaf/1), Kalem/1)}

18 tanesi tek başına bir ayet; (Bakara/1), (Â. İmrân/1), (A’raf/1), (Meryem/1), (Tâhâ/1), Şû’arâ’/1), (Kasas/1), (Ankebut/1), (Rûm/1), (Lokmân/1), (Secde/1), (Yâsîn/1), (Mü’min/1), (Fussilet/1), (Zuhruf/1), (Dühan/1), Câsiye/1), (Ahkaaf/1).

Bir örneği ise iki ayet sayılmaktadır. (Şûrâ/1-2).

Bu harflerin anlamlarının olup olmadığı ile ilgili olarak çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bu bağlamda bazı hatırlatmaların yapılması bir zorunluluktur.

KUR’AN DA ANLAMI OLMAYAN KELİMELER VE AYETLER VAR MIDIR?

Mukatta’a harfleri konusunu incelerken “Kur’an da anlamı olmayan kelimeler veya ayetler olabilir mi? Sorusunu ele almak gerekmektedir.

1 – Yüce Allah insanlara onların konuştuğu dillerle hitap etmiştir. Vahyin insanların konuştuğu bir dille gönderilme gerekçesi “anlaşılması” dır. Çünkü anlam kelamın ruhu, lafız ise kelamın bedeni mesabesindedir. Bu ikisinin ayrılması kelamın hayattan çekilmesi sonucunu getirir ki buna “kelamın ölümü” de diyebiliriz. Bir sözün söyleniş gayesi anlaşılmasıdır. İnsanlar birbirleriyle anlaşılmak için konuşurlar, bu sayede anlaşırlar. Konuşmanın gayesi anlaşılmak olduğuna göre Yüce Allah da elbette anlaşılmak için konuşmuş be kelâmını insanlara melek aracılığında vahiy yoluyla ulaştırmıştır.

2 – Kur’an “açık ve anlaşılır” bir şekilde Arapça hitaptır. Onun Arapça gönderilişi ilk muhatapları Arap olduğu içindir. İbrahim/4 te beyan edildiği üzere her peygamber kendi kavminin diliyle gönderildiği için Kur’an da Arapçadır. Anlaşılsın diye Arapça indirilen bu kitabın anlaşılmaz ayeti olmamalıdır. Yusuf/2, ve Zuhruf/3 te bu husus açıkça beyan edilmektedir. “Biz onu akledesiniz, anlayasınız diye Arapça bir Kur’an (Hitap) olarak indirdik.”

3 – Kur’an ın sıfatlarından birisi el-mübîn dir. Bu kelime “apaçık olmak açıklamak” anlamında ki “ebâne” kökünden türetilmiştir ve “apaçık olan açıklayan” demektir. Kur’an mesajı ve onun ayetleri özünde açık, işlev olarak da açıklayıcıdır. Kur’an, Nahl/89 da kendisinin her şeyi açıkladığını haber vermektedir. Tibyân olmak da kökü aynı olan el-mübîn sıfatı gibi apaçık ve açıklayıcı olmayı gerektirir. Böyle olunca Kur’an da anlaşılamaz ayetin bulunduğu iddiası bu sıfata aykırıdır.

4 – Kur’an Nahl/103 ve Şu’arâ’/195 te kendisini “apaçık Arapça bir lisan” a sahip olarak tanıtmaktadır. Bu özellikte ki bir kitabın ayetlerinin anlaşılamaması söz konusu olamaz.

5 – Kur’an Hûd/1 ve Fussilet/3 te ayetlerinin Yüce Allah tarafından açıklandığını beyan etmektedir. Her iki ayette de fussilet kelimesi kullanılmakta, bu nedenle Kur’an da anlaşılamaz ayetin olamayacağı belirtilmiş olmaktadır.

6 – Fussilet/44 de dile getirildiği üzere Kur’an farklı bir dilde indirilseydi ilk muhatapları olan Araplar şöyle derlerdi. “Bunun ayetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Araba yabancı dille bir (hitap)mı?” Buradan hareketle Kur’an ayetlerinin açıklandığı ve böyle bir itirazın yersiz olduğu ifade edilmektedir. Demek ki Kur’an da anlamsız veya anlaşılamaz ayet yoktur.

7 – Hidayet, rahmet, şifa, öğüt, hatırlatma gibi sıfatları ve işlevleri bulunan Kur’an ın anlaşılmaması söz konusu olamaz. Aksi halde bu sıfatlar anlamını kaybedecektir.

8 – Kur’an “tedebbür” emreder Nîsa/82, Mü’minûn/68, Sâd/29ü ve Muhammed/24 te yer alan bu kavram, ayetlerin kökünü ve arka planını iyice incelemeyi, bu sayede ileriye yönelik tedbir almayı ifade eder. Bir anlamda satıra bakarak satır arasını görmeyi ve söylenenden hareketle söylenmek isteneni kavramayı içerir. Özelliği olan bu tür kelimelerle dile getirilen Kur’an ın anlaşılamayan ayetleri olamaz.

Bütün bu söylediklerimizin özeti olarak şunu söyleyebiliriz; Kur’an da önce yaklaşıl 50 küsür (İsra/88), (Tûr/34). Sonra 10, (Hûd/13), en sonunda da bir sürelik (Bakara/23), (Yûnus/38) meydan okuma ayetleri vardır. Meydan okumada aslolan şey, aslında prensip olarak mümkün olan bir isteğin meydan okuyarak dile getirilmesidir. Kur’an harf, kelime ve cümlelerden meydana getirilmiştir ki bunları Arapça veya diğer pek çok insan kullanmaktadır.

Muhataplar söyleneni anlıyorlardı, çünkü anlaşılmayan bir şeyle meydan okunamazdı. Ancak insanlar Kur’an ın eşsiz edebiyat özelliği ve şaşılacak şekilde fert ve toplumu dönüştürücülüğü nedeniyle bu meydan okuma karşısında aciz kalmışlardır. İşte sırf bu açıdan bile bakıldığında Kur’an da anlaşılmayan bir ayetin bulunması düşünülemez…. (Mehmed Okuyan – Kısa surelerin tefsiri 4. Cilt/98-105)

[Ek bilgi; “Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir. Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.” İbn. Arabi-Tevilat)]

 

2 – “Zalikel kitabü la raybe fıh. hüdel lil müttekıyn.”

Hakkında şüphe edilmesi mümkün olmayan o Hakikat ve Sünnetullah BİLGİsi (KİTAP), korunmak isteyenlere gerçeği idrak etme kaynağıdır. (A.Hulusi)

(İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir. (Elmalı)

 

Zalikel kitabü la raybe fıh. hüdel lil müttekıyn Hani Fatiha da ; “İhdinas sıratal müstekıym” Diye rabbimizden; “Bizi dosdoğru yola ulaştır. “ Diye dua etmiştik ya. İşte o şu anda cevabını buluyor, o duamıza Allah bu kitabı uzatıyor. “İşte bu kitap, kendisinde kuşku olmayan bir kitap.” “hüdel lil müttekıyn.” “Müttakiler için hidayettir.”

Bu “la rayb” da ki Rayb kelimesi kuşku anlamına gelir. Bu hangi anlamda anlaşılması gerekir diye sorulacak olursa, yine bu surenin hemen 23. ayetinde;

Ve in küntüm fiy raybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe’tû Bisûretin min mislihi ved’û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sadikıyn; (Bakara/23)

Eğer siz kulumuza indirdiğimiz şeyden kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız, haydi şahitlerinizi de getirerek, Allah dışındaki tüm şahitlerinizi de toplayarak onun gibi bir sure getirin, onun bir benzerini getirin diye meydan okumaktadır.

O ayette kullanılan şüphe ile bu ayette kullanılan şüpheyi birbiriyle tefsir etmek gerekirse o zaman burada kendisinde şüphe olmayandan kasıt, bu kitabın kaynağının ilahi olduğunda şüphe olmayan biçiminde açıklanır.

Yine bu şu manaya da gelebilir. “la raybe fıh* hüdel lil müttekıyn” Bu kitabın Muttakiler için bir kılavuz, bir rehber, doğru yolu gösteren bir kılavuz oluşunda kuşku yoktur biçiminde anlaşılabilir. Böyle de anlaşılabilir dolayısıyla her iki anlayışta doğrudur. Bu ayeti kerime de geçen; “Muttakıyn” ifadesi Allah bilinci diye çevrilebilir.

“İttika” Aslında etimolojik anlamı korkmak, korunmaktır. Sakınmaktır. Mesela Arap’lar; “ıttaka bi terasihi.”, Kalkanıyla kendisini korudu derler. Yine bir hadiste;

“Künna izeşteddel be’se ittegayna bi resulillah” (Hadis) “Savaş çok kızışınca biz ResulAllah’a etten duvar ördük. Koruduk. Yani biz ResulAllah’a korunak olduk. O ittegayna bu anlama geliyor. Düşmanıyla kendisi arasında bir engel koymak ittiga budur. Peki bu manayı eğer şer’i manaya taşırsak ne anlama gelir;

Cehennem ile insan arasına engel koymak. Allah ile insanın arasının açılmaması için, şeytan ile insan arasına engel koymak. Nefis ile insan arasına engel koymak. Arzular, heva ve heveslerle iman arasına engel koymak. Düşmanla dost arasına engel koymak. Bu anlamlara gelir.

Ama tabiî ki eğer biraz önceki misalimizden yola çıkarsak; Bir insanın Muttaki olabilmesi, Allah’a karşı sorumluluk şuuruyla donanabilmesi ile mümkündür. Bu bir şuur meselesidir. Şeytan’a karşı, cehenneme karşı engel koyabilmemiz için Allah ile aranızdaki engelin kaldırılması gerekmektedir. Niçin koyarsınız engeli? Allah’a daha yakın olabilmek için. İşte bu manada Allah şuurunun uyanması lazım insanda.

Bazı ilim adamları bu kelimeyi; Allah’a karşı sorumluluk şuuru biçiminde çevirmişler. Bu güzel bir çeviri ancak eksik bir çeviri. Bu Yalnızca Allah’a karşı sorumluluk bilinci değil, aynı zamanda Allah’a karşı duyulan bir muhabbet ve yakınlığı da ifade eder. Çünkü Allah’tan sakınmak değil, Allah’a yaklaşmak için günahtan sakınmak. Allah’tan da çekinmek niçin, O’nun sevgisini kaybetmekten O’nun sevgisini yitirmekten çekinmek. Devam ediyoruz;

 

3 –Elleziyne yu’minûne Bil ğaybi ve yukiymûnas salâte ve mimma rezaknahum yünfikun;

İşte onlar gayblarındaki (algılayamadıkları) hakikate (Nefslerinin Allâh Esmâ’sının anlamlarının bir terkip-bileşimi şeklinde meydana geldiğine) iman ederler, salâtı ikame ederler (fiilen edâ yanı sıra anlamını yaşarlar) ve kendilerine verdiğimiz maddi – manevî yaşam gıdasından Allâh adına karşılıksız paylaşırlar. (A.Hulusi)

(Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. (Elmalı.)

 

Elleziyne yu’minûne Bil ğaybi ve yukiymûnas salâte ve mimma rezaknahum yünfikun O Muttakiler ki, Allah bilincine ulaşan insanlar ki, gayba iman ederler. Yani; İdrak edemedikleri hakikatlerin olduğunu kabul ederler. Varlık alemindeki tüm hakikatleri sadece 5 duyu yolu ile idrak edemeyeceklerine inanırlar. Ya da 5 duyunun ya da aklın hakikati bilmede yeterli olamayacağını idrak eder ve inanırlar.

Gayp; Allah, cennet, cehennem, ahiret, melek bütün bunlar gayb alemine girerler. Gayp; Yok olan, gaip olan değil Türkçe‘de kullanıldığı gibi, İnsan idrakinin, insan havsalasının, insan aklının kavramaktan aciz olduğu hakikat demektir. İnsan aklının aciz olduğu hakikati biz nasıl öğreniriz; İşte vahiy yolu ile öğreniriz. Gabya iman etmeyen Adeta şu söyleniyor burada; Gabya iman etmeyen bu kitaptan istifade edemez. Çünkü İttika’nın birinci şartı olarak bu getirilmiş. Adeta Muttakinin kimliği tarif ediliyor. Ellezine ile başlayan ayetten sonraki ayetlerde. Yani Muttaki kimdir. Öncelikle Muttakinin yani Allah bilincine ulaşan kimsenin birinci özelliği gabya iman edecek. Yani hakikati sadece gözü ile görüp eli ile tuttuğundan ibaret olmadığını bilecek. Hakikatin çok daha genişi, Çok daha büyük ve çok daha farklı olabileceğine inanacak. İşte o zaman Muttaki olmanın birinci özelliğini yakalamış olur.

[Ek bilgi; Gayba iman; tezkiye, yani kalbi, kalıcı mutluluklara nail olmaktan alıkoyan bedensel harici mutluluklara meyletmekten arındırmak gibi kalbi ameller gerektirir. Çünkü mutluluk üç kısımdır:

1 – Kalbi mutluluk,

2 – bedensel mutluluk,

3 – bedeni hariçten çevreleyen mutluluk.

Kalbi mutluluk; irfan, hikmet, ilmi, ameli ve ahlaki kemalâttan ibarettir.

Bedensel mutluluk; sağlık, güç, cismani lezzetler ve tabii şehvetlerdir.

Bedeni hariçten çevreleyen mutluluk ise, mal ve maddi sebeplerdir.(İbn. Arabi-Tevilat)]

[Ek bilgi; “İŞTE ONLAR, GAYBA İMAN EDERLER; NAMAZLARINI İKÂME EDERLER; VE KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH iÇİN BAĞIŞTA BULUNURLAR…  VE YİNE ONLAR, SANA NÂZİL OLANA VE SENDEN ÖNCE NÂZİL OLANA İMAN EDERLER; VE ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA ÎKAN SAHİBİDİRLER…”

Yukarıda anlamını vermeye çalıştığımız âyetlerde görüldüğü üzere “korunmak için” en başta gerekli olan “GAYBA İMAN”dır..

“GAYB” kelimesiyle bizim beş duyu adını verdiğimiz kesitsel algılama araçlarımızla tespit edemediğimiz âlemler(boyutlar) ve bu âleme (boyuta) ait varlıklar anlatılır…

Beş duyu dediğimiz kesit tespiti yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları algılayamayan beyin, bunların tümünü “GAYB” olarak nitelendirir… Beş duyu aracılığıyla ile değerlendirilebilenlerin adı ise Din dilinde “şehâdet” âlemidir… Ki bu bizim “madde âlemi (boyutu)” dediğimiz kısımdır…

Madde âlemi, beş duyu verileriyle kayıtlanmış beynin “varsayım” dünyasıdır… Çünkü gerçekte evren tümüyle bir ışınsal yapıdır ki; her dalga boyu kesitinden, farklı boyutlar yani âlemler oluşmuş bulunmaktadır…

Farklı dalga boylarından oluşmuş katmanlardaki varlıkların her bir türüne göre de içinde bulundukları âlem(boyut) kendi “MADDE” âlemleridir… Yani “madde âlemi” diye gerçek ve mutlak tek bir “madde âlemi” olmayıp; her boyut varlığının kendi katmanı, onun kendi özel “madde âlemini” oluşturmaktadır…

Bu itibarla, “ölüm ötesi” yaşama geçenler dahi, bir tür “madde âlemi” içinde yaşamaktadırlar…

Keza, “cehennem” ya da “cennetler”; ya da şu an için “cinlerin” kendi boyutları dahi, onların algılamalarını sağlayan duyu araçlarına GÖRE “madde âlemidir”…

Bu olayı giriş bölümümüzde detaylı olarak izah ettiğim için burada tafsilâta girmeyeceğim. Ancak şu kadarını ifade edeyim ki, insanın bir düşünsel yapısı vardır; bir de bedeni… Düşünsel yanı olan “bilinç” ya da “şuur” hiç bir zaman “bedensiz” kalmaz!… Bu beden, biyolojik-fiziksel beden olabilir; ya da “RUH” adı verilmiş bulunan halogramik ışınsal beden olabilir….

Netice itibariyle, insan, sonsuza dek, bir bedenle-bilincin bütünü olarak yaşamına devam eder.

Eski asırlarda, eski asırları günümüzde seslendirenlerde, çağdaş bilgiler olmadığı için gereksiz tartışmalarla uğraşılmıştır…

Ölümden sonraki beden, yani kıyâmette(haşr) tüm insanların toplu olarak bir arada bulunacakları safhadaki beden, ya da daha sonraki aşamada yaşanacak hayat, bedenli mi bedensiz mi; “ruh”la mı, “ruh” artı “madde beden”li mi; gibi çağımız bilimi ışığında hiç bir anlamı olmayan tartışmalar!…

Helikopterin seyahat aracı olduğu ortamda; kağnı arabasının tekerleğinin ceviz mi, gürgen mi; ya da altı ortalı mı, sekiz ortalı mı olmasının tartışılması gibi!… Ya da qurtz teknolojisi kullanılırken, kum saatinin fazilet ve faydalarından söz etmek gibi…

Madde ve madde ötesinin gerçekte, tek bir tümel yapının göresel katmanları olduğunu farkedip kavrayan bir kişi için, bunlardan daha anlamsız soru olamaz!…

Bugünkü algılama aracımıza göre, şu içinde bulunduğumuz katman “madde”dir!… Bu bedenden ayrılıp ışınsal bedene geçtiğimiz anda da, o beden yapımıza GÖRE, o katman “madde olarak algılanacak”tır!…

Durum eğer iyice kavranılırsa, fark edilecektir ki, biz sonsuza dek, nitelikleri birbirinden farklı da olsa, her an “madde” âlemleri içinde yaşamımızı sürdüreceğiz!… Bu göresel “madde” âlemlerine (boyutlarına) ne isim verilirse verilsin!…

Evet, işte şu ana kadar bahsetmiş olduğum algılayamadığımız boyutlar ve o boyutlara ait tüm varlıklar “GAYB”ın iki türünden biri olan “GAYB-I MUZAF” sınıfındandır..

“GAYB” ikiye ayrılır;

1-“GAYB-I MUZAF”… “İzâfi-göresel Gayb”

2-“GAYB-I MUTLAK”… “Kesinlikle algılanması mümkün olamayan Gayb”

“GAYB-I MUZAF”, izâfi yani göresel algılanamayanlar, anlamınadır.. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususlar için kullanılır…

“GAYB-I MUTLAK” ile ise sadece “ALLAH”ın ilmi kastedilir!… Hiç bir yaratılmış, “ALLAH” ilminde ne vardır, asla bilemez ve bu ilmi kapsayamaz!…

Keza, “ALLAH” Zâtı itibariyle “Mutlak Gayb”tır!… Bilinmesi, kavranılması, tefekkürü kesin olanaksızdır!… Hiç bir yaratılmış, O “ZÂTI” algılayamaz!… Ancak izhar ettiği mânâlar yollu, bu mânâları yaratan şu özelliklere de sahiptir, denebilir!…

-“GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez” denilen gayb, “mutlak gayb”tır!…

“Mutlak Gayb”ın dışındaki “izâfi gayb” ise, “ALLAH” dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir… Ve bu biliş, “Allah”ın muradı doğrultusunda çok yönlü olabilir…

Gerek kerâmet adı verilen yoldan Evliyaullah’ın “keşif” ve “fetih” sonucu erdikleri; ve gerekse de istidrac yollu gerçekten sapmış kişilerin bildikleri “algılayamadıklarımız” hep bu durum sonucudur…

Öte yandan, “göresel gayb”ın en önemli bölümü, “âhiret” dediğimiz, ölüm ötesi yaşam boyutudur… Kabir alemi; berzah alemi; mahşer âlemi; sırat süreci; cehennem ve cennet yaşamları hep bu “göresel gayb” ismi altında mütalâa edilir… (Ahmed Hulusi-HZ. MUHAMMED NEYİ “OKU”DU / http://tumkitaplar.org/find/default.asp?KA=0&Sub=1&chk_BKD=&chk_TMK=&chk_HPI=0&txtFind=&cmb_Kitaplar=&SubID=308 )]

 [Ek bilgi 2 ; http://ekabirwep.blogspot.com/2010/08/gaybla-ilgili-programin-video-cevirisi.html ]

İkincisi; “ve yükıymunas salate.” Onlar namazı istikamet eda ederler. Yükıymune ifadesini istikamet üzere biçiminde çeviriyorum. Bunların birincisi; İmani anlamda istikamettir. Yani ibadeti yalnızca Allah’a yöneltirler. Yalnızca Allah için yaparlar ki; “İyya ke na’budu”, Fatihadaki Yalnız sana kulluk ederiz ayetinin anlamını pekiştiren bir anlamdır. Onun için namazı istikamet üzere kılmanın birinci şartı müşrikler gibi kılamamaktır.

Buradaki istikamet üzere kılmanın ne olduğunu anlamak için “Maun” suresini çok iyi bilmek lazım. Orada; “Namaz kılanlar yazıklar olsun deniliyor, hemen o ayetin önünde ise “onlar yetimi gözetmezler. Yoksulu doyurmazlar, doyurmaya teşvik etmezler, yetimi itip kakarlar” deniliyor.Yani eğer böyle yapıyorsa kıldığı namazla hayat arasına engel koyuyor demektir. O zaman, “Vay o kimsenin haline denilmiş oluyor. Birincisi namazda istikamet budur.

İkincisi; İbadeti Allah’ın koyduğu usule uygun yapmaktır.

Üçüncüsü ise İbadeti yalnızca ve yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek yapmaktır. İbadeti gösteriş için, başkaları için, başkaları görsünler diye yapmamaktır. İşte bütün bunların toplamı namazı istikamet üzere kılmaktır. Bütün bunların içerisinde bir de bu istikametin sosyal boyutu vardır ki o da dördüncüsünü teşkil eder.

Dördüncüsü; Kıldığı namazla, hayatında yaptığı diğer eylemler arasında doğrudan bir orantı kurmaktır. Yani namazı nasıl Allah için kılıyorsa, namaz dışında yaptığı tüm eylem ve işleri de Allah için yapmak, yani bir hayatı Allah için yaşamak anlamına gelir.

İşte namazı istikamet üzere kılanlar, Muttakilerin ikinci vasfı. Üçüncüsü; “ve mimma razaknahüm yünfikun.” Kendilerine rızık olarak verilenlerden Allah için harcayanlar.

İnfak Harcamak demek, Hatta infak’ın kökeni, kök anlamı tüketmek bitirmek, sonuna kadar harcamak anlamına gelir. Yani kendilerine rızık olarak verdiklerimizden sonuna kadar Allah yolunda harcayanlar.

Ayet i kerimede bir inceliğe dikkat çekmek istiyorum, Fazlalıklardan harcayanlar değil. İşe yaramayanlardan harcayanlar değil, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcayanlar.

Burada birincisi gayba iman, ikincisi namazı istikamet üzere eda, üçüncüsü de zekat. Üç özellik sayılıyor. Birincisi imana tealluk ediyor. Yani kul Allah ilişkisine. İkincisi namaz. Namaz kulun kendisi ve Rabbi ile olan ilişkisini, yani kulun hem nefsi ile, hem de Rabbi ile olan ilişkisini düzenliyor. Üçüncüsü Zekat ise kuldan topluma doğru. Görüyorsunuz kul-Allah ilişkisi , kul kendisiyle ilişkisi, kulun toplumla ilişkisi bir ayette düzenleniyor ve yine devam ediyor Muttakilerin vasfı sayılmaya.

 

4 – Velleziyne yu’minune Bi ma ünzile ileyKE ve ma ünzile min kabliK(E), ve Bil ahireti hum yûkınûn;

Onlar hakikatinden sana (boyutsal geçişle) inzâl olunana ve öncekilere inzâl olmuşlara iman ederler; geleceklerindeki sonsuz yaşam süreçlerine de ikân (kesin idrakten kaynaklanan kabul) hâlindedirler. (A.Hulusi)

(“Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene.” (Elmalı)

 

Velleziyne yu’minune Bi ma ünzile ileyKE ve ma ünzile min kabliK  “Yine o kimseler sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.”

Burada Yahudileşen İsrail oğullarına ve Hıristiyanlaşan İsa ümmetine bir gönderme var. Çünkü onlar, Museviler Hz. İsa A.S. ve Hz. Muhammed A.S. a inanmıyorlar. İsevilerse Hz. Muhammed A.S. ı inkar ediyorlar. Biz Müslümanlar ise sadece kendi peygamberimize değil, ondan önceki tüm peygamberlere iman etmeyi, imanın olmazsa olmaz bir unsuru olarak görürüz. İşte bu ayette bunu ifade eder. Yani Müslümanlar tüm hakikatlere iman ederler. Müslümanlar kendilerinden önceki hakikati temsil eden, İslam’ın değişmez değerlerini önceki ümmetlere getiren tüm kitaplara ve tüm peygamberlere hiçbirini farklı tutmaksızın, hiç birini istisna kılmaksızın iman etmeden kendi peygamberlerine ve kitaplarına da iyi iman etmiş olmazlar.

“ ve bil ahırati hüm yukınun” Ve Muttakilerin beşinci özelliği; dördüncüsü Allah’ın Resulüne ve ondan önceki indirilenlere iman, Beşincisi ahirete yakıyn derecesinde iman.  ve bil ahırati hüm yukınun Yani buradaki “yukınun” yakıyn derecesinde iman. Zaten yakıyn buradan geliyor, aynı kökten.” Hakkal yakıyn, aynel yakıyn ve ilmel yakıyn” diye yakıyn’ı üçe ayırmışlar. Yani bir şeyi bilgi ile bilmek, bir şeyi gözle, görerek, gözlem yolu ile bilmek ve bir şeyi yaşamak, yaşar gibi bilmek. İşte ahireti de görmedikleri halde, bizzat gözlemlemedikleri halde, sanki yaşar gibi inanmamız isteniyor. Onun için de  ve bil ahırati hüm yukınun Onlar ahireti adeta yaşar gibi ahirete inanırlar. İşte böyle yapan Muttakiler için ne var, o da burada geliyor,

[Ek bilgi; Burada kastedilen iman, tahkiki imandır ki, kalbi amelleri gerektiren üç kısım imanı da kapsar. Bu kalbin bezenmesidir. Yani ilahi kitaplarda indirilen hüküm ve irfanı, yeniden diriliş hallerine ve ahiret hadiselerin taalluk eden bilgileri, kutsi ilim hakikâtlerini özümsemesidir. (İbn.Arabi-Tevilat)]

 

5 –Ülâike alâ hüden min Rabbihim ve ülâike humul muflihûn;

İşte onlar, Rablerinden (nefslerini oluşturan Esmâ bileşiminden kaynaklanan) HÜDA (hakikati idrak) hâlindedirler ve onlar kurtuluşa ermişlerdir. (A.Hulusi)

“Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.” (Elmalı)

 

Ülâike alâ hüden min Rabbihim Bütün bunları kendisinde yaşayanlar bu özellikleri barındıranlar; “ala hüdem mir rabbihim” Rablerinden kendilerine lutfedilmiş bir hidayet üzeredirler.

“ve ülaike hümül müflihun.” Allah’ın kılavuzladığı, Allah’ın kılavuzluğunda, Allah’ın yoluna koyulan insanları bekleyen son ise gerçekten hakiki bir mutluluktur. “ve ülaike hümül müflihun.” Ebedi bir mutluluğa ulaşacak olanda onlardır.

İman edenler hakkında 5 ayet iman edenleri tarif ettikten sonra şimdi bir de öbür cepheye geçiriyor Kur’an bizi ve bu sefer de kafirlerin durumunun ne olacağını söylüyor, ne olduğunu söylüyor. Hatta kafirlerin niçin küfre saplanıp kaldıklarını izah ediyor ve diyor ki;

 

6-) İnnelleziyne keferu sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum la yu’minûn;

Hakikati örten – inkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da fark etmez, iman etmezler!(A.Hulusi)

“Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. (Elmalı)

 

İnnelleziyne keferu sevâun aleyhim Küfre saplanıp kalan kimseler; sevaün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm la yü’minun. Onları ister uyar, ister uyarma fark etmez. “la yü’minun.” Onlar iman etmezler, onlar inanmazlar. Yani “İnnellezıne keferu” da ki “ellezine keferu” Küfre saplanıp kalmış kimseler artık uyarıdan hiçbir pay almazlar. Niçin;

 

7-) HatemAllahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ihim, ve alâ ebsarihim ğışavetun, ve lehum azâbün azıym;

Allâh, onların, beyinlerindeki hakikat algılamasını kilitlemiştir; basîretleri perdelidir. Yaptıklarının sonucu olarak feci bir azabı hak etmişlerdir. (A.Hulusi)

Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Elmalı)

 

Hatemallahü ala kulubihim.” Çünkü Allah onların kalplerine mühür vurmuştur. “ve ala sem’ıhim” ve kulaklarına da mühür vurmuştur.“ve ala ebsarihim ğaşaveh gözleri üzerinde de bir perde vardır. ve lehüm azabün azıym. Korkunç azaba müstahaktırlar onlar.

Buradaki perde ya da mühür aslında onların eylemleri sonucunda vurulmuştur. Biz bunu ayet içerisindeki “ala” harfinden anlıyoruz. Eğer burada, bu mühür vurma ve perde çekilme olayında onların bir dahli olmamış olsaydı cümle şöyle gelmesi lazımdı; Hatemallahü kulubehüm Allah onların kalplerini mühürledi biçiminde, “ve alâ sem’ıhim” değil, Hatemallahu sem’ahum biçiminde gelmesi lazımdı. Böyle gelmiyor. “Alâ” ile geliyor. Bunun Arap dilindeki anlamı; Onların yaptıkları eylemler yüzünden Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde çekmiştir.

Bu mühürlenme bizim bildiğimiz fiziki bir mühürlenme değil elbette. Hakikate karşı kör ve sağır davranmak, gerçeği gördüğü halde görmezden gelmek, duyma, lakin işitmeme. Bakma, lakin görmeme. Kalbi olduğu halde hissetmeme. İşte budur burada vurgulanan şey. Yani Kulakları var işitmezler, gözleri var görmezler Araf suresinde geçtiği gibi;

Kalpleri var hissetmezler, inanmazlar. Ayetinde olduğu gibi. Gözleri, kulakları ve kalpleri olduğu halde onları yerli yerince kullanmazlar. İşte korkunç azaba müstahak olan bunlardır. Aslında böyle olmak en büyük azaba uğramaktır. Bir insan ki gözü var, bakıyor ama görmüyor, duyuyor ama işitmiyor, kalbi var ama hissetmiyorsa o insana bundan daha büyük bir bela olabilir mi?

[Ek bilgi; Geçmişte bir zaman, kendi beynini kendi elleriyle kilitlemiş! Farkında değil geçmiş bir zaman içinde nasıl bir komutla kendi beyninin kilitlediğinin!

Kesinlikle bilin ki, başkasına zannıyla ne yapıyorsak, gerçekte kendi kendimize yapıyoruz; ve kendi yaptıklarımızın da sonuçlarını yaşıyoruz! “Herkes elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!” uyarısı da işte buna işaret ediyor!

Geçmişte bir zaman içinde belki gençlikte veya yeni yetmelikte, bir hüküm veriyorsunuz: “Bu konu şöyledir” ya da “bu, bu kadardır” diye.

Böylece, beyin o konuda kendi kendini kilitliyor! Bundan sonra, o hükme ters gelen ne kadar yeni gelişme olursa olsun, beyniniz onları görmüyor ve değerlendirmeye almıyor!

Bir kitap, bir kişi, ya da bir konu. Dinî veya toplumsal; fark etmiyor! Beyin yalnızca bu “Sünnetullâh” üzere çalışmasına devam ediyor! Bu sebeptendir ki, kim, ne zaman neyi reddetmiş veya inkâr etmişse, artık geri dönüşü olmuyor kolay kolay!

Hiç mi?

Hayır! Tövbe kapısı açık! Eğer, yaptığının yanlış olduğunu kesin bir şekilde fark etmişsen; bunun düzelmesi için çok kuvvetli olarak o konuyu tekrar ele almışsan; yapacağın çalışmalar ile yeniden o alanı araştırma ve sorgulamaya sokup kilitlenmeyi çözme imkânına sahipsin! Ama bu da elbette, o konudaki hükmünün kesinlikle yanlış olduğunu kavramana bağlı. Aksi takdirde, beyin, geçmişte aldığı o komutun gereğini ölene kadar koruyor; sen de gözünün ya da basîretinin önündeki o gerçeği algılayamadan bu dünyadan çekip gidiyorsun!

Her an her yeniye mutlak olarak açık olmak, işin başlangıcı. Sorgulayıcı olmak; araştırmacı olmak; asla mevcut veritabanınla kendini kayıtlamamak ve sınırlamamak!

“Dün bu konuda böyle denmiş ama başka türlü de olabilir mi acaba” diyerek; yeni karşılaştığın her olayı veya fikri yeniden değerlendirmeye tutmak, kişinin beyin kilitlenmelerine karşı emniyet supabıdır! (A. Hulusi-Kilitlenmişlik)]

[Ek bilgi; Beyzavi’nin açıklamasına göre bu ayette ki “Hatem” den murat, onların kalplerinde küfür, günah, isyan yönünde sevgi ve ilgi yaratılmasıdır. Çünkü onlar küfür günah, isyan yönünde devam ettikçe ilgi ve sevgileri öyle bir dereceye varır ki Allah’a iman ve ibadeti çirkin, ayıp görerek şiddetle ve ahmakça atalarını taklide yönelirler. Böylece doğruyu ve hakikati görmekten yüz çevirdikleri için sürekli vurdum duymazlık, ilgisizlik içerisinde kalırlar.

Bundan dolayı kalplerinden bu ilgisizliğin, küfrün çıkması, yerine kendilerine teklif edilen hakikate iman ve ibadetin o kalbe girmesi artık mümkün olmadığından mühürlenme benzetmesi yapılmıştır. Çünkü mühürlü bir mektubun içinde olan şeyin dışarı çıkması dışında olan şeyinde içine girmesi mümkün değildir. (Konyalı Mehmet Vehbi- Büyük Kur’an tefsiri)]

 

😎 Ve minenNâsi men yekulü amennâ Billâhî ve Bil yevmil âhıri ve mâ hum Bimu’miniyn;

İnsanlardan bir kısmı “B” işareti kapsamınca (varlıklarını Allâh Esmâsının oluşturduğu inancıyla) Allâh’a ve âhiret süreçlerine (sonsuzluk içinde kendilerinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşayarak yer alacaklarına) iman ettiklerini söylerler; ne var ki imanları gerçekte bu kapsamda değildir! (A.Hulusi)

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık.” Derler. (Elmalı)

 

Ve minenNâsi men yekulü amennâ Billâhî ve Bil yevmil âhıri ve mâ hum Bimu’miniyn Kur’an bir başka sınıfa geçti şimdi. İki ayette kafirlerin durumunu açıkladıktan sonra, niçin onlara bu kadar kısa bir yer ayırdı? Çünkü Onlar net. İnanmıyorlar, inanmadıklarını da ifade ediyorlar. Ama asıl tehlikeli olan inanmadığını açıkça itiraf eden değil, inanmadığı halde inanıyor gibi görünen, ya da gerçekte inanmadığı halde, kendisi dahi inanmadığından haberi olmayan ve kendisi, kendisini inanıyor zanneden kimse. İşte şimdi o kimselerin durumunu bize izah ediyor Kur’an;

Ve minen nasi mey yekulü amenna billah İnsanlardan kimi de var ki Allah’a iman ettik der. ve bil yevmil ahır Ahiret gününe de kesinlikle inandık der. ve ma hüm bi mü’minın Ancak onlar gerçekte inanmamışlardır.

Bu sadece Medine de olan bir şey değildi ama özellikle bu ayetlerin Medine’de indirildiğini hatırlayacak olursanız, Mekke’de bu mana da bir münafık yoktu. Mekke’de kafirler ve müminler vardı. Ancak Medine’ye göçten sonra bir üçüncü zümre daha ortaya çıktı. Münafık zümresi. Lakin, bu ayeti sadece Medine’de ortaya çıkan münafıklar için değil, her ortamda bulunabilen insanlar için yani inkar eden insanlar için de anlayabiliriz. Çünkü kendisini inanıyor zannettiği halde gerçekte inanmama eylemi sadece münafıklara has bir şey değildir. Bu nokta da belki de bugün insanımızın en büyük problemi budur. Yani kendisini inançlı olarak tanımlıyor, ancak Allah’ın tanımına göre o iman etmemektedir.

Bunlardan yola çıkarak şöyle bir önerme de bulunabiliriz. Sizin kendinizi nasıl tanımladığınız değil, Allah’ın sizi ne olarak gördüğü, nasıl tanımladığı önemlidir. Yani siz Allah’ın ölçülerine göre nesiniz. Kendi ölçülerinize göre değil. Eğer Allah’ın ölçülerine göre Müslüman değilseniz, mümin değilseniz kendi ölçülerinize göre kendinizi Müslüman olarak adlandırmanız hiçbir şey ifade etmemektedir.

[Ek bilgi; Çünkü imanın mahalli kalptir, dil değildir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Bedeviler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “boyun eğdik” (İslam olduk) deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat, 14) “Allah’a ve ahiret gününe inandık” şeklindeki sözleri, tevhid ve ahiretle ilgili bir iddiadan ibarettir. (İbn.Arabi-Tevilat)]

[Ek bilgi; Hiçbir yerde “ilâh”a imandan söz edilmemektedir; çünkü “Allah”, “Tanrı” değildir!

“Senin ilâhın Allah’tır” sözünün mânâsı “Allah ilâhtır” demek değildir!.. Bu belki, “Senin ilâh-Tanrı bildiğin, sandığın varlık gerçekte Allahtır; ki O Tanrı olmaktan münezzehtir” anlamına alınabilir.

Bunun izahını geniş olarak “HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitabımızda yaptık. Arzu edenler bu hususu oradan tetkik edebilirler.

Evet, “Allah”a iman derken, “Allah”ı en asgari sınırı ile “İhlâs” sûresinde belirtilen biçimde anlamak gerekir.

Şayet “Allah”ın “Ahad” olduğunu akıldan çıkarırsak veya “Allah’ın”; “Ahad” olduğunun mânâsını anlamadıysak; “Allah’ın” doğurulmamış ve doğurmamış olduğunun” mânâsını fark edemediysek, çözemediysek, idrak edemediysek; bu takdirde biz, “Allah’a inanıyorum” deriz; ama yine de “Âmentü billahi” dememiş oluruz!.. Lafını etmiş, dille söylemiş oluruz; fakat, anlayış olarak bu kavramdan mahrumuzdur…

İşte bu durumdakilerin hâlini açıklayan âyet de şudur:

“İNSANLARDAN BİR KISMI “B“NİN ANLAMIYLA ALLÂH’A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK DERLER; AMA BUNUN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR.” (Bakara:8)

Çünkü..! İhlâs sûresinde, “Allah’ın” “Ahad” yani bölünmez, parçalanmaz, cüzlerden meydana gelmemiş, parçalardan oluşmamış; sonsuz sınırsız TEK olduğu.

Ve de “Samed” olarak, O’na herhangi bir şeyin girmesinin, ya da O’ndan her hangi bir şeyin çıkmasının mümkün olmadığı, anlaşılabildiği zaman.

Ve yine “O“ndan meydana gelmiş ikinci bir varlığın var olmadığı; ayrıca “O“nun başka varlıktan meydana gelmesinin söz konusu olmadığı fark edildiğinde ve bunun anlamı kavranıldığında, zaten otomatik olarak bizim “ben” dediğimiz varlık, hiç “var” olmamış olarak “yok” olur!

Ya da çok basite indirgeyerek açıklayalım… “ALLÂH”IN “SINIRSIZ” varlığına İMAN EDİLDİĞİ ZAMAN!.. Yani, “SINIRSIZ” varlığı dolayısıyla hiçbir boyutta “O”nun yanı sıra ikinci bir varlığın mevcudiyetinden söz edilemeyeceği kavrandığı zaman…

Görülecektir ki “sen (ben)” zaten hiç “var” olmamışsın… “Yok”sun!.. “YOK” mayasından oluşmuş bir “yok” olarak mevcudsun; ki gerçekte tüm varlık sadece “O”dur!

Var olmamış bir şey nasıl “yok” olur?

Var olmayan bir şey, gerçekte, ancak beş duyunun oluşturduğu zanda “var” kabul edilir; o zanda “var” kabul edilen “benlik”, idrak oluşunca da “yok” olur demektir! Yoksa, gerçekten “var” olan hiçbir şey “yok” olmaz!.. Çünkü her şeyin varlığı, “ALLÂH” varlığıyla mevcuttur!.. Ki, o şeyin mutlak mânâda “yok” olması demek, sonuçta ALLÂH varlığının “yok” olması demek olur. A.Hulusi. http://www.ahmedhulusi.org/yazi/b-sirriyla-anlayis.htm ]

[Ek bilgi 2; . Eğer siz ALLAH’ı hakkıyla tanısaydınız dualarınızla dağları yerinden oynatırdınız. (Hadis/Camius sağıyr)]

 

9-) Yuhadi’unAllahe velleziyne amenû ve ma yahde’ûne illâ enfüsehum ve ma yeş’urûn;

(Lafta “‘B’ anlamı kapsamınca iman ettik” diyerek) hakikatleri olan Allâh’ı ve iman etmişleri aldatmaya çalışırlar; hâlbuki kendilerini aldatırlar da bunun şuurunda değiller! (A.Hulusi)

“Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.” (Elmalı)

 

Yühadiunellahe vellezıne amenu Onlar Allah’ı aldatmak isterler. Müminleri aldatmak isterler. ve ma yahdeune illa enfüsehüm ve ma yeş’urun. Onlar yalnız kendilerini aldatmaktadırlar da bunun farkında bile değildirler.

 

10-) Fiy kulûbihim meradun fezadehumullahu merada, ve lehum azâbün eliymün Bima kânu yekzibûn;

Onların şuurlarında (hakikati hissetme işlevinde) sağlıklı düşünememe hâli vardır; Allâh da bunu arttırmıştır. Yalanladıkları hakikatleri yüzünden feci bir azap yaşayacaklardır. (A.Hulusi)

“Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.” (Elmalı)

 

Fı kulubihim meradun Onların kalplerinde hastalık vardır. Bu ayet aynı zamanda Hatemallahü ala kulubihim ve ala sem’ıhim (7) Ayetini tefsir ediyor. Allah onların kulaklarını, gözlerini ve kalplerini niçin mühürleyip perdelemiştir diye soracak olursak;kendi eylemleri, kendi hastalıkları yüzünden dercesine Fı kulubihim meradun, Onların kalpleri hastalıklıdır. Yani onlar hasta bir kalbe, yüreğe sahiptirler. fe zadehümüllahü merada Allah’’ın yaptığı ise sadece bu hastalığı artırmaktır. Yani onları hasta etmek değil onlar hasta olmayı kendileri tercih etmişler. Lakin Allah tedavi imkanlarını ellerinden aldığı için hastalıkları artmıştır. Aslında Allah onların hastalığını artırdının manası budur. Allah tedavi imkanını almıştır. Artık tedavi olamadıkları için hastalık kendi kendisine ilerleyecektir. İnanç hastalığı.

ve lehüm azabün elımüm bi ma kanu yekzibun. Onlar içindir korkunç acı verici azap. Zaten inançsızlık bir cehennem azabı değildir de nedir. İnançsız insan bin bir türlü korkuların, bin bir türlü kaygıların, bin bir türlü hüznün, melankolinin, ansiyetenin (Bunalma hastalığı.) bin bir türlü ruh hastalığının pençesinde kıvranması azaptan başka bir şey değil mi. Onun için inançsızlık başlı başına bir azaptır cehennem azabından beter bir azaptır ve bu ayetle ona da gönderme yapılmaktadır.

ve lehüm azabün elımüm bi ma kanu yekzibun. Onları müthiş bir azap beklemektedir. Neden dolayı? Yalanlarından dolayı. “Yukezzibun” biçiminde okuyan karilerde olmuş Yalanlamalarından dolayı anlamına gelir ama, bu okuyuş doğru bir okuyuştur, Çünkü onlar yalan söylüyorlar. Ya başkalarına yalan söylüyorlar, ya kendilerine yahut hem başkalarına hem kendilerine yalan söylüyorlar. Gerçekte Allah’ın tanımına göre iman etmedikleri halde, kendilerini iman etmiş görerek, zannederek kendilerine karşı yalan söylüyorlar, kendilerini aldatıyorlar. İşte yukarda olduğu gibi. Onlar yalnızca kendilerini aldatıyorlar Allah’ı değil. Çünkü kendileri Allah’ın dediği gibi iman etmediği halde, iman etmiş zannediyorlar onun için de aldanıyorlar.

[Ek bilgi; Bütün alçak huylar, davranışlar kalpler için hastalıktır. Bunlar kalplerin zayıflamasına, özel faaliyetlerinde musibete duçar olmalarına, sonunda da helak olmalarına sebep olur. Kalplerinde hastalık olan bu insanların en büyük hedefleri, heva ve heves bağının tutsağı, vehmin hakimiyeti altında ve kendilerini alçaklığa doğru sürükleyen akıllarının en uzak gayesi, en yüce maksadı işte bu lezzetlerdir. Sadece dünya hayatının zahirini bilirler ve onların ahiretten haberleri yoktur. En büyük beyinsizliğin, adi faniliği şerefli bekaya tercih etmek olduğunu bilmezler.Kalp, nefis ile ruh arasında yer alır ve her birine bakan ayrı ayrı yüzleri vardır. Bu sınırı aşmadan durmak demek, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde O’na kulluk sunmak, O’na yönelmek demektir. Bu yönelişin gayesi de nurlanma isteğidir. Nurlanma gerçekleşince, nefis de onunla birlikte aydınlanır. (İbn.Arabi-Te’vilât)]

 

11-) Ve iza kıyle lehum lâ tüfsidu fiyl Ardı kalû innema nahnu muslihûn;

Onlara, arzda (yeryüzünde ve bedende) fesat çıkarmayın (varoluş amacına uygun olmayan şekilde hareket etmeyin), denildiğinde: “Biz ıslahçılarız (yerli yerinde kullananlarız)” dediler. (A.Hulusi)

“Hem onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” denildiğinde: “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.” (Elmalı)

 

Ve iza kıyle lehüm la tüfsidu fil ard Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman; kalu innema nahnü muslihun. Cevap verirler; biz yalnızca ıslah edicileriz. Islahatçılarız derler. Yani düzeltiyoruz istikrarı sağlıyoruz derler. İşgal ederler bir toprağı, ya siyasal olarak işgal ederler, ya bizatihi, fiili olarak askeri güçle işgal ederler, ya da kültürel olarak işgal ederler. İşgallerinin sebebini sorduğunuz da istikrarı sağladığını söylerler. Ya da çağdaşlığı getirdiklerini söylerler. Ya da ilericiliği getirdiklerini söylerler. Kalkınmayı getirdiklerini söylerler. Onun için onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman iddiaları budur innema nahnü muslihun, biz sadece ıslahatçılarız.

 

12-) Elâ innehum humulmüfsidûne ve lâkin lâ yeş’urûn;

Biline ki, kesinlikle onlar ifsat edenlerdir (olayı olması gerekenden saptıranlar); ne var ki bunun şuurunda değillerdir. (A.Hulusi)

İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.” (Elmalı)

 

Elâ innehum humulmüfsidûne ve lâkin lâ yeş’urûn Fakat dikkat edin, aman ha anlamına gelir Ela. Aman ha kesinlikle iyi bilin ki onlar, ortalığı karıştıranlar fesada verenler düzeni bozanlardır lakin farkında değiller. Demek ki burada asıl problem bize karşı iddiaları değil, kendilerinin kendi mahiyetleri hakkındaki yanlış yargıları. Yani kendileri daha kendilerini tanımıyorlar. Kendileri için yanlış hüküm veriyorlar. Farkında değiller ne yaptıklarının söyledikleri, ıslah ediyoruz, düzenliyoruz, biz düzeltiyoruz diyorlar. Hatta buna samimi niyetle de inanıyor olabilirler.

Bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu daha büyük bir suç oluyor. Hem bizi kandırıyorlar, hem de kendilerini kandırmış oluyorlar. Eğer inanmadıkları halde, ıslah etmediklerini bildikleri halde, düzeni bozduklarını bildikleri halde söyleseler bunu, sadece bizi aldatmış olacaklar. Ama eğer ıslah ettiklerini, düzeni sağladıklarını iddia ediyorlar ve buna kendileri de inanıyorsa bu sefer bu iki kat hata oluyor. Çünkü kendilerini de aldatmış oluyorlar. İşte onun için de “ve lakil la leş’urun” farkında değiller.

 

13-) Ve izâ kıyle lehum aminu kemâ amenenNâsü kalû enu’minu kemâ amenessüfehâ’* elâ innehum humussüfehâu ve lâkin lâ ya’lemûn;

Onlara, iman eden insanlar gibi iman edin, denildiğinde: “Süfeha (aklı sınırlı, düşünmeden yaşayanlar) gibi mi iman edelim” derler. Kesinlikle biline ki, esas süfeha (aklı sınırlı, düşünemeyenler) kendileridir ama bunu fark etmiyorlar, anlayamıyorlar! (A.Hulusi)

“Onlara: “İnsanların (Müslümanların) inandığı gibi inanın.” denilince, “Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?” derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.” (Elmalı)

 

Ve izâ kıyle lehum aminu kemâ amenenNâsü kalû enu’minu kemâ amenessüfehâ’ Kendilerine adam gibi, şu insanlar gibi iman edin denildiğin de derler ki; “biz beyinsizler gibi mi inanıyoruz”  yani bununla tevriyeli, bir manada adeta şu iki anlama geliyor. Bir biz de adam gibi inanıyoruz, yani Müslümanlara karşı biz de adam gibi inanıyoruz, kendi yandaşlarına karşı, şu inanan beyinsizler gibi mi inanacağız anlamına gelen, iki anlama da gelebilecek tevriyeli bir cevap verirler.

e nü’minü kema amenes süfeha, şu beyinsizler, şu ayak takımı gibi mi inanıyoruz, ya da inanacağız. ela innehüm hümüs süfehaü ve lakil la ya’lemun” Dikkat edin ha..! Onlar beyinsizlerin ta kendileridir lakin bilmiyorlar.

 

14-) Ve izâ lekulleziyne amenû kalû amenna* ve izâ halev ilâ şeyatıynihim kalû inna meaküm, innema nahnu müstehziûn;

İman edenlerle beraberken “Amenna – kabul ettik” derler, şeytanlarıyla (vehimlerine tâbi olarak onları saptıranlarla) başbaşa olduklarında ise: “Biz sizinle aynı fikirdeyiz, onlarla alay ediyoruz” derler. (A.Hulusi)

Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler. Elmalı)

 

Ve iza lekullezıne amenu kalu amenna. Kendilerine ciddi olarak iman edin denildiğinde derler ki; Biz kesinlikle ciddi olarak iman ettik. ve iza halev ila şeyatıynihim şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında, kendi yandaşlarıyla, ya da kendi öz benlikleri ile baş başla kaldıklarında, nefisleriyle baş başa kaldıklarında derler ki; kalu inna meaküm innema nahnü müstehziun. Biz sizinle beraberiz. Biz onlarla dalga geçiyorduk, onları alaya alıyorduk derler.

 

15-) Allahu yestehziu Bihim ve yemudduhum fiy tuğyanihim ya’mehûn;

(Hakikatleri olan Allâh’ı anlamamakta ısrarları dolayısıyla) Allâh kendileriyle alay ediyor ve basîretsizlikleri dolayısıyla azgınlıklarına müsaade ediyor! (A.Hulusi)

(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. (Elmalı)

 

 Allahü yestehziü bihim. Allah onların alaylarına karşılık verir, verecek. Allah onların alaylarına Allahü yestehziü bihim karşılık verecek. ve yemüddühüm fı tuğyanihim ya’mehun. terk edecek onları küstahlıkları ile baş başa, şaşkın şaşkın debelenecekler. ya’mehun şaşkın şaşkın debelenecekler.

 

16-) Ülâikelleziyneşterevüd dalâlete Bilhüda, femâ rabihat ticaretühüm ve ma kânu muhtediyn;

İşte onlar hakikatlerini oluşturan gerçeğe (bilhüda) karşılık dalâleti (kendi hakikatini fark edememe) satın almışlardır! Oysa bu ticaret onlara kâr getirmedi; gerçeğe de erdirmez! (A.Hulusi)

“İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (Elmalı)

 

Ülaikellezıneşteravüd dalalete bil hüda Böyle yapanlar, işte böyle yapanlar var ya onlar, hidayeti verip karşılığında sapıklığı satın almışlardır. fe ma rabihat ticaratühüm Onların ticaretleri kar etmemiştir. Yani bu ticaret sonucunda hiçbir getiri elde edememişlerdir. ve ma kanu mühtedın Onlar doğru yolu bulacak ta değiller.

Burada bu ayetlerle ifade edilen insan tipi adeta kendi kendisini ve başkalarını aldatan, hem kendisine yabancı, hem Allah’a yabancı bir insan tipidir. Kendisine yabancılaşmış çünkü kendisini tanımıyor. Kendisini tanısa belki Allah’ı da tanıyacak. Kendisine yabancı çünkü kendisi hakkında ki hükümleri isabetsiz. Kendisi hakkında yanlış hüküm veriyor. Aynı zamanda zalim. Çünkü kendisi hakkında haksız hüküm veriyor. Kendisini olmayan bir yerde gösteriyor ve görüyor. Tabii ki Allah’a da yabancı kendine yabancı olduğu için. Allah’a da yabancı çünkü hakikati öğrenmek için bir gayret yok, böyleyim zannediyor. Bilmediğini bilenler bir gün öğrenirler ama bildiğini zannedenler hiçbir zaman öğrenemeyecekler.

İnanmadığını bilenler, bir gün inanabilirler. Ancak inanmadığı halde, Allah’ın tanımladığı gibi inanmadığı halde, Allah’ın tanımına göre mümin olmadığı halde kendisini inanıyor zannedenler ebediyen inanamazlar. İşte mühürlenmek budur, işte perdelenmek budur, işte bu ayetler bu tipi çiziyor. İnanmadığının dahi farkında olmayan, farkında olmadığı için de bir ömür inanmaktan mahrum kalacak olan nasipsiz bir tip. Ve şimdi bu tipin ruh heyecanlarını, bu tipin içinde kopan fırtınaları Allah şu ayetlerle bize beyan ediyor.

 

17-) Meselühüm kemeselillezistevkade nâra* felemma edâet ma havlehû zehebAllahu Binûrihim ve terakehüm fiy zulümatin la yubsırûn;

Onların misali ateş yakana benzer, ki yakılan ateş çevreyi aydınlatır. Ne varki kendi hakikatlerinden gelen nur açığa çıkmadığı için, karanlığa terkedilir; artık göremez! (A.Hulusi)

“Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.” (Elmalı)

 

Meselühüm ke meselillezistevkade nara Onların misali bir ateş yakan adamın durumu gibidir. fe lemma edaet ma havlehu zehebellahü bi nurihim ve terakehüm fı zulümatil la yübsırun O ateşin ışığı ateşi yakan adamın etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah onun görme hassasını nurunu, göz nurunu alıverir. ve terakehüm fı zulümatil la yübsırun onu karanlıklar içinde bırakır artık göremezler. Anlam açık olmakla birlikte ayetin çizdiği o müthiş tabloyu bir daha gözler önüne sermem gerekiyor.

Bir adam düşünün ateş yakılmış. O adam o ana kadar karanlıkta. Bu ayette adeta vahyin indiği günler indiği yıllar indiği toplum tanımlanıyor. Vahiy inmeden önce kapkaranlık bir coğrafya, kapkaranlık bir yürek, kapkaranlık bir insan tipi var orada. Bulamıyor gözü görüyor ama ışık olmadığı için gözün görmesi bir işe yaramıyor. Çünkü gözün bir şeyi görebilmesi için ışığa ihtiyacı var. Işık olmazsa kör ile gören arasında hiçbir fark olmaz. Ne zaman ki vahiy ışığı etrafı aydınlatıyor o gece aydınlanıyor o zifiri karanlık ortadan siliniyor, lakin bu sefer o aydınlıkla gözü kör oluyor. Yani aydınlık körü oluyor ışık körü kesiyor. Aydınlığın kesretinden çokluğundan, aydınlığın muhteşemliğinden gözü yine görmez oluyor. Bu sefer görme hassasını Allah alıyor bakıyor ama göremiyor. Önce ışık yoktu göz vardı, şimdi ışık var lakin görecek göz yok. İşte bu tanımlanıyor.

 

18-) Summun bükmün umyün fehüm la yerci’ûn;

Sağırdırlar (algılamaları kilitlenmiştir), dilsizdirler (hakikati dillendirmezler), kördürler (apaçık hakikati algılayamazlar); onlar hakikatlerine dönemezler! (A.Hulusi)

(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (Elmalı)

 

Summun bükmün umyün fehüm la yerci’ûn Sağırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Bu adamın tanımı yapılıyor bu ayette. Sağır değil aslında kulağı var, duyuyor ama işitmiyor, bakıyor ama görmüyor, kalbi var ama hissetmiyor. İşte artık dönemiyor.

 

19-) Ev kesayyibin minesSemâi fiyhi zulümatun ve ra’dün ve berkun, yec’alûne esabiahum fiy âzânihim minessava’ıkı hazeral mevt, vAllahu muhiytun Bilkâfiriyn;

Ya da semâdan (gökyüzü – düşünsel boyuttan) inen yağmur (fikirler), zulmet (karanlığın bilinmezliği) gök gürültüsü (doğru – yanlış çatışması) ve şimşek (bir an için akla düşen hakikat bilgisi) içindedirler! Yıldırımlara, ölüm korkusu (hakikatin açığa çıkmasıyla benliklerinin yok olması) düşüncesiyle kulaklarını tıkarlar (hakikat bilgisine kendilerini kapatırlar). Allâh, hakikati inkâr edenlerin de varlığını meydana getiren Muhiyt’tir (ihâta etmektedir). (A.Hulusi)

019 – Yahut semadan boşanan bir yağmur hali gibidir ki onda karanlıklar var, bir gürleme, bir şimşek var, yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, ve Allah kâfirleri kuşatmıştır. (Elmalı)

Ev ke seyyibim mines semai fıhi zulümatüv ve ra’düv ve bark Ya da bu adamın durumunu tarif ederken ayet bir başka sahne açıyor gözümüzün önüne. Ev ke seyyibim mines semai Gökten inen bir sağanak gibi ya da, bu sağanak ta karanlıklar var, gök gürültüsü var, şimşek var. yec’alune esabiahüm fı azanihim mines savaıkı hazeral mevt Gök gürültüsü, şimşek, karanlıklar içerisinde devam eden bu sağanağın altında kalmış bu adam, parmaklarını kulaklarına tıkıyor. Ölüm korkusundan kaçınmak için. mines savaıkı hazeral mevt Yıldırım korkusu ile, ölüm korkusu ile, yıldırım çarpar diye parmaklarını kulaklarına tıkıyor. vallahü mühıytum bil kafirın Allah kafirleri çepe çevre kuşatmıştır.

Bu ayette anlatılmak istenen manzara, gerçekten müthiş bir manzara. Muhatabının kalbinde imansızlığın ne demeye geldiğini ifade etmek için bundan daha güzel bir teşbih bulunamaz. Aslında Arabistan iklimi bu ayette ifade edilen şeylerin çok az görüldüğü bir iklim. Yıldırımlar gök gürültüsü, şimşek ve sağanak çok az bulunan bir iklim. Ama buna rağmen bu hitap tüm insanlığa hitap olduğu için, ömründe en az çok sıcak bir iklimde de olsa birkaç kez böyle bir sağanağı böyle bir şimşeği, gök gürültüsünü, yıldırımı gören, gözlemleyen insana işte o durumu bir örnek gösteriyor. Ve bunun altında inanmayan insanı kulaklarını tıkayarak gerçeği görmemeye gerçekten kaçmaya çalışan biri olarak tarif ediyor. Kulaklarını tıkaması neyi değiştirir ki, eğer karanlıklar altında, korkunç bir sağanak altında, yıldırımların, gök gürültüsünün, şimşeğin hepsinin birden oluştuğu bir ortamda kala kalmışsan, kulakları tıkamanız neyi değiştirir. İşte kafirin durumu böyledir diyor. Gerçeğe sırtını çevirir, başını kuma gömer, gerçeği görmezlikten gelir, ama görmemesi hiçbir şeyi değiştirmez.

Ahireti görmezlikten gelir. Allah’ı görmezlikten gelir, azabı, cehennemi görmezlikten gelir. Ama onların cehennemi görmemesi hiçbir şeyi değiştirmez ve akıbet yine gelir onu bulur.

20-) Yekâdül berku yahtafu ebsarehüm, küllemâ edâe lehum meşev fiyhi, ve izâ azleme aleyhim kamu, ve lev şâAllahu lezehebe bisem’ihim ve ebsarihim, innAllahe alâ külli şey’in kadiyr;

O şimşek (hakikat ışığı) neredeyse göze dayalı müşahedelerini kapsayacak. Onlara her aydınlık geldiğinde, o hakikat ışığıyla birkaç adım ilerler, hakikat ışığı kesilince de içine düştükleri karanlıkta kalakalırlar. Allâh dilemiş olsaydı Semi’ ve Basıyr isminin onlarda açığa çıkmasını kısardı. Kesinlikle Allâh her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

“O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.” (Elmalı)

 

Yekadül berku yahtafü ebsarahüm Şimşek neredeyse onların gözlerini alacaktı. Biraz önce ışık körlüğü demiştim, işte onu ima edercesine ayet ışık körlüğüne tutulan insanları ifade ediyor. Yani vahiy kendisini aydınlattığı halde, Allah kendisi ile konuştuğu halde, Allah kendisine mesaj gönderdiği, Kur’an gibi bir nimete sahip olduğu halde, Kur’an ışığından kaçan yarasalar gibi ışık körü olanlar. Hatta Kur’an ı elinde tuttuğu halde, hatta Kur’an ı okuduğu halde Kur’an la aydınlanamayanlar. Kur’an ı hayatına koyamayanlar. Kur’an ı sadece ölülere okuyanlar. Kur’an ı sadece düğünlerde bayramlarda, ölümlerde okuyanlar. Onlar da bu işin içine giriyor. Kur’an gibi bir vahyi, bir ışığı ellerinde tuttukları halde bu ışık onların gözlerini açmıyor. Onlara gerçeği göstermiyorsa işte bu ışık körü demektir.

Yekadül berku yahtafü ebsarahüm şimşek neredeyse gözlerini alacaktı. küllema edae lehüm meşev fıhi ne zaman şimşek gökyüzünü aydınlatıverse yürümeye başlarlar. ve iza azleme aleyhim kamu ne zaman da onun ışığı geçse ayakta kalakalırlar. Yürüyemez olurlar. ve lev şaellahü le zehebe bi sem’ıhim ve ebsarihim eğer Allah dileseydi onların işitme duyularını ve görme duyularını alırdı alabilir di. Yani Allah dileseydi gerçekte onlar şu göze şu kulağa dahi sahip olamazlardı. Sağır ve kör de olabilirlerdi Allah dileseydi. Ama Allah dilemedi, göz verdi kulak verdi. Hatta bu iki organı hiç vermeyebilirdi. Adeta köstebeğe bir işaret var. Köstebeğin gözü olmaz biliyorsunuz tabiat itibarıyla olmaz. Zaten Münafık kelimesinin etimolojik kökeni olan nefeka nın anlamı da köstebek yuvası demektir. Yani gizliden gizliye çalışan, görünmeden yerin altından giden. Gerçek inancını gizleyen. Onun için adeta size bu gözü de vermeyebilirdi, kulağı da vermeyebilirdi. Köstebek gibi yapardı sizi. Ama gözü ve kulağı verdi ki Hakikati göresiniz gerçeği işitesiniz diye.

ve lev şaellahü le zehebe bi sem’ıhim ve ebsarihim* innellahe ala külli şey’in kadiyr. Allah isteseydi eğer görme ve işitme duyularını tamamen giderebilir di. Allah istediğini yapmaya güç yetirendir. Burada söz bambaşka bir noktaya getiriliyor. Şimdi hitap tamamen tüm insanlığa yönelik olarak söyleniyor ve;

 

21-) Ya eyyühenNâsu’budû Rabbekümülleziy halekaküm velleziyne min kabliküm lealleküm tettekun;

Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Rabbinize (hakikatinizi oluşturan Esmâ mertebesine) kulluğunuzun farkında lığına erin. Ki böylece korunanlardan olursunuz. (A.Hulusi)

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize kulluk edin ki (Allah’ın) azabından korunasınız.” (Elmalı)

 

Ya eyyühen nasu’büdu rabbekümüllezı halekaküm ey insanlar öyle bir rabbe kulluk edin ki sizi o yarattı. Sizi yaratan rabbinize gereği gibi kulluk edin. vellezıne min kabliküm ve sizden öncekileri de yaratan rabbinize kulluk edin. lealleküm tettekun. Belki bu yolla Allah şuuruna ulaşırsınız. Belki bu yolla korunursunuz sakınırsınız. Yani Allah’ın koruması altına girersiniz güvenlikte olursunuz, güvenlikte olmanız için kesinlikle sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize, yalnızca Rabbinize kulluk etmeniz gerekiyor.

Ayette Allah’ın yaratması vurgulanıyor. Bu çok önemli. Çünkü bir başka ayette geçtiği gibi; Yaratmayan Allah olabilir mi? Bir varlık ki Allah olma iddiasını taşıyorsa yaratması lazım. yoktan var etmesi lazım. İşte Allah kendi Rabliğini böyle vurgulamakta bize.

 

22-) Elleziy ce’ale lekumul’Arda firâşen vesSemâe binâen ve enzele mines Semâi mâen feahrace Bihî minessemerati rızkan leküm, felâ tec’alu Lillâhi endâden ve entüm ta’lemûn;

O sizin için arzı (bedeni) döşek (araç), semâyı (şuuru – beyni) yaşanılan mekân olarak oluşturdu ve semâdan bir su (ilim) inzâl etti (boyutsal açığa çıkış) ve bunun sonucu olarak da size türlü (düşünsel – bedensel) yaşam gıdası verdi. Hâl böyleyken artık ötede bir ilâh edinerek O’na şirk koşmayın! (A.Hulusi)

“O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah’a eşler koşmayın.” (Elmalı)

 

Ellezı ceale lekümül erda firaşev yine Allah kullarına olan lütfünü bağışını merhametini şöyle dile getiriyor. Ellezı ceale lekümül erda firaşev. O Allah ki O Rab ki yer yüzünü size döşek kıldı. ves semae binaa Göğü de size tavan kıldı. Yani yerleri ve gökleri sizin yaşamanız için ne gerekiyorsa öyle donattı. Yerleri ve gökleri sizin emrinize verdi sizi onların emrine vermedi. Sizin yaşamanız için gerekli olan her bir şeyi yerlerde ve göklerde yarattı. Onun için hayat buldunuz. Milyarlarca yıldız milyarlarca gezegen içerisinden eğer dünya da hayat varsa işte bu hayatı Allah’ın bu özel lutfu sayesinde buldunuz ve yaşıyorsunuz.

ve enzele mines semai maen fe ahrece bihı mines semerati rizkal leküm Ve gökten yağmur indirdi. O indirdiği yağmurla sizin için çeşitli meyvelerden rızıklar verdi. fe la tec’alu lillahi endadev ve entüm ta’lemun O halde bütün bunları bile bile O’na eş ve ortaklar koşmayın.

O’na eş ve ortaklar koşmayın derken bu ayetin Medine de indiğini unutmayın. Öncelikle bu ayetlerin birinci muhatabı olan insanlar Müslümanlar, yine Allah’a iman eden Yahudiler idi. Ancak onlara hitaben birinci muhatapları olan Müslümanlar ve Yahudilere hitaben Allah’a ortaklar koşmayın. Yani buradaki anlam hepimizi ilgilendiren bir ortak koşmadır. O da Allah’a ait sıfatları, Allah’a ait özellikleri Allahtan başkalarına vermeyin. Allah’tan umduğunuz ve beklediğiniz şeyleri, Allah’tan başkasından beklemeyin. Allah’a vermeniz gereken mükemmellik özelliğini başkasında aramayın anlamlarına gelir.

 

23-) Ve in küntüm fiy raybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe’tû Bisûretin min mislihi ved’û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sadikıyn;

Kulumuza inzâl ettiğimizden (hakikatinden – Esmâ mertebesinden bilincine açığa çıkandan) şüpheniz varsa, onun benzeri bir sûre ortaya koyun. Eğer (sözünüzde) sadıksanız, Allâh (adıyla işaret edilen Ulûhiyetin) dûnunda (Allâh adıyla işaret edilenin misli veya benzeri olması mümkün olmadığı içindir ki, edinilen veya tahayyül edilen tanrılar ancak onun “dûnu”nda olabilir; onların da ne gayrılığından ne denkliğinden ne eş değerinden ne de kapsamından sözedilebilir. “Dûnu” kelimesiyle işaret edilen varlık vücudunu Allâh Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerden alır ama asla varlığı Allâh adıyla işaret edilene kıyasla denk tutulamaz. Bu yüzdendir ki birimin düşündüğü ya da tahayyül ettiği hiçbir şey Mutlak hakikati itibarıyla Allâh adıyla işaret edileni tanımlayamaz. İleride görülecek “leyse kemislihi şey’a – misli olacak şey yoktur” uyarısı Allâh adıyla işaret edilene hiçbir kavramın yaklaşmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Tüm bunlar yazdığımız “dûnu” kelimesiyle anlatılmaktadır. Çalışmamızda sık sık göreceğiniz “dûnu” kelimesinin Türkçe’de karşılığı olmadığı içindir ki mecburen bu kelimeyi muhafaza ettik. A.H.) şahitlerinizi getirin!

“Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur’ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.” (Elmalı)

 

Ve in küntüm fiy raybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe’tû Bisûretin min mislihi ved’û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sadikıyn  Eğer kulumuz üzerine indirdiğimiz şeyden şüphe içindeyseniz onun benzeri bir sure getirin hadi. Eğer kuşkulanıyorsanız kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz bu vahiyden hadi onun benzeri bir sure getirin. Ve çağırın Allah dışındaki tüm şahitlerinizi. tabii ki eğer dürüstseniz.

 

24-) Fein lem tef’alû ve len tef’alû fettekunnaralletiy ve kuduhenNâsu velhıcâretu, u’ıddet lil kâfiriyn;

Bunu yapamazsanız, ki yapamazsınız; yananı insanlar ve taşlar (bilinç yapı olarak ruhanî insan ve taş, yani o ortama göre yaratılmış olan maddesi… Allâhu Â’lem!) olan o ateşten korunun; zira hakikati inkâr edenleri yakar o ateş. (A.Hulusi)

Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının. (elmalı)

 

Fe illem tef’alu, ki yapamazsınız. ve len tef’alu, kesinlikle yapamayacaksınız. fettekun naralletı vekudühen nasü vel hıcarah durum bu olduğuna göre, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz kendinizi. Bari bile bile Kur’an ın bir benzerini getiremeyeceğinizi. Onun Allah katından gelmiş bir metin olduğunu bile bile ateşe kendinizi göre göre atacak bir takım yanlışlar yapmayın. Kur’an ın kaynağı hakkında kuşkuya düşmeyin. Kur’an ın kaynağının ilahi olduğu hakkında herhangi bir şüphe beslemeyin ki böyle bir şüphe sizi ateşe götürür.

Önce ateşe dönmüş bir hayat, onun arkasından ateşe dönmüş bir memat bir ölüm ve onun arkasından da tamamen ateşin içinde geçecek bir öte dünya gelir. Onun için öncelikle Kur’an ın kaynağı hakkında, ilahi mesajın kaynağı hakkında kuşku duymak Allah’ın gösterdiği yola girmemektir. Allah’ın yolundan mahrum kalmaktır. Allah’ın yolundan mahrum kalmak başka yollara sapmaktır. Sonunda mutlaka felaket olan yollara yani mutluluğu ellerinizle asmak ve feda etmektir. Eğer mutlu olmak istiyorsa insan Allah’ın gösterdiği yolda yürümek zorundadır.

üıddet lil kafirın. Öyle bir ateş ki bu, sadece inkarcılar için, inkarda direnenler için hazırlanmıştır.

 

25-) Ve beşşirilleziyne âmenû ve amilussalihati enne lehum cennâtin tecriy min tahtihel enhâr* küllemâ ruziku minhâ min semeratin rızkan kalû hâzelleziy ruzıknâ min kablu ve utû Bihî müteşabiha* ve lehum fiyha ezvâcün mutahheratun ve hum fiyha hâlidûn;

İman edip hakikati yaşamayı sağlayacak fiiller ortaya koyanları müjdele, ki onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler (Allâh’ın Esmâ’sının açığa çıkışının seyredildiği ortamda sürekli oluşan ilimler) vardır. Bu rızıktan rızıklandıkça (bu müşahede içinde): “Bu daha önceden de tattığımız gibi bir şey” derler. Bu önce tattıklarına benzer. Orada, sonsuza dek şirk kirinden arınmış eşleri iledirler! (A.Hulusi)

İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: “Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir” derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar. (elmalı)

 

Ve beşşirillezıne amenu ve amilus salihati, İman eden ve Salih amel işleyen kimseleri müjdele. Neyle müjdele? enne lehüm cennatin tecrı min tahtihel enhar kıyısından ırmaklar akan cennetler onların olacaktır. Burada Salih amellerden söz ediliyor. Salih amel bir Kur’an i kavramdır. Bir eylemin Salih amel olabilmesi için şu dört unsuru bünyesinde taşımalıdır Kur’an a göre.

1 – O eylem doğru dürüst bir eylem olmalıdır ki; Araf suresi 56 da salih amelin zıddı fasık amel olarak gösterilir. O halde bir amelin Salih amel olabilmesi için onun fasık olmaması gerekiyor.

2 – Bir amelin Salih amel salih bir eylem olabilmesi için özünde iyilik taşıması lazım. Yani kötünün zıddı olması lazım. Bu da Tevbe suresi 102 den; Yola çıkarak vardığımız bir hüküm.

3 – Bir amelin Salih bir eylem olabilmesi için barışa yönelik olması lazım. Nefret ve savaşa yönelik değil. Bu da nisa-128/129; Ayetlerinden çıkardığımız bir özellik.

4 – Yine bir amelin Salih bir amel olabilmesi için özünde yararlı olabilmesi lazım. Yani o eylemi yapana ve o eylemin tüm muhataplarına yararı olması lazım. Bu yarar sadece dünyevi değil, hem dünyevi hem de uhrevi, hem bu dünyaya hem de öteye yönelik olması lazım. Ki yararsız amel fasıt ameldir. Muhammed suresi 2. ayet ve Ahzap suresi 71. ayetten de biz salih amelin bu özelliğini çıkarıyoruz. Onun için salih amel denildiğinde yararlı iş diye çevirmek manayı tam vermemektedir. Bir amelin Salih olabilmesi için; Doğru dürüst, özünde iyi, barışa yönelik ve yararlı olması şarttır.

küllema ruziku minha min semeratir rizka Orada ne zaman o kimseler rızıklansalar, orada kendilerine bir şey ikram edilse, min semeratir rizka, kalu derler ki; hazellezı rüzıkna min kablü ve ütu bihı müteşabiha Biz daha önce de böyle bir ikrama ulaşmıştık yada daha önce böyle bir rızka kavuşmuştuk derler dünya hayatını hatırlayarak. Belki de bir müfessirin Abduh’un yorumuyla burada söylenmek istenen şudur. Dünyada ki ameller ahirette rızka dönüşmektedir nimete dönüşmektedir. Belki de o insanlar dünyadaki Salih amellerini hatırlamaktadırlar bu sözle ve dünya da bize bunları yaparsak ahirette şuna kavuşursunuz denilmişti diye hatırlarlar belki de bir yoruma göre. Ve devam ediyoruz.

ve ütu bihı müteşabiha Ama diyor Kur’an hayır, daha önce bunlar gibi meyvelerle rızklarla karşılaşmadılar, ve ütu bihı müteşabiha onlara benzer gösterildi. Onlara benzer geldi bu yani aynısı değil ama benzettiler. Dünya da gördükleri tüm nimetler adeta ahirettekilerin çok kötü bir kopyası. Hakikisi orada idi, hakikisini görünce kopyasını hatırladılar. Sadece benzerini hatırladılar. Yoksa bunun gibisi ile dünyada karşılaşmamışlardı.

ve lehüm fıha ezvacüm mütahheratüv ve hüm fıha halidun Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Eş hem erkek için hem kadın için geçerlidir. Ki ayette de ezvaç denilmektedir. Sadece erkek ya da sadece kadın anlamına gelmez orada, oraya girmeyi hak etmiş her mümin erkek ve kadın için geçerlidir.

ve lehüm fıha ezvacüm mütahheratun Orada onlar için tertemiz, pırıl pırıl eşler vardır. ve hüm fıha halidun ve onlar orada uzun bir müddet kalacaklardır. Halidun kelimesinin anlamının uzun bir müddet anlamına geldiğini ben Ragıp el İsfahani’nin el müfredatına gönderme yaparak vurguluyorum. Ayrıntısını arayanlar orada delilleri ile birlikte görebilirler. Bu bitimsiz astronomik sonu olmayan bir süre değil, zaten bu manada sonsuz varlık sadece Rabbimizdir. Rabbimiz ezeli ve ebedidir. Ancak burada cennete giren insanların orada gerçekten kendilerinin hesaplayamayacağı kadar uzun duracakları vurgulanmaktadır.

 

26-) İnnAllahe la yestahyiy en yadribe meselen ma be’ûdaten femâ fevkahâ, feemmelleziyne amenû feya’lemûne ennehulHakku min Rabbihim, ve emmelleziyne keferû feyekulûne mâzâ eradAllahu Bihâzâ mesela* yudıllu Bihî kesiyran ve yehdiy Bihî kesiyra, ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn;

Allâh kesinlikle bir sivrisinek kanadı veya ondan da ufak bir şeyi misal vermekten kaçınmaz. İmanın gereğini yaşayanlar bunun Rablerinden kaynaklanan bir Hak olduğunu bilirler. Bu gerçeği inkâr edenler ise, (misalî anlatımları değerlendirmeyip) “Allâh, acaba bununla ne demek istedi” derler. Bu anlatım çoğunun (fıtratlarının elvermemesinden dolayı) sapmasına yol açar; bir kısmını da gerçeğe hidayet eder. Allâh, onunla (bu tür anlatımla) sâfiyetini yitirmişlerden başkasını saptırmaz! (A.Hulusi)

Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb’lerındandır. Ama küfre saplananlar: “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir. Onunla ancak o fasıkları şaşırtır. (elmalı)

 

İnnellahe la yestahyı ey yadribe meselem ma beudaten fe ma fevkaha* Allah bir sineği ya da ondan daha küçüğü misal vermekten haya etmez utanmaz çekinmez. fe emmellezıne amenu fe ya’lemune ennehül hakku mir rabbihim Burada vahyin söylediği hakikatler karşısında vahye inanan bir insanın nasıl bir tavır alması gerektiği vurgulanıyor. Allah’ın vahyine karşı takınmamız gereken edep nedir. Allah bir şeyi söyledi deyince Allah buyurdu deyince, ayette şöyle geçiyor deyince bir insan nasıl bir tavır almalı işte bu öğretiliyor.

fe emmellezıne amenu fe ya’lemune ennehül hakku mir rabbihim İnanan adamlara gelince onlar onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler.Yani bir sineği dahi, ondan daha küçüğünü dahi Allah Vahyinde misal gösterse iman edenlerin buna karşı tavrı bu Rabbimizden gelen bir gerçektir, tartışmayız derler.

ve emmellezıne keferu. Küfre saplanmış olanlara gelince fe yekulune maza eradellahü bi haza mesela Onlar hemen mantığı işin içine katıp Allah’ı sorgulamaya kalkarlar ve derler ki Allah bununla ne kastetmiş acaba? Yani şimdi bunu ne münasebetle söylenmiş acaba diye Allah’ın vahyine mesajına itiraz yükseltirler.

yüdıllü bihı kesırav ve yehdı bihı kesıra Allah işte bununla bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidayete ulaştırır. Gerçekten Kur’an da öyle ayetler var ki o ayetler bazılarını saptırdığı halde bazılarını hidayete ulaştırmıştır. ve ma yüdıllü bihı illel fasikıyn” Fasıklardan, yoldan çıkmış toplumdan başka, yoldan çıkmış olanlardan başkası saptırılmaz.

 

27-) Elleziyne yenkudûne ahdAllahi min ba’di miysakıhi, ve yaktaune mâ emerAllahu Bihî en yûsale ve yüfsidûne fiyl’Ardı, ülâike hümülhasirûn;

Onlar, Allâh ahdini (Esmâ’sını açığa çıkarmanın farkındalığıyla yaşama istidadının gereğini) dünyaya geldikten sonra yerine getirmezler. Birleştirilmesini emrettiğini (Esmâ hakikati müşahedesini) keserler ve arzda (bedensel yaşam boyutunda) fesat çıkarırlar (bedensel arzular {karındaki ikinci beyin dürtüleri – komutları/nefsi emmare} peşinde ömür tüketirler). İşte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (A.Hulusi)

Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozarlar. Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır. (elmalı)

 

Ellezıne yenkudune ahdellahi mim ba’di mısakıhi Onlar ki Allah’a verdiği sözlerden sonra Allah’la olan sözlerini bozdular. Allah’a verdikleri sözü çiğnediler. ve yaktaune ma emerallahü bihı ey yusale ve yüfsidune fil ard Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi de parçaladılar. ve yüfsidune fil ard ve yeryüzünde bozgunculuk çıkardılar. ülaike hümül hasirun” İşte sonunda hüsrana uğrayacak olanlar onlardır.

Burada bu günkü tefsir dersime son vermeden önce Allah’ın birleştirilmesi gerektiğini parçalarlar, birbirinden koparırlar, ayırırlar üzerinde Birkaç cümle ile durmak istiyorum.

Nedir bu? Bu çok şey olabilir. Allah insan birbiri ile arasında bağ olan bir varlık iken, insan Allah ile olan bağını koparırsa birleştirilmesi gerekeni ayırmış olur. Allah Peygamber arasında bir irtibat vardır. Bu irtibatı koparıp ta dini peygambersiz bir din haline getirmeye çalışan işte bu ayetin muhatabıdır. Din – Dünya arasında bir irtibat vardır. Dini dünyasız, dünyayı dinsiz bıraktığınız zaman Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini siz ayırmış olursunuz.

Akıl ile vahiy arasında bir irtibat vardır. Aklı vahiysiz, Vahiy’i akılsız bıraktığınız da işte Allah’ın birleştirilmesi gerekeni birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmış olursunuz. Ve kutsal ile profan,( Nesneler, dünya ve daha genelde evren içerisinde yer alan her şey için kutsal olan ve olmayan şeklinde yapılan ayrım ) eşya ile kutsal olan arasında bir irtibat vardır, eğer siz eşyayı kutsaldan ayırırsanız o zaman Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini parçalamış ayırmış olursunuz.

Özetle din ile toplum arasında bir irtibat vardır. Eğer toplumu dinsiz, dini toplumsuz bırakırsanız işte o zaman da bu ayetin muhatabı olmuş olursunuz ve o zaman toplum da hüsrana gider bunu yapanlar da sonunda büyük bir mutsuzluğa saplanır kalırlar.

 

“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
2 Yorum

Yazan: 13 Mart 2011 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

2 responses to “İslamoğlu Tef. Ders. BAKARA SURESİ (001-027) (3)

  1. selman-ı farisi

    05 Ocak 2015 at 03:42

    Hocam Allah razı olsun. Kaleminize, yüreğinize sağlık. Allah sizin gibi hocaların sayısını arttırır inşallah.Ümmetin uyanışı ve mazlumların feryatlarının dinmesinin yolunun Kuranı anlamakla ve yaşantıya geçirmekle olacağını düşünüyorum.Selametle.

     
    • ekabirweb

      05 Ocak 2015 at 11:25

      Merhaba, Allah hepimizden razı olsun, ben hacı hoca falan değilim, Hoca olan Sn. M. İslamoğlu, ben basit bir Kur’an talebesiyim. Değerli ilim adamlarımızın bilgilerini paylaşıyorum. Allah onların ilimlerini artırsın, bizleri de ondan nasiplenenlerden eylesin inşaAllah. Esen kalın, Allah’a emanet olun.

       

Yorum bırakın