RSS

Kategori arşivi: ESMA ÜL HÜSNA

ESMA DERSLERİ – 27 – EL ‘ALÎM (A)

Euzübillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim

Ve kul Rabbi edhılniy müdhale sıdkın ve ahricniy muhrace sıdkın vec’al liy min ledünke sultanen nasıyra. İsra/80)

De ki; “Rabbim, girdiğim yere sıdk halinde girdir ve çıktığım yerden sıdk ile çıkart. Ledünnünden zafere erdirici bir kudret oluştur bende.

“Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy alâ diynike.”

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sâbitle!

 “Rabbiy zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakıynen sadıka.”

Rabbim ilmimi, anlayışımı, imanımı ve sıdk üzere yakînimi çoğalt.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ALÎM

Bu ismin manası açıktır. Bunun Kemâli, her şeyi tam manasıyla bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur.

Bu açıklanması bakımından, malûmat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malûmatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez.

TENBÎH:

Alîm vasfından kulun nasibi malûm. Lâkin onun ilmi ile Allah’ın ilmi üç hususta ayrılır:

1 – Malûmat (bilinenler) in çokluğunda. Kulun malûmatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduttur, azdır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?

2 – Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahede etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir. Keşif derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca karanlığıyla günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?

3 – Allah’ın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun, eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir ve onun sayesinde meydana gelmiştir.

Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu, satrancın varlığı da öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu hâlde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançtan önce gelmiştir. Santrana öğrenen kişinin bilgisi bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah’ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.

Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.

Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lâkin en şerefli ilim, malûmu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yok ki, Allah-ü Zülcelâl’dir. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hatta sair eşyayı bilmek de, Allah’ın işlerini bilmeye yahut kulu Allah’a yaklaştıracak yolu bilmeye veya da marifetullaha ulaştıracak herhangi bir hususa sebep veya vesile olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir. (İ. Gazali-Esma-i Hüsna şerhi/97-98)

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ‘ALÎM

el-Alîm, malûmlarının çokluğunu el-Alim, kendisinin birliğini bilen; el-Allâm ise, gaybı bilen demektir.

Bilinmelidir ki: İlim, bilenin zatıyla gerçekleşen özel bir taalluktur. İlim, bilenin zatından bilinene dönük bir nispettir.

Buna göre ilim, malûmdan daha sonradır, çünkü ilim, tabidir; bununla birlikte yaratma sözü nispet, mevcuttan öncedir ve söz, ilimden sonradır. Bu ilim, gaybî-mücmel ilimdir; burada kast edilen ilim, “hıbra” ilmidir.

Keşif ehli, akılcıların aksine, ilmin  malûma tesirinin olmadığını kabul ederler, nitekim imkânsızı bilmek ne bilenin zatından ve ne de ilminden imkansızda bir tesire neden olmaz; aksine imkânsız, bilene kendisinin imkânsız olduğunun bilgisini verir.

Var olan şeylerin yaratılması, ilimden değil, şeriat ve keşfe göre kavilden; şeriat ve akla göre ise, kudretten meydana gelmiştir. Binaenaleyh, ilmin bilinenin zuhur etmesine veya etmemesine ilişmesi eşittir. Çünkü ilmin ilişmesi, zuhuru esnasında mevcudun zuhur edişine olduğu gibi, zuhurundan önce de o şeyin zuhur etmeyişine ilişmektedir. İlim, ya zâtîdir, ki zâtî ilim, Hakkın ilmidir; ya da, verilmiştir. Verilmiş ilim, akla gelmeyen ya da çalışmanın katkısının bulunmadığı ilimdir.

Mevhûb ilim, Efrad’ın ilmidir ve Hak dilediği kullarına bu ilmi tahsis eder. Nitekim Hızır (as.), Allah katından bir rahmet olarak    bu ilme tahsis edilmiştir, öyle ki, yüceliğine rağmen Hz. Kelim (: Musa as.) bile, Hz. Hızır’dan faydalanmaktaydı.

Bu ilmin elde edilme yolu, vech-i has (özel yön)ı bilmek ve onunla bezenmektir. Şöyle ki:     Yaratılış âlemindeki her varlığın Yaratan’ına dönük özel bir veçhi vardır. Hak, ona tecelli eder ve böylelikle mevcut, başkasının bilemediği Hakka dair bir bilgiyi elde eder. Mevcudun, Hakka dönük özel yönü olduğunu ve bu yönden bir bilgi edinebileceğini bilip bilmemesi eşittir.

Velilerin derecelerinin farklılıkları ve birbirlerine karşı üstünlükleri, bu özel yöne dair bilgilerine göre değişir.

Emir âleminden olan ulvî varlıklar ise, vech-i hasın dışında başka bir şeye sahip değillerdir; söz konusu varlıklar, Kuds mertebelerinin sakinleridir. Bu nedenle onlar, Hakkın cemâlinde ve büyüklüğünde kendilerini kaybetmiş kimselerdir.

Bu nedenle şu ileri sürülmüştür: Ulvîlerin süflîlere iltifatı olmaz.

İlmin başka bir türü ise, müktesep ilimdir. Bu, uygulama ve öğrenme ile meydana gelen ilimdir.

Bu mertebeye giren kimse, çeşitli durumlarda olabilir: Bu bağlamda kişi, ya takva yolundan ilmi tatmıştır veya fikir kuvveti yönünden nazar sahibidir.

Zevk sahibi, Allah’ı bilen demektir ve çeşitli makamları vardır:

Bu kişi bazen bir ilme tahsis edilmiş olabilir ki, bu ilmin konusu, âlemin Allah’a bir nispetidir; ya da, öyle bir ilmi vardır ki, ilminin konusu Hakkın âleme bir nispetidir; ya da öyle bir ilmi vardır ki, bunda âlem ile Zât arasındaki nispetler ortadan kalkmış, bu nispet, âlem ile isimler arasında sabittir; ya da bu ilim, âlem ile Zât arasındaki nispetin varlığını gerektirir. Buna örnek olarak, illet ve malul görüşünü verebiliriz. Ya da bu ilim, suretin bilgisidir, bu suret, büyük insanın/âlem üzerinde yaratılmış olduğu surettir; ya da bu ilim, küçük insanın üzerinde yaratılmış olduğu suretin bilgisidir.

Binaenaleyh, ilimler çoktur ve her ilmin bir ehli vardır. İlim mertebesine tefekkür ve nazar gücü ile giren kimse, aklının tavrının gerektirdiği ölçüde bu mertebeden bir şeyler öğrenir. Takva yolundan “zevk” olarak bu mertebeye giren kimse ise, her şeyi aşmış ve her şeyi elde etmiştir. (Sadreddin Konevi- Esma-i hüsna şerhi/80-82)

         Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

         EL-ALÎM (Arabi)

Talluk;

Bul, bilgiye yönelik bütün alanlarda doğru veya yanlışa müteallik tüm hususları elde etmek için bu isme ihtiyaç duyar.

Tahakkuk;

Alîm kelimesi Arap dili kurallarına göre mübalağa sığasındadır. Bu isim oluşum ve olguların bulundukları durumun hakikatine yöneliktir. Bu ise vakıaya müteallik olarak var veya yok, mevcut veya nefiy (Varlığın zıddı, yok olması) şeklinde gerçekleşebilir. Bu değerlendirme gerçeklik üzerine kurulmuştur. Yoksa herhangi bir sınır tayin edilemeyen ve nihayetsizlik üzerine kurgulanmış olan imkânat açısından değildir. Bunu ileri sürmek cahillik olur.

Tahalluk;

Allah’ın Alîm ismiyle ahlaklanmak, aklî girişim ve çıkarımlar sonucu (İstinbat) özel bir teşebbüsle, yani kulun çabasıyla oluşur. Burada bir başkasının herhangi bir katkısı olamaz. Bu oluşum aklî yolla (nazar) gerçekleşirse bu o kimsenin zatının verileri (Bilişsel yapısı) doğrultusunda olur. Bu sonuç Alîm isminin tahalluku demektir. Zira Allah ilmi, bir başka varlık (mahlukat) ile gerçekleşmez. (İbn. Arabi/Allah isimlerinin sırları ve manalarının keşfi/67)

……………………………………………………………………

EL ALÎM

Bu isim ikinci göğü ve onun feleğini yaratmaya yönelmiştir. Perşembe günü Musa harflerden Dat menzillerden Sarfa hakkındadır.

Allah peygamberine emrederek;

… kul Rabbi zidniy ‘ılma; (Taha/114)

“De ki Rabbim bilgimi artır” Buyurdu.

Kelâm bu göğün diğer göklerin ve feleklerin var olması hakkındadır. Nitekim bu belirtilmişti. Burada – daha önce zikredildiği gibi- bu ve diğer göklerin ve feleklerin varlığından söz edeceğiz. Şu var ki ben, özel olarak her göğe ait hükme işaret edeceğim. Bu göğe gelirsek Allah ona emrini vahyetmiştir. Her göğün emrinin ayrıntılarından söz etmek sözü uzatır. Bunun bir kısmını et-Tenezzûlatu’l-Musulûyye adlı eserimizde açıklamıştık. Bu göğün emrinin bir yönü bilgi, yumuşaklık, rifk ve bütün güzel huylarla birlikte alimlerin kalplerinin hayat bulmasıdır.

Bu nedenle göklerin sakinleri olan nebi ruhlarından hiçbiri Allah’ın ümmetine elli rekât namazı farz kıldığı gece Hz. Peygamberi uyarmıştı. Bunun istisnası Hz. Musa idi O kendisine; “Rabbine başvur” demişti. Çünkü Musa bu konuları Hz. Peygamberden daha iyi biliyordu. Bunun nedeni benzer bir durumu İsrail oğullarında tecrübe etmiş olması sınanmış olmasıydı. Böylece zevkinden ve tecrübesinden konuşmuştu.

Bilgilerini kitaplardan ve rivayetlerden değil, zevk ve ilâhi tecelliden aktarmayan herhangi bir şeyh, alim olmadığı gibi üstad da sayılmaz. Bunu söylemeseydi namazda elli rekât bize farz kılınırdı. Halbu ki Allah peygamberini alemlere rahmet olarak gönderdi kimin yükümlülüğü çok olursa, merhameti azdır. Bu nedenle Allah isra yolculuğu esnasında önüne Hz. Musa’yı çıkarmış, onun vasıtasıyla ümmetinin yükünü hafifletmiştir.

İşte bu Allah’ın kendisine emrini vahyettiği ve günlerden Perşembe’yi tahsis ettiği bu göğün emrinin hükmüdür. Öyleyse Arifler için meydana gelen her bir sır, bilgi ve tecelli bu gökten ve Hz. Musa’nın hakikatinden meydana gelir. Unsurlarda ve türeyenlerde Perşembe günü ortaya çıkan her bir eser bu göğün yıldızından ve feleğinin hareketinden ortaya çıkar. Bu ise tafsil olmaksızın özel bir harekettir.

Ona ait harf Dat, menzillerden sarfa’dır. Zikredilen harflerin her bir gökteki varlığına gelirsek, göğün söz konusu harfin varlığında etkisi vardır. Menzillerden Sarfa’nın ona ait olduğunu veya herhangi bir göğe belirli bir menzilin ait olduğunu söylerken ise, harf hakkında söylediğimiz gibi, söz konusu göğün menzilin varlığında bir etkisi olduğunu kast etmedik, şunu kast ettik; Bu feleği özgü yıldız, Allah’ın var ettiği ve hareket eden ilk yıldızdır. Allah onu kendine ait olarak söylediğimiz menzilde var etmiştir. Öyleyse o, varlığı kendisinde ortaya çıktığı için mutlu olduğu menzildir. İşte “menzillerden şu ona aittir” derken kast ettiğimiz durumdur. Her göğün ve feleğin yedi madenden birisinde bir etkisi vardır. Bu maden, o feleğe özgüdür ve felek gücüyle ona bakar. (İbn. Arabi-F. Mekkiye/9. Cilt/104-105 Say.)

……………………………………………..

BİLGİ MERTEBESİ

El-Alîm, el-Âlim ve el- Allâm

Bilgiler akılla araştırılır,

Bak ve düşün, fikir muteber.

Âlemde ki ilimler olmasaydı ortaya çıkmazdı,

Eşya da muteber fikirler.

O Yaratanın bilgiği imam,

Yıldız onu bilir, güneş ve ay bilir.

Yusuf secdeye kapandığında,

Hükümleri onlara işlediğinde ibret alınız.

Güneş ve felekler dönerken görürsen,

Gecenin yıldızlarını saçılmış bir halde görürsen.

Sonra ışıkları sönmüş ve hükümlerini yitirirlerse

Gözden silinmeye başladıklarında.

Ölürler ve onları bir araya getiren ruh gider.

Hükümleri biter hepsi kabirlere toplanır.

Bu mertebenin sahibi Abdulalîm diye isimlendirilir ve bu mertebede alimler üç kısma ayrılır. Birinci kısmın bilgisi onun zatıyken ikincisi ise bilgisi verilmiş olan (mevhub). Üçüncüsü ise bilgisini kendisi tarafından kazanandır. Bu bilgi türlerinin ilâhi mertebede olduğu gibi âlemde de hükmü vardır. Bilginin ilâhi mertebede ki hükmü, onun her şeyi zatı gereği bilmesidir. Bu bilgi bütün bilinenlere ulaşır. Allah’ın bilgisinin âleme nasıl iliştiğini daha önce açıklamıştık. Kazanılmış bilgi Allah hakkında “ta ki bilelim” (Muhammed/31) ayetinde ifade edilir.

Allah hakkında verilen bilgi kulun mübahta ki tasarrufundan Hakka verdiğidir. O daha önce vacip, haram, mendub, mekruh diye ortaya çıkmamıştı. Mubahta tasarruf bilgisinin meydana gelişi Hakkın ilâhi bir yolla (ve şanına layık bir tarzda) kuldan öğrenmiş olduğu verili bilgidir. Onu meydana getirmek, kişi için zorunlu değildir. Buna mukabil mubah olduğuna inanması farzdır.

İlimlerin âlemdeki mertebeleri daha basitçe açıklanabilir. Yaratılmış varlık, bilgiyi zatı gereği kabul edicidir. Zatî bilgi onun varlığıyla elde ettiği bilgidir ve onu elde ederken varlığının dışında başka bir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla sadece mevcut olmakla kabul edilen bilgi kişi için zati bilgidir.

Kazanılmış bilgi, elde ederken gayret sarf edilen bilgilerdir. Hangi bilgi olursa olsun durum böyledir. Vehbi, verili bilgi ise akla gelmeyen veya kazanmayla elde edilemeyen bilgilerdir. Misal olarak efrad’ın (tekler) bilgisini verebiliriz. Hızır’ın bilgisi bu kısma girer. Onun bilgisi kendisine dönük bir rahmet ve bilgi olmak üzere Allah’ın katındandı. Böylece Hızır rabbinin emriyle konuştuğu Hz. Musa’nın benzeriydi. Hz. Musa sahip olmadığı ve tecrübe yoluyla ihata etmediği bilgileri ondan öğrenmişti. Şöyle der; “Allah’ın ona öğrettiği bilgide tadını bilmediğimiz bilgileri vardır.”

Bilmelisin ki âlemde ki her varlığın kendini yaratana dönük yönü vardır. Bu durum o varlık halk aleminden ise böyledir. Emir aleminden ise özel yönden başka herhangi bir şeye sahip değildir. Allah her varlığa özel yönden tecelli eder. Ve ona kendisi hakkında sadece kendisinin bileceği bilgiler ihsan eder. O varlığın bu durumu bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Kastettiğim özel yönü olup olmadığını ve özel yönden Allah’tan ona gelen bilgiyi bilip bilmemektir. Allah ehli özel yönü bilmekle üstün olmuş, bu konuda ki bilgilerine göre de derecelenmişlerdir. Bir kısmı Allah’ın varlığına özel yönden tecellisi olduğunu bilirken bir kısmı bunu bilmez. Bunu bilenler o tecelliden kimin adına bilginin gerçekleşeceğini bilir. Bir kısmı ise bunu tam olarak bilmez.

“Bilgi” derken bilginin varlığa mı yoksa Allah’a mı iliştiğini bilmeyi kastediyorum. Bu itibarla Allah hakkında ki bilgi ya zat ile ilgilidir. Böyle bir bilgi selb (olumsuzlama) ve tenzil veya ispat ve teşbih bilgisidir. Bazen Allah hakkında ki bilgi ilâhi isimlerden herhangi birisini bilmek demektir. Bunlar konuşan ve kelâm sahibi olmakla nitelenmesi itibarıyla Hakkın kendini isimlendirdiği isimlerdir.

Bazen bilgi yaratılmışların ifadelerinin gerektiği üzere “isimlerin isimlerini” bilmek, ilâhi nispetleri bilmek, manevi nitelikleri veya subuti-izafi nitelikleri bilmekle ilgili olabilir. Bunlar birbirine zıt hükümleri talep eder.

Bazen bilgi Allah’ın kendisine vereceği şeyleri bilmek veya kendisine verilemeyecek hükümleri bilmekle ilgilidir. Her bilginin ehli vardır. Âlemle ilgili ve Allah’ın dilediği kullarına bu mertebeden verdiği ilâhi bilgi, ya âlemin Allah ile ilişkisini bilmek veya Allah’ın âlemle ilişkisini bilmekle ilgilidir.

Bezen o bilgi âlemle zat arasında nispetin ortadan kalkmasını, âlem ve isimler arasında nispetin ispatını, âlem ile zat arasında bağı ve nesebi bilmekle ilgilidir. Bu son bilgi illet ve malulü (neden ve nedenli) kabul edenlerin bilgisidir. Nispeti isbat bilgisi bir illet olarak değil, şart şeklinde geçerli olabilir.

Bazen bu bilgi Allah’ın bütün âlemi kendisinde yaratmış olduğu sureti bilmek, insanın üzerinde yaratıldığı sureti bilmek, basitleri bilmek, bileşikleri bilmek, terkibi bilmek, tahlili bilmek, taşıyıcı cevherleri bileşik veya basit olmak üzere bilmek, arazları bilmek heyetleri bilmek, konumları bilmek, miktarları bilmek, vakitleri bilmek, yerleşmeleri bilmek, edilgenlikleri bilmek, tesir eden cevheri bilmek, edilgen cevheri bilmek, yönelme kasıt veya doğrudan gerçekleşen tesir türlerini bilmekle ilgili olabilir.

Bütün bunlar kendisini veya bir kısmını bu bilgi mertebesinden öğrenmenin mümkün olduğu hususlardır. Her kim zevk alarak bu mertebeye girerse, bütün bilgileri elde etmişken, fikir gücüyle bu mertebeye giren bu mertebeden ancak üzerinde bulunduğu hali elde etmiştir.ertebeden bazı kimseler, mümkünlerin genel için sonsuz sayıda ki bireylerini tür olarak ihata eder ki sayıları sonsuza varır. Kimse kendi nefsinden bunu bildiğini inkâr edemez, bu hususta suçlanamaz.

Sonra bilmelisin ki Bilgi denen şey, bu bilgi nedeniyle âlim diye isimlendirilenin özel bir yöneliminden ve ilgiden ibarettir. Bu ilgi bilinenden zata dönük olarak meydana gelmiş bir nispettir. O halde bilgi malumdan sonra gelir. Çünkü bilgi ona tabidir ve işin gerçeği de budur.

Gerçekte bilgi mertebesi bilinenler iken bilgi de bilen ile bilinen arasındadır. Muhakkike göre bilginin bilinene bir tesiri yoktur. Çünkü bilgi ondan sonra gelir. İnsan imkânsızı imkânsız olarak bilir. Fakat onu bilmen itibarıyla imkânsızda tesirin olmadığı gibi bilginin de onda etkisi yoktur. İmkânsız zatı gereği sana imkânsız olduğu hakkında ki bilgiyi vermiştir. Buradan bilginin bilinende tesirinin olmadığı öğrenilir.

Halbuki akılcı alimler aksini zanneder. O halde mümkün hakikatlerin şeriata ve keşfe göre ilâhi sözden, akla ve şeriata göre ise ilâhi kudretten yaratılması sabit ve kesindir. Onlar bilgiden yaratılmış değillerdir. Bu durumda mümkün dışta ortaya çıkar. Mümkünün zuhur ettiği bilenin bilgisi ona ilişirken aynı bilgiyle zuhur etmediğine de ilişir. Başka bir ifadeyle bilinenin (malum) zuhuru veya zuhur etmeyişi yani varlığı bilene bilgiyi verendir. O halde bilenin bilgisini değiştiren ve farklılaştıran şey bilinenin mertebesinden ibarettir.

Bütün bunlar bilgiyle nitelenen herkes için geçerlidir. Bütün manevi sıfatlar ise gerçekte nispetlerdir Bununla birlikte bazı nispetler önce gelir, bazı nispetler sonra gelir. Birinci kısma misal olarak mevcudun varlığı önceleyen yaratma sözünü, ikinci duruma misal olarak bilgi ve malum ilişkisini verebiliriz.

Söylediğimi anladığında bu mertebede bilginin durumunun mahiyetini öğrenmiş olursun.

“Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır” (Ahzab/4) (İbn. Arabi-F. Mekkiyye/cilt.16-s.278-281)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ALÎM

Hak Teâlâ’nın bu Kerîm adı Bakara suresinde;

… inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)

Geçmektedir Yüce Allah’ın bu adı hakkında her üç imam; Beyhaki, Gazali ve Berrecan el Endülüsi hemfikirdirler. Bu isim ilimden müştaktır. Mübalağalı ismi fail sigasına uygundur. Hakikatte Âlim adının mana yönünden itibarı, yani basamağı Alîm isminden aşağı değildir. Çünkü Alîm adının sığası mübalağadır. Zira yüce Allah’ın ilmi ne artar ne de eksilir. Çünkü her malum, yani bilinen şey genellikle bölünmeden O’nun yüce ve sonsuz ilminin içindedir. Mübalağa ise mahcupları yani örtülü, gizli, görünmeyenleri anlatmak için bir tevazu ve tenezzüldür. Adetlerine göre vasfedilen adın sığası veya vezni faîl olup, mübalağayı oluşturur. Bu da aralarındaki konuşmalarında en-Nas’ın înâs benzer yakınlığı gibi mübalağanın bir çeşididir.

Şunu bil ki ilmin kudsî zâta nisbetle hakikati Kadîr adının hakikatinden daha yakındır. Bu yakınlık ilim makamı ile kudret makamı arasındaki farkın miktarı kadardır. Adet üzere bu itibarın, yani intikalin bi­linmesi iktiza eder ki sonradan artar ve takdir edilir.

İlim iradenin üstünde olduğundan, kudretin de üstünde bulunur. Hayattan, yanı yaşamdan başka ilmin üstünde bir şey bulunmaz. Bu se­bepledir ki yüce Bârî’nin bir adının el-Hayy yani canlı olması gerekmektedir. Zira bu ismin makamı Alîm makamından daha şereflidir. Buradaki yakınlık diğer bütün adlarda olduğu gibi itibaridir.

Şunu bilmelisin ki, yüce Allah’ın ilminin hakikati her şeyi kaplar. Her âlîmin ilmi, kendi özel ilminin bir vasfıdır. Öyle ise Hak Teâlâ ilmini hariçte fiilî mevkie koymak için kendini kuşatan ilimlerin tümünü kuşatmıştır. Bunun için bütün bilgileri İlim gözüyle bilir. Cüziyyat bilgisi alemlerin ilminin benzeri olması içindir. Bu sebeple Yüce Allah’ın ilminin bilinmesi, o ilmi hakkıyla düşünerek, doğrulayarak öğrenene ait olur. Bir ilmi hal ile öğrenen, hal ile bilgilenir. Keza bir ilmi tat alarak öğrenen bir kimse, İlmi zevk alarak öğrenir. O vakit alemin bilgisi ilim gözüyle, hal ve tavırla öğrenir. Bu hal ve tavırla ilmi öğrenince o vakit mevcudatın ilmini de öğrenmiş olur. Zira varlıkta ilimden yoksun bir şey yoktur.

İlim ikiye ayrılır:

1 – İnsanların istılâhî olarak öğrendiklerine ilim derler.

2 – Keza insanlar istılâhî olarak bu bir ilim değildir diyerek ilim hakkında söz ederler. Bu sözlerimle demek istiyorum ki, ilim sözcüğü hakikat erbabınca bilimdir. Hakikat ehli Hak Teâlâ’nın zâtı ilmine şehadet edip inanırlar. Keza onlar her kişide bu ilmi görürler. Bir örnek olarak Mâ yani su sözü hakikat ehlince düşünülmez. Bize gelince, onun içinde bir uygunsuzluk ve bozukluk olup bu sözcüğün aşağıya doğru indiğini, şayet içinde lezzet ve rahatlık duyarsa haddi aşarak yayıldığını, şayet ıslaklık dayarsa nemliliği kabul etmediğini, kurumak istemediğini görürüz. Nitekim bu da (Fiil-Efaîl) yani iş-işler gibi birbirine bağlı sınırları aşmazlar. Bu sözcüğün hiçbir şekilde hal ve durumu değişmez, ne ise odur. Bunların tümü kendi zatının fiilleridir.

Bu sözü söyleyen “Tabiatının gereği muktezası olarak faile, yani iş yapana veya başka bir yere gitmiştir” dese, biz cevap olarak ona “Bu faili kim taşıyıp götürmüştür, bu işi ona kim öğretmiştir?” diye sorarız. Bütün bunlar bizzat mevcudatın doğru yolarının fiilleridir ki mevcudatın hal ve “tavrına göre tümü ilimdir. Bu hazırlanmış yeri gören bir kimse bunun ca­hili olarak mevcudattan bir şey bulamaz. Zan ve düşüncesinde bir şey bu­lamadığı gibi, kendi hal ve durumundan da bir şey duyamaz. Zira bu duy­gu yalancı bir duygudur. Nitekim şaşı bir kimse tek olan bir şeyi iki olarak görüyorsa, o vakit bu yalancı bir idrak ve görüş olamaz. O kimse bir şeyi tek olarak görüyorsa o vakit o kimse şaşı olamaz. Şaşı olmayan bir kimse de şaşı olanı iki olarak görmüş olursa o vakit yalandır. Şayet onu tek ola­rak görüyorsa doğrudur. Zira bu iki görüşte doğrulanır. Çünkü bunlardan her birinin hal ve tavrına göre özel bir durumu vardır. Nitekim yanan bir ateşin isteği ne olabilir? Onun tabiatı yanarak yükselmektir. Bu da ateşin bilinen zâtı tabiatıdır. Keza hava da öyledir. Nitekim yeryüzü ve sudan nel­er doğup belirirse Hak Teâlâ tümünü yaratıklarına vermiştir. Daha sonra ona doğruyu ve doğru yolu göstermiştir. Hatta kendi hakkı olan özel ilmine de bir yol aralamıştır.

Şayet ilâhî kuşatmayı manen kabullenirsen o vakit Allah’ın ilmine, kayyûmiyyetine aşık olursun, belki de çok çok aşık olursun. Bu aşkın oluşması onun mevcudiyetindendir. Zira Allah’tan daha başka ve üstün ilim sahibi bir varlık yoktur. Böylece her şey bir âlemdir, her ilmin de gerçek olduğunu öğrenmiş oldun. Burada cehlin yani bilgisizliğin yeri yoktur.

Anlayış yönünden bir kimseyi cahil farz edelim, inceleyici onu ilmen görmüştür. Hakkaniyetli bir hüküm vermiş olsa onu hakkiyle âlim bir hal ve tavırdan başka bir durumda göremezdi. Zira o kimse bulunduğu mertebede, yani yükseklik makamında bulunmakta ve yüksekliği aşmamaktadır.

Hak Teâlâ el-Melik suresinin 3-4. ayetlerinde

Elleziy haleka seb’a Semavatin tıbaka* ma tera fiy halkırRahmâni min tefavut* ferci’ılbasare hel tera min futûr.

Sümmerci’ıl basare kerrateyni yenkalib ileykelbasaru hasien ve hüve hasiyr. (Mülk/3-4)

“Rahman olan Zât’ın yarattığında bir eksiklik, bir münasebetsizlik göremezsin. Gözünü göğe çevir bak! Orada bir çatlak göremezsin.

Sonra tekrar gözünü çevir bak! Gözün yorgun ve zayıf olarak sana döner.” Buyurulmaktadır.

Yukardaki konumuza dönelim: Cahil bir kimse düşüncesine göre bu tefavütü, yani eksikliği yorgun bir halde iken görmüştür. Zira ona göre orada bir noksanlık vardır. Şayet bu noksanlığı gerçek bir gözle görseydi bu söylediği batıl olurdu.

Dediğim gibi batıl olanı kendi hal ve durumunda iken inkâr etmeyin! Onun temizlikleri fanidir. Zatının temizleneceği korkusundan sende temizlik yapmıştır. Temizlik yaptığının ispatı kadar sen de ona aynı miktar­da temizlik hakkını öde! Bazı aklı kıt olanlar “Batıl yaratılanlar için bir ilim olmadığı halde, yaratan için bu bir ilim nasıl olabilir?” derler.

Biz deriz ki: Evet bir yönden batıl, Hâlık için bir ilim değildir. Bir diğer yönden bunda bir kudret vardır ki gereği icabı el-Kâdîr adının temizliği, kudretli kadirin her ikisinin şehadeti altında acizlikle temizlenir. Yani kadir ile kudretin bu temizliğin acele yapıldığının şahididirler. Şayet ulu varlık aczi dolayısıyla temizliğini yapamıyorsa bu yönden kadir olmayacağı şayet kadirin kendisine ait olan kudreti yok etmiş olsa, o vakit fiille değil kudreti ile mukadderat olacağına göre kadirin kudreti bazı mer­tebelerde fiille olmazdı. Eğer tenazüh edilenin temizliğine kudreti devam etmiş olsa, o vakit ebedi olarak takdir edilen kuvveti sürüp giderdi.

Bu güç ve kuvvetle ilerleme vaktin kudret ve yeterliliğine bakar. Bu ilerleme esnasında zaman zaman yeterli bazı eşyaları temiz olarak verdiği gibi, aynı zamanda eşya vakitlerini pak ve temiz olarak kudret ve acizle ve­rir. Nihayet onlardan sonsuzluğa doğru ayrılır. Bunda da hal ve tavırlara göre her şeyle sıfatlanması izlerinin gereklerindendir. O her şeyi olduğu gibi bilmektedir. Şayet kendini önceki durumuna gelmek için geri dönüşünü görmüş olup sıfatını yitirmiş olursa ö vakit hiçbir şey olamaz. Zira yüce Allah ahadiyyetinde bâkidir. Yüce Allah en doğrusunu bilir. (Afifüddin Süleyman Tilmsani-Esmaü’l-Hüsna/21-24)

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

ALÎM, ÂLİM, ALLAHU’L-ĞUYUP, A’LEM

Allah’ın ilmine delalet eden ilk vasıf zımnen mukayese değeri taşıyan ism-i tafdil şeklinde A’lem vasfıdır. Bu vasfın ilkin Necm/30 ayetinde bulunduğunu görürüz. Daha sonra aynı sıfatı bildiren çeşitli vasıflar gelmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı ’Alîm ismidir. İlk defa A’raf/200 ayetinde gelir.

El ‘Alîm: Allah’ın vasfı olarak: “olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri bilen, kendisine kâinattan hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük büyük, Zahir Batın her şeyi kuşatan.” Tarzında tarif olunur.

Halimî: “Âlim eşyayı nasıl iseler öyle idrak eden demektir. Diğer bütün mevcudat O’nun fiilleri olduğundan anlaşılır ki onları yapan Âlimdir ve bu fiiller irade ve kast iledir. Buna göre fiil ancak Âlim ve Hayy olmadan sadır olabilir. (Beyhaki/s-21)

Bu tarifler doğrudan doğruya lisandan çıkmasa bile Kur’an ın ilâhi ilme dair yerleri tetebbu edildikten sonra, el ‘Alîm vasfı hakkında bu tarifin doğru olduğu anlaşılır.

İlm Kur’an da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir. (çekimleriyle ve müştaklarıyla beraber 900 kadar) Allah’ın ilim sıfatının taallukatı hakkında çok ayrıntılı bilgilere sahip olmamız da bu keyfiyeti ile açıklanabilir. “İlim” sıfatı bir çok ayette mastar şekliyle Allah’a izafe edilmiştir. (Hayat, Sem’, Basar gibi öbür vasıflar için bu durum görülmez) U kökün çeşitli şekillerde kullanılmasıyla ilâhi ilmin mahlûklara taalluku, çok canlı ve müşahhas bir şekilde tasvir olunur. Bu durumu bazı örneklerle görmekte fayda vardır.

İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri (Hucurat/18), karalarda ve denizlerde 0lup bitenleri (En’am/59), yere gireni ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni (Hadid/4) yerde ve gökte bulunan her bir sözü (Enbiya/4) bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, Kur’an dan okuduğumuz her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka şahit olarak bilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre O’ndan gizli kalamaz. Zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi apaçık bir kitapta kaydetmiştir.” (Yunus/61)

Kur’an ı kerimin özelliklerinden biri de şudur. İnsana kendi varlığını unutturan, kâinatın uçsuz bucaksız fezasında kaybettiren bir tablo çizdiği zaman, umulmayan bir anda insanın dikkatini kendi üzerine toplar. İnsanın taşıdığı ehemmiyeti, önemli bir memuriyeti olduğunu bir sorumluluk mahlûku olduğunu öylesine takdir eder ki, rakamlara sığmayan genişlikte ki o muhitten kendisinin teşkil ettiği merkeze nasıl intikal ettiğinin insan farkına bile varmaz. İnsan böylece sonsuz mesafelerin yutan boşluğundan birden sıyrılır ve kendini bulur. Kur’an ın bu özelliğinin konumuz olan ilimle ilgili örneklerden bir kaçını arz edelim.

“Dikkat edin, göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. O şu anda içinde bulunduğunuz hali de bilir. Kendisine döndürüleceğiniz günde de onlara yaptıklarını tek tek haber verir. Allah her şeyi bilendir.” (Nur/64)

Göklerin ve yerin genişliğinde kendini unutan insanın dikkati birden şu saniyede içinde bulunduğu duruma çekiliyor. İş bununla da kalmıyor, bütün insanların, bütün yaptıklarına Allah’ın ilminin taalluk ettiği ve ahirette bunların hepsini tek tek bildireceği, Allah’ın işte böyle bir bilen olduğu anlatılıyor.

“Göklerde ve yerde, her ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar O’nundur. Sen sözü istersen açığa vur (istersen sakla) şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.” (Taha/6-7)

İnsan ışık yıllarıyla ifade olunan fezanın genişliği içinde kaybolmaya terk edilmiyor, aynı anda insanın şu saniyede telaffuz ettiğimiz sözü hatta kalbinin ve hayalinin en uzak köşesinde sakladığını da Allah’ın bildiği beyan olunuyor.

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Doğrusu O kalplerde olanı da bilendir. “ (Fatır/38)

“Düşen bir yaprak yoktur ki onu bilmesin. Yerin dibinin karanlığında hiçbir dane yoktur ki onu bilmesin Yaş- kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın”  (En’am/59)

“Bakışlardaki hainliği de, sinelerin özünü de bilir.” (Mü’min/19)

“Hiç yarattığını bilmez olur mu) O’dur gizlilikleri bilen Lâtîf, Habîr.” (Mülk/14) v.b. Kur’an İlâhi ilmin bu kabil müşahhas tasvirleriyle doludur.

İlim bir şeyi tam bir şekilde bilmektir. (Ma’rifet, şu’ûr, fıtrat, idrak, ihlas, ‘akl, der’ vb. gibi Arapça da bilmeyi ifade eden kelimeler ilmin özel şekillerine delalet eder. İlim daha kapsamlı bir kavramdır. Cenab-ı Hakkın bilmesini “’ilm” ile ifade edip öbürlerini Kur’an da mahlûklar için irad ettiği halde, kendisine bir defa bile izafe etmemesi elbette manidardır. Bunlardan yalnız FTN kökü Kur’an da yer almaz İdrak bir yerde gelmiş ise de (En’am/103) müşahade babından gelmiştir. Mutlak olarak izafe edilmemiştir.

Bu maddeden, mübalağa bildiren ‘Alîm vasfı bütün Kur’an da 162 defa gelmiş 153 yerde Allah’ı tavsif etmiştir. Allah hakkında kullanılırken bazen fiil ameli yaparak (Bir nevi mef’ul olarak) kayıtlı olarak gelir. Allah; “Yaptıklarını, yaptıklarınızı”, “muttakileri”, “zalimleri”, “müfsitleri”, “kalplerin sakladıkları her şeyi” bilir. Zikrettiğimiz bu durumda geldiğinde ‘Alîm ismi tek başına bulunur.

“innallâhe bi kulli şey’in alîm.” “Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir.” Gibi. Birçok ayette ise mücerret ve mutlak olarak gelir. Kimi eliflâmlı, kimi eliflâmsız olur 52 Mekki 101 Medeni ayette gelmiştir. Metin uzunluğu göz önüne alınırsa Medine de 3 misline yakın nispette fazla varid olduğu anlaşılır.

‘Alîm isminin kullanılışı başlıca şu özellikleri gösterir;

1 – “’Alîm hakîm” şekli. 11 defa Mekke de 26 deva Medine de nazil olan ayetlerde görülür.

2 – “Semî’ ‘Alîm” şekli 10 defa Mekke de 22 defa Medine de nazil olan ayetlerde görülür.

3 – “’Alîm Habîr” bitişmesi 1 defa Mekke de, 3 defa Medine de vaki olur.

4 – “’Azîz ‘Alîm” yalnız Mekke de nazil olan ayetlere mahsustur.

5 – “’Alîm Kad’ir” Yalnız Mekki ayetlere mahsustur.

6 – “Hallâk ‘Alîm” mukareneti sadece 2 Mekki ayette yer alır.

7 – “Fettah ‘Alîm” yalnız 1 Mekki ayette varid olmuştur.

8 – “’Alîm Halîm” yalnız 3 medeni ayette yer alır.

9 – “Şâkir ‘Alîm” mukareneti yalnız 2 ayette yer alır.

10 – “Vasî’ ‘Alîm” bitişmesi Medine ye münhasırdır.

Demek ki Allah’ın ilim sıfatı başka bir çok sıfatıyla terkib edilerek çok yaygın bir alanı kuşatmıştır. Bu mefhumlar arasında bazen bir derecelenme veya te’yid; (“’Alîm Hakîm”, “Senî’ ‘Alîm”, “’Alîm Habîr” gibi) Bazen dengelenme; (“’Alîm Kadîr”, “’Alîm Halîm”, “Azîz ‘Alîm” gibi.) Bazen farklı yönleri ihata etme (“Vasî’ ‘Alîm”, Şâkir ‘Alîm”, “Fettah ‘Alîm” gibi) durumları gözükmektedir. Celâl sıfatlarıyla yalnız Mekke de (‘Azîz, Kadîr, Fettah, Hallâk) Cemal sıfatlarıyla ise münhasıran Medine de (Halîm, Şâkir, Vasî’) terkib edilmiştir. Bilmek mefhumuna yakın olan sıfatlar ile ise (Hakîm, Habîr, Semî’), her iki devirde de beraber bulunmuştur. ‘Alîm vasfı 50 kadar yerde ise tek başına gelmiştir.

A’lem;

A’lem; ilimden ism-i tafdil şekli olup “daha iyi, en iyi, pek iyi bilen” demektir. Allah hakkında 40 tan fazla ayette varid olmuştur. Ancak hiçbir yerde eliflâmlı olarak süperlatif değerinde mücerret gelmemiştir. Hemen her yerde taalluk ettiği mütemmimi (tümleç) vardır. Fakat mukayese (comparatif) değeri de açık değil, zımni olarak ifade olunur. Mesela hiçbir yerde Allahu’l-A’lem (Mutlak olarak pek iyi bilen Allah) şeklinde varid olmamıştır.

“ve HUve a’lemu Bilmühtediyn” Allah doğru yola girenleri(girecekleri) pek iyi bilendir misalinde olduğu gibi. Kendisiyle mukayese edilenler, hazfolunmuştur, yani “sizden, onlardan daha iyi bilendir” tarzında mukayesenin öteki unsuru bildirilmemiştir. Buralar da A’lem yerine “‘Alîm” konulursa mana yine müstakim olabilir. Onun için böyle varid olan “A’lem” leri ekseriya bir nevi süperlatif değerinde düşünerek “Pek iyi bilendir” diye anlamak ve tercüme etmek daha isabetli olabilir.

Âlim;

İlimden ism-i fail olarak “bilen, bilici” anlamına gelen bu şekli, her zaman muzaf olmak suretiyle kayıtlı bir tarzda Allah’ı tavsif etmektedir. 13 kadar ayette varid olmuştur. Bilhassa ‘Âlimu’l-ğayb va’ş-şehade (gaybı ve mevcut olanı bilen) vasfında geçer. Bu vasıf hem Mekke de Hem Medine de görünür. Bu terkib belli başlı şu şekillerde tefsir olunur. “Gizliyi ve aşikârı bilen, Mahluklardan gaip veya onlara aşikâr olan her şeyi bilen.” Bu vasıf; “Sonra gayb ve şehadeti bilen’e döndürüleceksiniz” ibaresi ile geldiği her yerde mevsufsuz yani özel isim durumundadır. Bunların üçü de son Medine devrine aittir.

‘Âlimu’l-ğayb (Gaybı bilen) şekli 2 ayette varid olmuştur.

‘Âlimu’l-ğaybı’s-semavati ve’l-ard (Göklerin ve yerin gaybını bilen) şekli bir Mekki ayette gelmiştir.

Demek ki ‘Âlim şekli, hemen her yerde gayba muzaf olarak gelmiştir.

‘Âlimîn;

‘Âlim anlamında olarak fakat cemi şekliyle Allah’ı tavsif eder. Bu cemi şekli Failin azametini veya fiil hakkıyla yaptığını ifade eden aktivitenin kuvvet ve yoğunluğunu gösteren bir üslup nevidir. Allah kendisinin bilen olduğunu iki ayette de bu şekilde bildirmiştir. Bunların her ikisi de Mekki dir.

‘Allâmu’l-ğuyûb;

‘Allâm, Âlimin tekerrür ve mübalağa bildiren fa’al şeklidir. “Gizli denilen hiçbir şey kendisine gizli kalmayan”, “olmuşu ve olacağı bilen, gökte ve yerde kendisine hiçbir şey gizli kalmayan” tarzında tanımlanmıştır.

Allâm vasfı Kur’an da 4 ayette ve münhasıran gayba muzaf olarak gelmiştir. Biri Mekke de öbürleri Medine de dir. Bu 4 ayetten ikisinde Allah kendisinin bu vasıfla muttasıf olduğunu haber vermekte, birinde melekler birinde de bir peygamber (Hz. İsa) onu böyle vasfetmektedir. Hadis-i şerifte istihare duasında Allâm ismi geçmektedir. (Prof. Dr. Suad Yıldırım-Kur’an da uluhiyet/145-149)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL ‘ALÎM

El ‘Alîm; Yüce Allah’ın esma-i Hüsnasından bir ismi ve bir sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurur;

… Rabbenâ tekabbel minnâ* inneKE ENTEsSemiy’ul ‘Aliym. (Bakara127)

“Ey rabbimiz, bizden kabul buyur, çünkü daima işiten, daima bilen sensin ancak,sen.”

Lisanü’l-Arap adlı eserde bu kelime hakkında şu bilgi verilmektedir. “El ‘Alîm; henüz bir şey meydana gelmeden ve var olmadan önce olanları ve olacak şeyleri bilen Allah demektir.

El ‘Alîm; Yaratmadan önce yaratacaklarını idrak edip kavrayan ve yaratma esnasında da bununla ilgili emrini ve işleri idrak edendir. Yaratmazdan önce O’na hiçbir gizlinin gizli kalmayacağı gibi, yaratma sırasında da O’na hiçbir şey gizli kalmayacaktır. O hatırlanmasını murad ettiklerini hatırlatandır ya da kendisiyle Hakk’a yol bulacağı, hidayete ereceği şeyi de en iyi bilendir. Çünkü O zulmetten, karanlıktan nura taşıyan ilmin de kaynağıdır. Çünkü o ilim sadece gözlere, gözlemlemeye dayalı olan ilim değildir. Aksine o ilim basirete, kalp gözüne uzayan bir ilimdir. Böylece idrak olunmayı da idrak eder. O aklın kendisinden hüküm çıkardığı, hüccet, kanıt ve burhan ile yol gösterdiği bir ilimdir. Çünkü ayet mutlak manada ispata delalet etmektedir.

Mutlak ‘Alîm (el-Alîmu’l-Nutlak); O, ilme sebkat edendir. Çünkü ilim sadece O’ndandır. O’ndan önce ilimden söz edilemez. Bu nedenle ilim ancak ‘Alîm olan zattan öğrenilir. Çünkü el-‘Alîm olan Allah her öne geçenden önce olan demektir. O’nun ilmini geçen, O’ndan önce ilmin varlığından söz eden yoktur, olamaz da. Çünkü O, bir şey henüz meydana gelmeden önce meydana geleceğini bilir. Kaldı ki O, nehyeden sona erdirendir ve fakat nehyedilen sona erdirilen değildir.

İzafetle (göreceli olarak) el Alim olana gelince; bunun bilmesi muvakkattir, geçicidir. Yüce Allah’ın o geniş olan ilminden ne kadar ilim alırsa alsın, o kimsenin aldığı bu ilim kalıcı değildir. Çünkü daimi ve sürekli olan ilim, daima ve hep Hayy (ölmez, diri) olana aittir. Muvakkat (geçici) olan ilimde geçici olarak Alim olan halifeye aittir.

El Âlim; Gayb ve şehadet olayını idrak edip kavrayandır. Her şeyi ilmiyle kuşatıp ihata edendir. Kül yani bütün olanı da cüz yani parça olanı da ve o parçanın cüzlerini de ilmiyle kuşatandır. O her şeyi kuşatır ve fakat hiçbir şey onu asla kuşatamaz.

İzafetle Âlim olan; ilimde belli bir yer edinmiş olandır. Ki bu ilim ona Mutlak âlim olan tarafından doğrudan verilen bir bilgidir. Nitekim peygamberlerin durumu böyledir. (Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.) Ya da Resul ve Nebiler tarafından kendilerine ilim ve bilgi aktarılan mü’minlerin durumları da böyledir. Bir de o peygamberlerin kendilerinden sonra bıraktıkları ilimler, mucizeler ve korunmuş olan kitaplar da bu bilgileri mü’minlere aktarma aracı görevini yapmışlardır.

El-Âllâm; Baki olan ve göklerde olsun, yerde olsun hiçbir gizli kendisine gizli kalmayan zat demektir.

El-‘Alîm olan Allah mutlak manada Alîm olan zat demektir. Çünkü bu Yüce Allah’ın o güzel isminin manalarındandır. Bunlardan birisi de” El-‘Alîm” ismidir. Mana bakımından tüm malumatı, bilgileri umum olarak içine alan demektir. (Beyhaki)

Çünkü Allah, küllî olanları da, cüz’î olanları da en ince detaylarına kadar bilendir. Zira yüce Allah kendi zatını; Âlim, ‘Alîm, Allâm diye nitelemiştir.

Yüce Allah’ın ilmi bir tektir. O’nun ilminde çokluk yoktur Çünkü Yüce Allah’ın ilmi ister küllî manada olsun ister cüz’î anlamda olsun. İster küçük ister büyük olsun. İster maduma (yok olana) olsun ister mevcuda (var olana) olsun hepsine taalluk edince, hepsi için geçerlidir. Çünkü bizzat Yüce Allah’ın kendisi, kendi nefsini, zatını bu manada bir sıfata delalet eder şekilde nitelemiştir. Nitekim ayette şöyle buyuruluyor;

HUvelleziy halakaleküm ma fiyl’Ardı cemiy’an sümmestevâ ilesSemâi fesevvâhünne seb’a Semâvât, ve HUve Bikülli şey’in Aliym. (Bakara/29)

“O öyle bir yaratıcıdır ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra iradesini göğe yöneltip onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi çok iyi bilendir.”

Çünkü daha önce yeryüzünün ve semanın yaratılmasından, ulvi ve süflî alemde ki tasarruftan, öldürme ve diriltme gibi başkaca şeylerden söz edilmişti. Bütün bunlar tüm bu şeylerin tam kâmil olan ve her şeyi kuşatan bir ilimden sudur ettiğini, var edildiklerini gösterirler.

Yüce Allah’ın ilmi, bir ve tek olması hasebiyle kullarının ilminden ayırt edilir. Allah o, bir ve tek olan ilmi ile her malumatı bilir. Söz konusu olan malumatın (Bilinenlerin) değişmesi ile Allah’ın ilminde değişiklik olmaz. Çünkü Allah’ın ilmi duyulara dayanılarak, bir fikre bir düşünceye bağlı kalınarak kazanılan bir ilim değildir. Çünkü Allah’ın ilmi zaruridir. Zira O’nun ilminin yok olması mümtenidir., O’nun ilmi için yokluk asla söz konusu değildir. Kaldı ki yüce Allah’ı hiçbir bilgi ve ilim diğerinden meşgul edemez. Çünkü Allah’ın ilmi namütenahidir, sonsuzdur. (Ebu Hayyan)

Gayb ilmine gelince hiçbir aklın ve zihnin sorulanları veya sorulacakları bilemeyecekleri bir ilimdir. Gayb ilmi, aşağıda anlatılacaklara uygun olarak zamana müteallik olan bir ilimdir.

Geleceğe yönelik olarak gayba taalluk eden ilim; Bu henüz ortaya çıkmasının zamanı ve vakti gelmemiş olan ilim/bilgidir. Bu türden bir ilim için şu anda ne zaman meydana geleceğine ilişkin olarak elimizde buna tanıklık edecek bir şey de yoktur. Bu ileride meydana gelecek olan ilimdir. Herhangi bir kimsenin bilmesi söz konusu olmaksızın gelecek zamana yönelik olarak Allamu’l-Guyub olan yüce Allah’ın gücü ve kuvveti sayesinde ortaya koyduğu burhan ve verilerle ortaya çıkacak olan ilimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Yevme yecme’ullahur Rusüle feyekulü ma zâ ücibtüm* kalu lâ ilme lena* inneKE ENTE Allamül ğuyub; (Maide/109)

Allah bütün resulleri toplayacağı o günde “size ne cevap verildi” diye soracak. Onlar da “bizim bir bilgimiz yok, gizli olanları bilen ancak sensin sen” diyecekler.

Doğal olarak diyeceğimiz şudur; Henüz Allah’ın tüm peygamberlerini bir araya toplayacağı o güm gelmiş değildir. İşte bu bilgiye gayb bilgisi denir. Çünkü bu ilmin bilgisi geleceği zamana ve güne dek gizli bırakılmıştır.

Geçmişe yönelik olarak gayb ilmi; Bir örnek olması için belirtelim Varlıkların ilk yaratılış zamanları, geçmiş, vuku bulmuş olmasına rağmen, yaratılan varlıklara nazaran bilinmiyor. Bu açıdan bu mesele de gaybı ilgilendiren bir ilimdir. Bunu sadece Allâmu’l-guyub olan Allah bilir, O’ndan başkası bunu bilemez.

Nitekim geçmiş zamanda meydana gelen şeylerin durumu da böyledir. Gerçi yaratan Allah onları bir bir saymıştır. Fakat beşer aklı bunların çok az kısmını bilebilir. Bu itibarla insanoğlu bunların birçoğunu bilemez. Çünkü yüce Allah onları bilinemez olan gaybı ilimleri arasında saymıştır. Zaten O’na hiçbir gizli, hiçbir zaman gizli kalmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;

Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ sümme aradahum alelMelâiketi fekale enbiûniy BiEsmâi hâülâi in küntüm sadikıyn.

Kalu sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym.

Kale ya Ademu enbi’hum BiEsmâihim, felemmâ enbeehum BiEsmâihim, kale elem ekul leküm inniy a’lemu ğaybesSemâvâti vel’Ardı, ve a’lemu mâ tübdûne ve mâ küntüm tektümûn. (Bakara/31-32-33)

“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip “Haydi davanızda doğru iseniz bana şunları isimleri ile haber verin” buyurdu.

Melekler; Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz ya Rab. Bizim için senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O, her şeyi bilen hüküm sahibi sadece sensin sen” dediler.

“Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver” buyurdu. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle bunları haber verince buyurdu ki; “Size demedim mi ben şüphesiz göklerin ve yerin sırrını bilirim Ve sizin açıkladıklarınızı ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim.”

El Alîm; olan Allah, Hz. Adem’e tüm isimleri (her şeyin sırrını) öğretti. Daha sonra meleklerden bilmedikleri ve kendilerine önceden öğretilmemiş olan o isimler hakkında Hz. Adem’e bilgi vermelerini istedi. Fakat melekler böyle bir şeyi haber vermekten aciz kaldılar. Zaten bu ayette açıklanan olay da budur. Çünkü söz konusu isimleri Allah, Adem’e öğrettikten sonra artık o isimler Adem’e nispetle gayb olmaktan çıkmış oldular. Çünkü Allah söz konusu isimleri kendisine bildirdi.

Ancak yüce Allah söz konusu olan isimleri meleklere öğretmemiş ve bildirmemiş olması hasebiyle, o isimlere ilişkin bilgiler meleklere nispetle gayb ilminden sayıldılar. Bu nedenle gayb ilmi Hz. Adem’e nispetle ortaya çıkan ve bilinen bir ilim halini almış oldu. Bizim de kabul ettiğimiz gibi Hz. Âdem de bu ilmi bundan böyle maziye ilişkin bir ilim olarak kabul etmiştir.

Ancak konu melekler açısından değerlendirildiğinde Yüce Allah’ın kendilerinden Adem’e haber vermelerini istediği o bilgileri değerlendirdiğimizde, bu bilgiler Hz. Adem’e nispetle değil de meleklere nispetle gayb ilmi konusunda olan bilgileridirler. Bu durum Hz. Adem tarafından kendilerine bildirilinceye kadar melekler için hep gayb ilmi olarak sürüp gitti.

Gayb ilmi, idrak olunmayan şeyin idrak olunandan haber verdiği ilimdir. Bu da iki kısımda değerlendirilir.

Birinci kısım; Yaratan Allah yarattığı her şeyi bilmesidir. İşte bu ilim, hiçbir yaratılmışın muttali olmadığı, olamadığı ilimdir. İlmin bu kısmı gayb olması hasebiyle ihata olunamayacağından öğrenilmesi de muhal olan gayb dairesi içinde yer alır. Ancak bu durum Ademoğullarına nispetle ister olması mümkün ve beklenen olsun, ister olmasın bu dairenin dışında yer alırlar. Bu hal ortaya çıkarılana dek hep muhal olarak devam eder durur. Yahut ta ondan bir şey çıkarılması mümkün olan daire içerisine sokulana dek hep muhal olma dairesi içerisinde öylece varlığını sürdürür. Zaten bunun gerçekleşmesinden sonra söz konusu olan şeyin öğrenilmesi veya ondan herhangi bir bilginin elde edinilmesi tamamlanmış olur.

Bu durum yarattıklarını idrak eden ve Alîm olan Allah onu bizim için açıklayıp ortaya koyana veya ondan herhangi bir şeyi bize açıklayana dek hep böyle devam eder. Ancak yüce Rabbimiz bu şeyleri ortaya çıkarması halinde konu da tamamlanmış olur.

İkinci kısım;Bu ise henüz yaratılmamış olan ve fakat ilerinde yaratılacak şeylerle ilgili olan bilgileri içerir. Kuşkusuz işin bu kısmı da gayb ilminin bir başka cephesidir ki, bu bilgiyi onu yaratacak olan zatın dışında hiçbir kimse bilemez. Çünkü Yüce Allah önünde muhal diye bir şey yoktur. O herhangi bir şeyin olmasını murat edince, o şeye sadece “ol” der o da hemen oluverir. Zira her şeyden münezzeh olan yüce Allah her şeye kadirdir. Her şeyi ihata etmiştir ve her şeyi en iyi bilendir.

Bir şeyi garipsemenin sınırı, mümkün olan şeyler dairesinde yer alır ki, bu da zaten beşer bilgisinin sınırları içinde bulunmaktadır. Bu da kudret ve kabiliyet sınırları içerisinde devam eder ve böylece uzar gider. Fakat muhal olan daireye gelince, işte o dairenin içine beşer ilmi nüfuz edemez, oraya giremez. Bunun da nedeni o dairenin içinde yer alan ilimle ilgili husus, gaybı ilgilendiren bir husus olmasıdır. Gaybı da ancak Allâmu’l-Guyub olan Allah bilir. Bunun içindir ki mümkün olan dairenin sınırlarının boyutları nispidir, oransaldır. Oysa muhal olan daire içerisinde yer alan şeylerin boyutları mutlaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

Alimülğaybi fela yuzhiru ‘alâ ğaybihi ehadâ.

İlla menirteda min Rasûlin feinnehu yeslükü min beyni yedeyhi ve min halfihi rasadâ;

Liya’leme en kad ebleğû risalâti Rabbihim ve ehatâ Bima ledeyhim ve ahsa külle şey’in ‘adedâ; (Cin/26-27-28)

“O bütün gaybı bilir. Fakat gaybına, sırlarına kimseyi apaçık vakıf ve muttali kılmaz.

Ancak bildirmeyi dilediği ve seçtiği bir peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, onun önünden ve ardından gözcüler salar.

Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla ulaştırmış olduklarını, onlarda bulunan her şeyi kuşattığını ve her şeyi bir bir saymış ve kaydetmiş olduğunu bilsin diye. Bunu yapmıştır.”

Bu ayetlerin içermiş olduğu gerçeklerin iyice açıklanıp anlaşılması için burada bize bir görev düşmektedir. O da mananın tüm alemlere ve gayb olan şeylere delalet ettiğini bilmemizin gerektiğidir. Bunu bilmeliyiz ki gaybı bilen Allah’ı idrak edip kavramış olabilelim.

El Alîm; zamanı ve hareketi ve bunların ihtiva ettiği şeyleri idrak eden demektir.

El-Ğayb; hususen ve özellikle bizatihi yaratanın bildiği ve fakat yaratılanların bilmediği şeydir.

Alîmu’l-Ğayb. Meşiet ve dileme elinde olan zat demektir. O kulları ve yaratmış olduğu varlıkları ne kadar gayret sarf ederlerse etsinler hiç birisini kendi ilmine muttali kılmayandır. Meğer ki göndermiş olduğu elçilerden dilediklerine bildirmesini dilemiş olsun, bu müstesnadır. Nitekim buna ilişkin yukarıda geçen ayette şu ifadeler yer almaktadır.

Ancak bildirmeyi dilediği ve seçtiği bir peygamber bunun dışındadır.

Çünkü peygamberler yüce Allah’ın dilemesiyle Allah kendilerini, onları verdiği gayb ilmine hazırlamıştır. Ancak bundan önce Allah onları korumakla ihata etmiş ve onları her türlü vesveseden ve korkudan da emin kılarak gözetim altına almıştır. Peygamberlerin işi öyle basit değildir. O öyle bir iştir ki gökler ve yer ondan ötürü sarsılır ve boyun eğerler. Bu bakımdan tüm peygamberler ve elçiler melekler tarafından kuşatılıp koruma altına alınmışlardır. Kaldı ki melekler sadece kendilerine emredilenleri yerine getirirler, bıkmak, usanmak nedir bilmezler. Yaptıklarını Allah’a taat olsun için yaparlar. Melekler bizleri görürler ama biz onları göremeyiz.

Allamu’l-guyub; Akılların O’ndan gelen bir ilim olmadıkça idrak edemediği her şeyi idrak edendir. Allâmu’l-guyub, ilim açısından her şeyi bilmesi yönünden delile, hüccete, burhana ve ayetlere dayalı olarak aşırılık ve mübalağa ifade eden bir sıfattır. Çünkü El Allâm bir şeyi henüz var olmadan bilgisi, ma’rifeti o şeyi sebkan eden, onu geçendir.

El-İlm; İhata eden gizli ve saklı her şeyi kapsayandır. Bir de işin zahiri yönü var ki o da bir Âlimden, bir bilginden öğrenilendir. Ve Alîm ve Hakîm olan bir zattan da medet beklenilen, yardım alınandır.

Esasen ilmin doğrudan hikmetle, işitmekle, yaratmakla, izzet, kudret, fetih ve haber vermesi itibarıyla aşağıda yer alan ayetlere uygun olarak onlarla bağı ve ilişkisi vardır. Şöyle ki;

1 – Bunun hikmetle olan alakasını rabbimizin şu ayetinden öğreniyoruz;

Kalû sübhaneKE lâ ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneKE ENTEl AliymulHakiym. (Bakara/32)

Melekler; “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Ya Rab, bizim için senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O, her şeyi bilen hüküm sahibi sadece sensin sen”. Dediler.

2 – Bunun işitme ile de alakası vardır;

… tevekkel alellah* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym. (Enfal/61)

“Allah’a dayan. Çünkü işiten, bilen ancak O’dur”

3 – Bunun aynı zamanda yaratma fiiliyle de ilişkisi vardır. Çünkü Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor;

İnne Rabbeke HUvel Hallakul Aliym. (Hicr/86)

“Çünkü senin rabbin her şeyi yaratan, her şeyi bilendir.”

4 – Bunun izzet ile de alakası bulunmaktadır;

Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym. (Zuhruf/9)

“And olsun ki onlara; “gökleri ve yeri kim yarattı” diye sorsan elbette “onları çok güçlü ve her şeyi bilen yarattı” derler.”

5 – Bunun aynı zamanda Kudret ile de alakası bulunmaktadır;

… yahlüku ma yeşa’* ve HUvel ‘Aliymül Kadiyr. (Rum/54)

“O dilediğini yaratır ve O her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.”

6 – Bunun Fetih ile de alakası vardır;

Kul yecme’u beynena Rabbüna sümme yeftehu beynena Bil Hakk* ve HUvel Fettahul’ ‘Aliym. (Sebe’/26)

De ki; “Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızı hak hükmü ile ayıracak. O öyle yegâne hüküm veren, öyle her şeyi bilendir.”

7 – Bu kelimenin haber vermek ve bildirmekle de alakası vardır;

Ve iz eserrannNebiyyu ila ba’dı ezvacihi hadiysa* felemma nebbeet Bihi ve ezharehullahu ‘aleyhi ‘arrefe ba’dahu ve a’reda ‘an ba’d* felemma nebbeeha Bihi kalet men enbeeke hazâ* kale nebbeeniyel’AliymulHabiyr. (Tahrim/3)

Peygamberler, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah’ta bunu peygambere açıklayınca Peygamber; (Eşine) bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi; Bunu sana kim söyledi?” dedi. Peygamber; “Bilen, her şeyden haberi olan Allah bana söyledi.” Dedi.

İzafet yoluyla yani göreceli olarak Alîm olana gelince bu, mutlak manada Alîm olan zatın ona ilimleri bir şekilde bildirmesiyle bilen, Alîm olan kimsedir. Allah’ın kendisine bildirmesiyle o kimse, başkalarının bilmediklerini bilir. Burada yüce Allah’ın kendisine ait sırlardan herhangi birini veya herhangi bir hikmetini vermesi için, bu iş için seçtiklerinde bir özellik bulunmaktadır. Nitekim Hz. Yusuf AS. In durumu böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Kale len ursilehu meaküm hatta tu’tuni mevsikan minAllâhi lete’tünneniy Bihi illâ en yühata Biküm* felemma atevhu mevsikahüm kalellahu alâ ma nekulü vekiyl; (Yusuf/66)

Dedi ki; “Kesinlikle onu sizinle beraber göndermem. Ta ki hepiniz her taraftan kuşatılmadıkça. Onu mutlaka bana getireceğinize dair Allah’a yemin edesiniz” Söz verdikleri vakit dedi ki; “Allah söylediklerimize karşı vekildir.”

Çünkü sırlar ve hikmetlerle ilgili hususlar ilmin ötesinde, dışında kalan şeylerdir. Bu itibarla o hususlar öyle kolay ve basit şeyler değildirler. Ancak yüce Allah, oldukça zor ve ağır olan bu işler için kimlerin bunu üstlenebileceğinin, bu görev için kimlerin hazır olduğunun seçimini ve tercihini bizzat kendisi yapmıştır. Onların bilmedikleri, bilemedikleri şeyleri onlara açıklamak suretiyle onlara bunu bildirmiştir. Onların rüya olarak gördükleri şeyler, eylem olarak gün yüzüne çıkar, fiile dönüşür. İleri dönük olarak meydana gelecek olan şeylere taalluk eden o bilgiler, bazı kimselerin bu bilgilere muttali kılınmasıyla konu tamamlanmış olur.

Böylece o kimseler, söz konusu olaylar meydana gelmezden çok önceden o şeylerin meydana geleceğini haber verirler. Eğer söz konusu olaylar meydana gelirse bu takdirde olayları en iyi yorumlayacak olanlar da yine o kimseler olacaktır. Bu da tıpkı Hz. Yusuf AS. Da gördüğümüz kurala uygun olarak meydana gelecektir. Zira Hz. Yusuf AS. Olayları ve rüyaları, olay meydana gelmezden önce yorumlar ve buna ilişkin alınması gereken tedbirleri de aktarırdı. Çünkü o rüyaların yorumu, bizzat ‘Alîm olan Allah tarafından öğretilmişti. Rabbimizin;

… ve yütimmu nı’meteHU aleyke ve alâ ali Ya’kube kema etemmeha alâ ebeveyke min kablü İbrahiyme ve İshak .. (Yusuf/6)

Ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.

Ayetinde geçen nimet kelimesi ile yüce Allah tarafından İbrahim ve soyundan gelecek olan peygamberler konusuna dikkat çekilmiştir. Çünkü onun soyundan Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf -Allah’ın selâmı hepsinin de üzerine olsun- peygamberler gelmişlerdir. Nitekim onlardan sonra da Hz. Musa AS., Hz. İsa AS. Ve Hz. Muhammed AS. Gelmiştir.

Bir de; inne Rabbeke Aliymun Hakiym Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. Kavli Yüce Allah’ın ilmine ve hikmetine delalet etmektedir. Söz konusu olan bu ilim ve hikmet, Yüce Allah’ın Hz. Yusuf’a öğrettiği ilimin ötesinde olan bir ilimdir. Bu daha önce iki atası olan İbrahim ve İshak’a verdiği tamamlamadığı peygamberlik ilmidir.

El ‘Alîm; ilmin kaynağıdır yani en dakik olandan çok daha dakik ve çok daha kapsamlı olan ilmin de kaynağıdır. O öyle bir ‘Alîm dir ki hiç bir gizli, nerede olursa olsun asla O’na gizli kalmaz. Çünkü onun da yaratanı ve gizleyeni bizatihi Yüce Allah’tır. O şeyler Allah tarafından dilediklerine açıklanana dek hep gizli kalacaklardır.

El ‘Alîm; Yüce Rabbimizin Esma-i Hüsnasından bir isimdir. Kâmil manada ilmi tazammun eder, içerir. O ilmi hiçbir zaman bir cehalet bir bilgisizlik asla sebkat etmemiştir. Hiçbir zaman bir şeyi bilmemek diye bir durum Allah için asla ve hiçbir zaman vaki değildir. Allah için unutkanlıkta yoktur. O’nun ilmi her şeyi aynı anda kuşatacak derecede geniştir. İster mücmel anlamda olsun, ister detaylar bağlamında olsun O’nun fiillerine veya kavillerine taalluk eden her ne varsa Rabbimizin ilmi hepsini kuşatmıştır. Hepsi de Yüce Allah için eşittir. Allah şöyle buyuruyor;

Kale ılmuha ‘ınde Rabbiy fiy Kitab* lâ yedıllu Rabbiy ve lâ yensa. (Taha/52)

(Musa) De ki; “onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.”

‘Alîm olan Allah’ın ilmi her şeyi ihata etmiştir. Çünkü O her şeyin yaratıcısıdır. Bu itibarla O, onları daha iyi bilir. O Hayy ve Kayyûm’dur. Bu itibarla O, bir eksiklik ve noksanlık olan unutkanlık, yanılma ve bunlar gibi vasıflardan münezzehtir, mukaddestir. Kimde bu türden sıfatlar yoksa işte o, tam ve mutlak olan ilme sahip ve malik olandır.

İnsana düşen görev, hem arif ve hem âlim olmasıdır ki ilmi sayesinde çevresinde olan bitenlerden haberdar olabilsin. Onları ihata ederek kuşatabilsin. Bu sayede o kuşatıcı bilgi sayesinde en hassas dengeleri ve işleri bilmiş olsun. Unutmamak hep hatırlamak için gayret ve çaba sarf etsin. Hep uyanık ve dikkatli olsun, yanılgı ve yanlışa imza atmamış olsun. Çünkü bu sıfatlar izafet yoluyla yani göreceli olarak kişinin âlim olmasını sağlar.

‘Alîm olan Allah’ın ilmi hem geniş ve hem ihatalıdır. Geniş olan ilmiyle değerleri ve ölçüleri takdir eder. Böylece O’nun halk üzerinde fiilen ve tesir yoluyla olan emri tam ve kâmil manada bir emir halini alır. Hassas ve dakişk hareket sahibi olan gök cisimlerini, bunların insan hayatı üzerinde ki etkilerini, ‘Alîm olan Allah, ilmiyle onları faydalı bir şekle getirerek düzeni sağlar.

Şöyle bir düşün hele! Eğer güneş şu anda bulunduğumuz konum itibarıyla dünyamıza daha çok yakın veya uzak olsaydı şüphesiz hiç hoş olmayacak sonuçlar doğardı. Çünkü güneş dünyamıza şimdiki konumundan daha yakın olsaydı, o takdirde aşırı sıcaklık yüzünden her şey mahvolurdu. Konumu eğer biraz daha uzak olsaydı o takdirde de her şey soğuktan mahvolurdu. Bu da yer yüzünü uygar hale getirmeyi isteyen Âlim olanın iradesine aykırı olacaktı. Haşa Yüce Allah’ın fiillerinde her hangi bir tenakuz (çelişki) olamaz.

Yine düşün hele! Eğer güneş ile ayın hareketleri, bu gezegenlerin dışında olsaydı kuşkusuz olabilecek değişiklikler bu anlatılanlara göre çok daha vahim olacaktı. Bunun en önemlisi de kayıpların oluşması, vakitlerin değişmesi gibi durumlar meydana gelirdi. Bu da insan hayatını yaşanamaz bir konuma sokardı. Çünkü insanların zamanlarını ve vakitlerini düzene sokmaları güneş ile aya bağlıdır.

Kaldı ki ‘Alîm olan Allah’ın ilmi, tüm ilimleri sebkat etmiştir. Çünkü O, Allâmu’l-ğuyub dur. O her şeyi bir hesaba göre yaratmış, bir ölçü ve mizana göre var etmiştir.

‘Alîm olan Allah’ın öğretmesi iki kısımdır;

Birinci kısım; Özel olmayan genel bir ilimdir. Bu türden olan ilim, bütün kullar için geçerlidir. Nitekim her şeyden münezzeh olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

Er Rahmân – Allemel Kur’ân – Halekal İnsân – Allemehül beyân. (Rahman/1-2-3-4)

“Rahman Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.”

Burada söz konusu edilen insan, cins, (tür) olarak erkek ve kadın olmak üzere hepsini kapsamaktadır.

İkinci kısım;

İşte bu kısımda söz konusu edilen ilim özel, (hususi) olan ilimdir. Burada hususi ifadesinden kasıt, öğreten öğretmenin tercih ettiği, özel kıldığı hususiyet olma olasılığı ile hususileştirdiği ilim olmasıdır. Çünkü ‘Alîm olan Allah, kullarından dilediklerini seçer, tercih eder ve o kullarına bir takım özel bilgiler verir. Örneğin Hızır AS. Buna misal olarak verilebilir. Ayette konu ile alakalı olarak şöyle buyuruluyor.

Feveceda ‘abden min ‘ıbadiNA âteynâhu rahmeten min ‘ındiNÂ ve ‘allemnâhu min ledünNÂ ‘ılmâ. (Kehf/65)

“Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”

Nitekim Hz. Davud AS. İle oğlu Hz. Süleyman peygamberleri de gösterebiliriz. Çünkü o ikisine de özel bir4 ilim verilmişti. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

Ve lekad ateyna Davude ve Süleymane ‘ılma* ve kalel Hamdü Lillâhilleziy faddalena alâ kesiyrin min ıbadiHİl mu’miniyn. (Neml/15)

“And olsun ki. Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik. İkisi de “bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun” dediler.”

Bir de yüce Allah Hz. Davud’a, zırh yapma sanatını da öğretti. Rabbimiz şöyle buyuruyor;

Ve allemnahu san’ate lebusin leküm li tuhsıneküm min be’siküm* fehel entüm şakirun. (Enbiya/80)

“Bir de ona sizin için, sizi savaşınızın şiddetinden korusun diye giyecek (zırh) sanatını öğretmiştik. Şimdi siz şükrünü yerine getiriyor musunuz?”

Bu ileriki dönemlere doğru hep ilerleme ve gelişme kaydeden bir ilimdir. Çok ileri derecede mertebelere ulaşması için bu gereklidir. Günümüzde ise buna zırhlı korunma, füze savunma sistemi, demir gök kubbe gibi isimler verilmektedir. İnsanoğlu Hz. Davud’un bu sanatını rabbimizin dilediği noktaya ve zamana dek devam ettirecektir. (Prof. Dr. A Hüseyin Akil-El-Esmaü’l-Hüsna Şerhi/257-268)

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

EL – ALÎM

1 – Alîm isminin lügat anlamı:

İlim kökünden türetilen el-Alîm ismi; bilmek, tanımak ve bir şeyin künhüne vakıf olmak anlamlarına gelmektedir. Kur’an da en çok kullanılan kelimelerden bir tanesi de ilim kökünden türeyen kelimelerdir.

2 – Alîm isminin ıstılah anlamı:

Alîm; semâvatı ve içinde olanları bilendir.

Alîm; uçsuz bucaksız yeryüzünü ve onun içindekileri bilendir.

Alîm; gayb alemini ve tüm gaybî konuları bilendir.

Alîm; denizlerde olup biten her şeyi bilendir.

Alîm; yerde ve gökte söylenen her sözü bilendir.

Alîm; insanların bulunduğu her durumu ve yaptıkları her işi bilendir.

Alîm; kalplerde gizlenen düşünce, fikir, niyet ve sırların tamamını bilendir.

Alîm; gözlerin her bakışını ve kalplerin her meylini bilendir.

3 – Alîm isminin Kur’an içerisinde incelenmesi:

El-Alîm ismi; Kur’an da 153 defa Allah’ın ismi olarak zikredilir. Bunların bir kısmını kısaca şöyle sıralayabiliriz:

vAllâhu Aliymun Bizzalimiyn. (Bakara/95)

“Allah zalimleri bilendir.”

innAllâhe Aliym’un Bil müfsidiyn. (A. İmran/63)

“Allah bozguncuları bilendir.”

vAllâhu Aliymün Bil müttekıyn. (A. İmran/115)

“Allah muttakileri (takva sahiplerini) bilendir.”

vAllâhu Aliymun Bi zatis sudur. (A. İmran/154)

üslerin içinde olanları bilendir.”

vAllâhu Bi ma ta’melune ‘Aliym. (Bakara/283)

 “Allah insanların yaptığı amelleri bilendir.”

… ennAllâhe ya’lemü ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı ve ennAllâhe Bi külli şey’in ‘aliym. (Maide/97)

“Bu da Allah’ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu (sizin de anlayıp) bilmeniz içindir.”

Kale Rabbiy ya’lemul kavle fiys Semai vel’ Ard* ve HUves Semiy’ul ‘Aliym. (Enbiya/4)

“Dedi ki: Rabbim, yerde ve gökte (söylenmiş) her sözü bilir. O, hakkıyla işiten ve bilendir.”

… ve HUve Bikülli şey’in Aliym. (Bakara/29)

“Allah her şeyi bilendir.”

El-Alîm ismi, Kur’an da şu isimlerle beraber zikredilir: Hakîm, Vasi, Semi‟, Şâkir, Halîm, Azîz, Hallâk, Kadîr, Fettâh ve Habîr.

4 – Alîm isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1 – Rabbimiz bizi nasıl eksiksiz bir şekilde yaratmışsa, getirdiği nizam da aynen öyle eksiksiz ve mükemmel bir nizamdır. Rabbimiz yaratmış olduğu bizlerin nasıl bir hayata ihtiyaç duyduğunu en iyi bilmektedir. Bunun için bize hayat rehberi olarak Kur’an ı indirmiş ve Resulünü göndermiştir. Bizleri tam bir ilimle yaratmış ama başıboş bırakmamış, kontrolünden uzaklaştırmamıştır. Mutluluğumuz için birtakım helal ve haramlar çizmiş, cennet yolunun ölçülerini belirlemiştir.

 Elâ ya’lemu men haleka, … (Mülk/14)

“Yaratan, yarattığını bilmez mi?”

2 – Bizler, ilmin kaynağının Allah olduğunu bilmeliyiz. İlim öğrenmek istiyorsak Kur’an a ve Resulullah (s.a.v) ın öğretilerine yönelmeliyiz. Hayatımız ilimle dolsun, hiçbir anımız boş geçmesin istiyorsak Kur’an a beraberliğimizi artırmalıyız. Diğer ilimler bizim için Kur’an ve sünnet ilminden önce geliyorsa o zaman hayatımızda bir dengesizlik oluşacaktır. Diğer ilimler, Kur’an ve sünnetin daha iyi anlaşılması için öğrenilir. Kur’an dan uzaklaştırsın diye değil.

Bazıları, “Kur’an ı anlamak için yetmiş tane ana bilim, yetmiş tane de ara bilim bilmenin gerektiğini” söylüyorlar. Bu insanlar açıkça, “Sizin Kur’an okumanıza, bilinçlenmenize gerek yok, sizler bilinçlenirseniz bizim saltanatımız sarsılır” demektedirler. Acaba sahabeler kaç tane ana ve ara bilim dalı biliyorlardı? Oysa onlar önce Kur’an la tanıştılar. Allah’ın ilmiyle donatıldılar. Sonra da Allah onları yeryüzünün vârisleri kıldı.

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

Anlamı düşünülmeden okunan Kur’an da hayır yoktur. İlimsiz, cahilce yapılan ibadette de hayır yoktur. Gerçek fakih şu üç özelliğe sahip olan kişidir:

1 – İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen,

2 – Allah’ın azabından da emin kılmayan,

3 – İnsanları Kur’an dan başka kaynaklara yönlendirmeyen.” (Daimi/Mukaddime-29)

3 – Öğrendiğimiz ilimler takvamızı, Allah’a karşı saygımızı ve korkumuzu artırmalıdır. İlim öğrendikçe günahlarını daha basit gören, samimiyetini kaybeden, her yanlışına dinden bir kılıf uyduran kimseler gibi olmamalıyız. Resulullah (s.a.v) ve ashabı öğrendiklerini, Allah’tan daha çok korkmaya ve O’na daha çok saygı duymaya vesile olsun diye öğreniyorlardı. Öğrenmekle kalmayıp ilmi gönüllerine sindiriyor, hayatlarının her bölümünde yaşamaya çalışıyorlardı.

… innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema. .. (Fatır/28)

“..Kulları içinde ancak Alîmler, Allah’tan (gereğince) korkarlar..”

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görür, işitmediklerinizi işitirim. Gökler adeta gıcırdadı, gıcırdaması da onun hakkıdır. Gökyüzünün dört parmak bir yer bile kalmaksızın her yerinde Allah’a secde eden melekler vardır. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız.” (İbn. Mace/Kitabü’s Züht/4190)

4 – İnsan her konuda sınırlı olduğu gibi, ilim konusunda da sınırlıdır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmeyeceği ilimler vardır. Gayb ilmi, kıyamet saatinin ilmi gibi ilimlerin haberi sadece Allah’a aittir.

İnnAllâhe ‘ındeHU ılmüs saati, ve yünezzilül ğays* ve ya’lemu ma fiyl’ erham* ve ma tedriy nefsün ma zâ teksibü ğadâ* ve ma tedriy nefsün Bi eyyi Ardın temut* innAllâhe ‘Aliymun Habiyr. (Lokman/34)

“Kıyamet saatinin bilgisi sadece Allah katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.”

Alimülğaybi fela yuzhiru ‘alâ ğaybihi ehadâ.

İlla menirteda min Rasûlin feinnehu yeslükü min beyni yedeyhi ve min halfihi rasadâ. (Cin/26-27)

“O bütün görülmeyen gaybı bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği peygamberler bunun dışındadır..”

Peygamberimiz (s.a.v)‟in hadislerinde bazı gayb bilgileri vardır. Rabbimiz, peygamberine bildirmiştir ve zamanı gelince bu söylenenler gerçekleşmiştir. Ama bunun dışında “Ben gaybı bilirim, gelecekten haber” veririm diyen herkes yalancıdır. Bizler böyle kimseleri reddetmek ve “Sen yalancısın” demekle sorumluyuz. Levh-i Mahfuz‟a çıkıpta; insanların ömürlerini, hayatlarını, sonlarını, ölümlerini, kalplerinden geçenleri öğrendiklerini iddia edenleri yalanlamak ve insanlara onların gerçek kimliklerini göstermekle sorumluyuz.

Kıyametin kopacağı saati bildiğini söyleyenler, kıyametin falan yılda kopacağı üzerinde tahminler yürütenler de yalancılardır. Allah onları gaybına muttali kılmamış, sırlarını onlarla paylaşmamış, onlara Levh-i Mahfuz‟un sayfalarını açmamıştır.  (Dr. Ramazan Sönmez./Esma-i Hüsna

{{“Ve ahiru davanâ enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.}}

 

 

 
10 Yorum

Yazan: 14 Eylül 2017 in ESMA ÜL HÜSNA

 

Etiketler: , ,