RSS

İslamoğlu Tef. Ders. A’RAF SURESİ (152-171)(56)

19 Ağu

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Sevgili Kur’an dostları geçen dersimizde A’raf suresinin 150. ayetine kadar işlemiştik. İşlediğimiz ayetleri hatırlayacak olursak Mekke döneminin ikinci yarısında indirilen bu ayetlerde, içerisinde hiçbir Yahudi nüfus bulunmayan Mekke de onlarca ayet İsrail oğullarının Yahudileşme serüveninden söz ediyordu. Bu Yahudileşme serüveni içerisinde ana noktalardan temel sapmalardan biri olan İsrail oğullarının kendilerine zulmeden firavunun elinden kurtulduktan sonra nasıl zalim kavmin putu olan ineğe, buzağıya taptıklarını anlatıyor ve bunun arkasından Hz. Musa’nın bu sapmaya karşı tepkisini veriyordu.

Haddi zatında geçen ders işlediğimiz ayetlerden de hatırlayacağınız gibi İsrail oğulları buzağıya tapmıyorlardı. Mısır’ın apis tanrısı, kutsal sığır tanrısı olan apise tapıyorlardı. Ona da tapmıyorlardı, tıpkı Tevrat’ta bir cümle ile geçen Mısır güzel ve görkemli bir inekti. Sözünde olduğu gibi İsrail oğulları özledikleri Mısır’a tapıyorlardı. Toprağa tapıyorlardı.

Onun için Kur’an akide pahasına, iman pahasına, onur pahasına, özgürlük pahasına böylesine bir toprağa bağlılığı reddediyordu.

İşte o ayetlerin ardından Hz. Musa Vahiy almak için gittiği Tûr dan dönünce karşılaştığı bu korkunç, ürpertici manzaraya tepki gösterdi. İlk tepkisini de yerine halef olarak bıraktığı Harun’a göstermişti kardeşi Harun peygambere. Harun peygamber bu işte kendisinin bir dahli olmadığını, kendisini de ezip geçtiklerini, eğer daha da ısrarlı davransaydı canına kastedecekleri haberini verince Hz. Musa  bu kez doğrudan Allah’a yönelecek ve şöyle diyecek;

151-) Kale Rabbığfirliy ve liehıy ve edhılna fiy rahmetiKE ve ENTE Erhamür Rahiymiyn;

(Musa) dedi ki: “Rabbim… Beni de kardeşimi de mağfiret et ve bizi rahmetine dâhil et… Sen, Erhamur Rahıymiyn’sin.” (A.Hulusi)

151 – Dedi: rabbim bana ve kardeşime mağfiret buyur ve bizi rahmetinin içine koy, sen ki erhamürrahimînsin. (Elmalı)

Kale Rabbığfirliy ve liehıy ve edhılna fiy rahmetiKE ve ENTE Erhamür Rahiymiyn; Musa; Rabbim dedi. Rabbim beni bağışla, sanırım bu beni bağışla duası, özrü, istiğfarı; öfkemi, aceleci öfkemi, verdiğim acele yargıyı, kardeşim Harun için olan suizannımı bağışla anlamına gelse gerek. Beni bağışla, kardeşimi de ve bizi koruyucu şefkatinle kuşat. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.

Bir peygamber son dahlinde insanın istikametinin nereye dönmesi gerektiğini, insanın son yöneleceği merciinin hangi mercii olması gerektiğini işte böyle öğretir insana.

152-) İnnelleziynet tehazül ıcle seyenalühüm ğadabün min Rabbihim ve zilletün fiyl hayatid dünya* ve kezâlike neczil müfteriyn;

Muhakkak ki buzağıyı (tanrı) edinenlere, Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir aşağılanma ulaşacaktır… Biz iftiracıları böyle cezalandırırız. (A.Hulusi)

152 – Şüphesiz o danayı edinenlere rablerinden bir gadab ve Dünya hayatta bir zillet erişecek ve işte müfterileri böyle cezalandırırız. (Elmalı)

İnnelleziynet tehazül ıcle ve Musa peygamber Harun’a yönelerek; Şu buzağıyı tanrı edinenlere gelince dedi.

seyenalühüm ğadabün min Rabbihim ve zilletün fiyl hayatid dünya sonunda onlar rablerinin gazabı gelip onları bulacak, dünya hayatında ise onursuzluğa, zille, onursuzluğa mahkum olacaklar.

Bu ibareyi Musa peygamberin ağzından naklediyor diye düşünüyorum Kur’an. Ona atfetmek lazım diye düşünüyorum, çünkü ibare, yukarı ile doğrudan bağlantılı. Her ne kadar dinsel bir atıf yoksa da bu ibareyi en doğru olan Hz. Musa’nın ifadesinin bir devamı saymaktır gibi geliyor bana.

Tabii burada sadece şirk değil, aynı zamanda düşmanına tapacak kadar onursuzlaşan bir topluluğa hüküm koyma var. Onun içinde diyor ki;

seyenalühüm ğadabün min Rabbihim sonunda rablerinin gazabı gelip onları bulacak, ama bu Allah’ın hakkına tecavüz etmelerinin karşılığı. Bu o. Fakat şirk, hele onların şirki. Yalnızca Allah’ın hakkına tecavüz değil ki, bir de kendi onurlarına tecavüz. Çünkü düşmanlarına tapıyorlar. Düşmanlarının putuna tapıyorlar. Mısır’a tapıyorlar. Kendilerinin varlığına kastetmiş, kendilerine en büyük zulmü yapmış, soykırım uygulamış bir topluluğun putunu tanrı ediniyorlar.

Bu sadece akidevi bir suç olmaz, aynı zamanda bu insanın kendi kendisine karşı, insanın kendi onuruna karşı işlediği büyük bir suçtur. İşte onun için ayet, 1 ve 2. bölümü veriyor bize, ki o da; ve zilletün fiyl hayatid dünya. dünya hayatındaysa onursuzluğa mahkum olacaklar. Zaten bu onursuzluğun ta kendisi. Bir insan veya insanlar düşmanlarına tapmaya başlamışlarsa bundan büyük onursuzluk mu olur.

Affınıza sığınarak Cemil Meriç’in bir tasviri geldi gözümün önüne. Tam da İsrail oğullarının düşmanlarının tanrısına tapma zilletini güzel ifade eden bir tasvir.

Efendisinin pisliğini şifa niyetine içen aptal uşak..! Der.

Ağır, ama bir o kadar da betimleyici, olayı insanın zihnine kazıyıcı bir tasvir bu. Aynen İsrail oğullarının düştüğü Yahudileşme kompleksi bu idi işte. Onun için tıpkı onlar efendisinin pisliğini şifa niyetine içen aptal uşak rolünü oynuyorlardı. Allah bundan büyük bir zillet verebilir miydi.

ve kezâlike neczil müfteriyn; biz iftiracıları, Allah hakkında, yalan uyduranları, hakikate çamur atanları işte böyle cezalandırırız.

153-) Velleziyne amilüs seyyiati sümme tabu min ba’diha ve amenû* inne Rabbeke min ba’diha le Ğafûrun Rahıym;

Ancak öyleleri (de var) ki, kötülükler yaptıktan sonra, ardından pişman olup tövbe ederek, iman ettiler… Muhakkak ki Rabbin ondan sonra elbette Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

153 – O, kötü amelleri işleyip de sonra arkasından tövbekâr olup iman edenler ise şüphe yok ki rabbin ondan sonra elbette gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

Velleziyne amilüs seyyiati sümme tabu min ba’diha ve amenû Ne ki, devam ediyor. Ne ki önce kötülük işleyip te ardından pişmanlık duyarak Allah’a güvenle yönelenlere gelince. ve amenû sözcüğünü, güvenle diye çevirmeyi uygun buldum, ve iman edenlere gelince anlamına gelir kelime anlamı. Ama buradaki iman daha çok güvenle ilgili bir iman. Güvene dayalı. Zaten bir iman ki güvene dayanmıyorsa o iman olur mu? Sana iman ettim ama güvenmiyorum diyen bir iman, iman mıdır ve unutmayın bugünkü bir çok insanın Allah’a imanı, işte böylesine çelişkili bir imandır.

Rabbim sana inandım, ama falancaya güveniyorum.

Diyen bir iman..! Böyle bir iman, iman olur mu? Ama böyle binlerce, milyonlarca iman var. İşte onun için ben özellikle güven, yani imanın ahlaki tanımı olan güven boyutunu vurguladım bu çeviride.

Evet, Allah’a güvenle yönelenlere gelince;

inne Rabbeke min ba’diha le Ğafûrun Rahıym; Kuşkusuz senin rabbin, hele de böyle bir tevbeden sonra, böyle bir pişmanlıktan sonra Çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir. Süpürme yok. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar büyük suç işlerse işlesinler, yine kulumsun bana geleceksin dercesine, affederim diyor peşinen. Yeter ki ısrar etme.

Bakınız işlenen günahın büyüklüğüne bakınız, nankörlüğün büyüklüğüne bakınız; Allah’ın rahmetinin büyüklüğüne bakınız. Hiçbir nankörlük Allah’ın rahmetinden büyük olamaz. Hiçbir günah Allah’ın merhametinden büyük olamaz. Hiçbir isyan Allah’ın affından da büyük olamaz.

İşte bu. Onun için Gelin diyor, kurtardım sizi. Siz küfrettiniz, ama gene gelin, gene kurtarırım. Ben size iyilik ettim, siz ihanet ettiniz. Hem kendinize hem bana. Ama ısrar etmeyin, ben gene size iyilik ederim, hem de affederim. İşte Allah’ta bu. Kendisini kendi kelamı ile tanıtıyor.

154-) Ve lemma sekete am Musel ğadabü ahazel elvah* ve fiy nüshatiha hüden ve rahmetün lilleziyne hüm liRabbihim yerhebun;

Musa’nın öfkesi geçince, levhaları aldı… O yazılı metinde, Rablerinden korkanlar için hüda ve rahmet vardır. (A.Hulusi)

154 – Vaktâki Musâ’dan gadab sustu, elvahı aldı ve onlardaki yazıda bir hidayet ve bir rahmet vardı, fakat öyle kimselere ki onlar sırf rableri için hidayet ve rahmet duyarlar. (Elmalı)

Ve lemma sekete am Musel ğadabü ahazel elvaha ve öfkesi yatışınca, Olay örgüsü devam ediyor, tahkiye yöntemi ile, hikaye yöntemi ile Kur’an bize olay mahallinden notlar aktarmaya devam ediyor.

Ve öfkesi yatışınca Musa, Levhaları aldı ve fiy nüshatiha hüden ve rahmetün lilleziyne hüm liRabbihim yerhebun; Onların üzerlerinde Rablerinden korkanlara rehberlik eden ve rahmet vaat eden öğretiler yazılı levhaları aldı. Yani aldığı levhaların üzerinde rablerinden korkanlara rehberlik eden ve rahmet vaad eden öğretiler yazıyordu. Aslında Allah’ın rahmeti bu değil mi, Allah nasıl rahmet eder, vahiy Allah’ın rahmeti değil mi. Vahiy Allah’ın en büyük rahmeti değil mi. Yani yukarıdaki ayet; le Ğafûrun Rahıym; diye biten ayet. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet kaynağıdır diye biten ayet eğer zihninizde oturmadı, Allah nasıl rahmet eder, müşahhas bir örnek olsa diye düşünüyorsanız eğer, hemen aklınıza getirin. Aslında bu ayetlerin kendisi Allah’ın rahmetidir.

İşte Allah böyle rahmet eder. Allah insanla konuşarak rahmet eder, Allah insana tenezzül ederek rahmet eder. Allah insanı muhatap alarak rahmet eder. Allah insanlık tarihinde ki iyi ve kötü olayları insanın önüne serip de ona, aklın varsa göle diyerek rahmet eder. İşte böyle rahmet eder. Onun için rahmetinin en büyük timsali olan vahye dikkat çekti burada

155-) Vahtâre Musa kavmehu seb’ıyne racülen limiykatiNA* felemma ehazethümür recfetü kale Rabbi lev şi’te ehlektehüm min kablü ve iyyaye, etühliküna Bi ma feales süfehaü minna* in hiye illâ fitnetüKE, tudıllü Biha men teşaü ve tehdiy men teşa’*ENTE Veliyyüna fağfir lena verhamna ve ENTE hayrul Ğafiriyn;

Musa, tövbe etmeleri için kararlaştırılan yere gelmek üzere, halkından yetmiş adam seçti… Ne zaman ki orada onları şiddetli sarsıntı yakaladı, (Musa şöyle) dedi: “Rabbim… Eğer dileseydin (hakikati örtme suçundan dolayı) onları da beni de daha önce helâk ederdin! Aramızdaki anlayışı kıtların yaptığı yüzünden bizi helâk mi edeceksin? O ancak, senin bir fitnendir; kimi dilersen onunla saptırır ve kimi dilersen hidâyet edersin… Sen Veliyy’mizsin; bizi mağfiret et ve bize rahmet kıl… Sen Ğâfir’lerin (bağışlayanların) en hayırlısısın.” (A.Hulusi)

155 – Bir de Musâ kavminden mikatımız için yetmiş er seçmişti, vaktâ ki bunları o sarsıntı yakaladı, rabbim, dedi: dilese idin bunları ve beni daha evvel helâk ederdin, şimdi bizi içimizden o süfehanın ettikleriyle helâk mi edeceksin? O sırf senin fitnen, sen bununla dilediğini dalâlete bırakır, dilediğine hidayet kılarsın, sen bizim velimizsin, artık bize mağfiret buyur, merhamet buyur, sen ki hayrülgafirînsin. (Elmalı)

Vahtâre Musa kavmehu seb’ıyne racülen limiykatiNA ve Musa belirlediğimiz bir zaman ve mekanda hazır olmak üzere toplumu arasından 70 kişi seçti.

felemma ehazethümür recfetü kale Rabbi lev şi’te ehlektehüm min kablü ve iyyay

Burada tabii Kur’an ın başka taraflarında anlatılan bu hikayenin, burada anlatılmayıp ta başka taraflarında anlatılan bir takım ayrıntıları var. Bu ayrıntılara niye burada değil de bir başka yerde değiniliyor diye soracak olursanız;

Kur’an tarih kitabı değildir. Tarihi olayları başından sonuna ayrıntıları ile anlatmak gibi bir işlevi yok Kur’an ın. Kur’an o anda söylemek istediği ne ise o söylediğine örnek olmak, delil olmak üzere tarihten bir ana, bir vakte, bir olaya sadece zum yapar. İşaret verir, ona yönlendirir gözlerinizi. Sadece olayın anlatmak istediği ahlaki ilkeyle ilgili olan tarafını verir, ayrıntıyı geçer. Çünkü maksadı olayı anlatmak değil, maksadı size ahlaki ilkeyi, Allah’ın ahlakını, ya da Allah – insan ilişkilerine ilişkin bir yasayı hatırlatmaktır. O yasa çerçevesinde aktardığı için ayrıntıyı geçer.

Burada da ayrıntı geçilmiş, onun için 70 kişi ne yaptı diye sorduğumuzda, onların ne yaptığını Kur’an ın başka tarafından öğreniyoruz.

Ve iz kultüm ya musa len nü’mine leke hatta nerallahe cehraten.. (Bakara/55)

Hani demiştiniz ki ey Musa, Allah’ı biz de, bize vahiy gönderen, bize mesaj gönderen Allah’ı biz de açıkça görmedikçe sana inanmayacağız. Demiştiniz. İşte bu seçilmiş 70 kişinin de böyle bir sapması oldu. Bakınız Allah’ın merhametine adeta onlar günah yarıştırıyor, Allah rahmetini yarıştırıyor tabir caizse. Onun için işte bu boşlukta bu tarihi olay var.

felemma ehazethümür recfetü Böyle deyince onlar ne oldu? kale Rabbi lev şi’te ehlektehüm min kablü ve iyyay O zaman onları derin bir sarsıntı tutunca Musa; Rabbim dedi, tekrar Allah’a, tekrar rabbine yöneldi. Başka neresi var ki..! Rabbim dedi, dileseydin bunları ve beni daha evvel helak ederdin, o suçu işlediklerinde. Düşmanlarının tanrılarına taptıklarında helak ederdin. Beni de helak ederdin, diyor.

İlginç, çok ilginç. Oysa ki o, o suçu işlemedi. Ama sorumluluk hissediyor.

Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn; (A’raf/6)

And olsun toplumlara gönderdiğimiz habercilerden soracağız. Vazifenizi yaptınız mı. ..velenes’elennel murseliyn; onlardan soracağız. Bir de; ürsile ileyhim habercileri gönderdiğimiz toplumlardan soracağız. Bunlar size görevlerini yaptılar mı diye.

İşte bu peygamberlik, yeryüzünün en ağır yükü. Peygamberlik, insanın omuzlarına binen bir dağ. Onun için sorumluluk hissediyor ve böyle diyor.

Racfe, burada sarsıntı anlamına geldiğini daha önce de söylemiştim. Bu sarsıntının fiziki bir deprem, hem de gürültülü bir sarsıntı anlamına geliyor. Yani bir volkanik deprem olma ihtimali çok yüksek. Ama bunun bir yürek sarsıntısı, bir pişmanlığı çağrıştıran, bir iç sarsıntıyı da ima ettiğini gözden ırak tutmamak lazım, insanın içi sarsılır ya; Ne yaptım ben..! Ben ne yaptım..! Ben nasıl isyan ettim. Ben Allah’a karşı nasıl bunu yapabildim der ya, içi sıkılır ya, içinde bir deprem kopar ya, içinde bir volkan çağlar ya. Böyle bir pişmanlık volkanı, işte böyle bir depreme de delalet ediyor olsa gerek.

etühliküna Bi ma feales süfehaü minna Evet, her aklı başında insanın büyük felaketlerde soracağı ilk soru budur. Şimdi, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak edecek misin Allah’ım..!

Ne dersiniz, Kasten susuyorum ki bu muhteşem söz ruhunuzda gereken yankıyı uyandırsın diye. İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin Allah’ım.

Her aklı başında insan büyük felaketlerin ardından, İşte Hz. Musa’nın sorduğu bu soruyu sorar. Bu korkulu bir dua. Bu içinde volkan gibi kaynayan pişmanlık ateşiyle yanan bir yüreğin Allah’a yönelişidir işte. Tevbenin iç depreme dönüşmesidir bu. İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin Allah’ım..!

in hiye illâ fitnetüK bu senin sınamandan başka bir şey değil. tudıllü Biha men teşaü ve tehdiy men teşa’ onunla dilediğini sapıklığa terk eder, dilediğini de doğru yola yöneltirsin. Yani bela bazılarının imanını bazılarının inkarını artırır. Ya da başka bir ifade ile; Bela müminin imanını, kafirin inkarını artırır. Bela bazıları için ebedi belaya dönüşür, bazıları içinde ebedi saadete.

Onun için bu harika ifadeler sadece Hz. Musa’nın çağında geçerli olan bir ilkeyi değil, tüm zamanlar ve zeminlerde, tüm insanlık için geçerli olan ebedi yasaları hatırlatıyor.

ENTE Veliyyüna Devam ediyor Musa. Sensin bizim velimiz, fağfir lena verhamna ve ENTE hayrul Ğafiriyn; O halde bizi bağışla Allah’ım. Bize merhamet et Allah’ım. Çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bağışlayanların en hayırlısı sensin, çünkü sen bağışlar, dönüp de başa kakmazsın. Ben sizi bağışladım demezsin. Çünkü sen bağışlar, bağışlamanı istismar etmez, çünkü sen bağışlar, bin kez bağışlar, bin birinci kez yine yaptığım zaman; Yinemi sen..! Demezsin. Bir kez de; Yinemi sen demezsin. Bin kez bağışlarsın. Onun için sen bağışlayanların en hayırlısısın.

Bir çokları da bağışlayabilir. İnsanlar da bağışlayabilir ama hiç biri senin gibi bağışlayamadı onların. Bağışlarlar, başa kakarlar, bağışlarlar istismar ederler, bir kez bağışlar, iki kez bağışlar, üç kez bağışlar, dördüncüsünde suç olur. Öbürünün de acısını çıkarırlar. Ama sen öyle misin Allah’ım, döner döner bağışlar, bin kez bağışlarsın da bir kez olsun yinemi sen demezsin.

156-) Vektüb lena fiy hazihid dünya haseneten ve fiyl ahireti inna hüdna ileyKE, kale azâbiy usıybu Bihi men eşa’* ve rahmetiY vesiat külle şey’* feseektübüha lilleziyne yettekune ve yü’tunez Zekate velleziyne hüm Bi âyâtina yu’minun;

“Bize hem şu dünyada güzellik yaz hem sonsuz gelecek yaşamında… Doğrusu biz sana yöneldik”… Buyurdu ki: “Azabımı, kime dilersem ona isâbet ettiririm… Rahmetim her şeyi kapsar! Onu, korunanlara, zekâtı verenlere ve işaretlerimizdeki hakikate iman edenlere yazacağım.” (A.Hulusi)

156 – Ve bize hem bu Dünyada bir hasene yaz hem Âhirette, biz sana cidden tevbe ile rücua geldik. Buyurdu ki azâbım, onunla dilediğimi musap kılarım, rahmetim ise her şey’e vâsi’dir, ileride onu bilhâssa onlar için yazacağım ki korunurlar ve zekât verirler, hem onlar ki âyetlerimize iman ederler. (Elmalı)

Vektüb lena fiy hazihid dünya haseneten ve fiyl ahireti inna hüdna ileyK Musa devam ediyor, Bizim için bu dünyada da güzellikler yaz, öte dünyada da ki biz pişmanlık içinde sana sığındık, Ya rabbi, bunlar Musa’dan değil bizden, biz söylüyoruz, kabul et. Bunlar bizim niyazımız, bunları bizden kabul et. Biz söylüyoruz, diyoruz ki; Vektüb lena fiy hazihid dünya haseneten ve fiyl ahireti bize dünyada da güzellikleri yaz, ahirette de inna hüdna ileyK Biz yalnız sana sığındık.

kale azâbiy usıybu Bihi men eşa’* ve rahmetiY vesiat külle şey’ Biz söyledik Allah’ım, bu cevabı da bize olmuş kabul et. Verdiğin bu cevabı üstümüze alıyoruz. Ve Allah şöyle cevap verdi bu duaya; Buyurdu ki; Dilediğim kimseyi azabıma hedef kılabilirim, fakat rahmetim her şeyi kuşatmıştır.

Elhamdülillah..! Bunu duyduk, biz inandık, iman ettik ya rabbi. İstesen azabınla herkesi silkelersin, biz onu gördük. Dilediğin kimseyi azabına hedef kılabilirsin. Biz iman ettik buna, sana iman ettiğimiz gibi. Ama şuna da iman ettik, rahmetin her şeyi kuşatmıştır.

Musa, kendisi için değil, beyinsizler için dua ediyor. Görüyorsunuz değil mi. Beyinsizler için dua ediyor, tıpkı çobanın sürüsü içinden ayağı kırık keçiyi omzuna aldığı gibi. O da yürüyemeyenler için dua ediyor. Yola yatanlar, geriye kalanlar, yolu satanlar, yolda vur patlasın çal oynasın keyif çatanlar için dua ediyor. Her peygamber ümmetinin geride kalanlarını omzuna alır. Tıpkı;

– Şefaatim bu ümmetin günahkarları içindir.

Buyurduğu nakledilen Hz. Muhammed A.S. gibi. Neden, çünkü her peygamber bir imamdır.

İmam, Um kökünden gelir, anne. Her peygamber ümmetinin annesi gibidir. Şefkati anne şefkatidir. Ümmetini böyle bir ana şefkatiyle kucaklar, bağrına basar.

Her ümmet te bir annedir, çünkü ümmet de tıpkı imam gibi anne kökünden gelir. Ümmetler de insanlığın diğer toplumlarının annesidir. Onlara şefkat kollarını açar, iman adlı mutluluğu onlara taşır kucak kucak, gönül gönül. Allah bu ümmeti İnsanlığın annesi kılsın.

feseektübüha lilleziyne yettekune ve yü’tunez Zekate velleziyne hüm Bi âyâtina yu’minun; en sonundaysa sorumlu davranan ve arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyen kimselere, ki onlar ayetlerimize inanan kişilerdir, onu, yani rahmetimi, mağfiretimi paylaştıracağım. Onlara paylaştıracağım. Kimlere, Muttakilere, sorumlu davrananlara. Arınanlara, arınıp yücelmek için ödemesi gereken bedeli ödeyenlere.

Siz nereden çıkardınız bu metnin içinde arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyenlere? Nerede yazıyor..!

Sahi nerede yazıyor? Ben nereden çıkardım?

Ez zekat oradan çıkardım. Ez zekat, ve yü’tunez Zekate zekatı verirler demedim bakınız. Bu çok kolay olurdu. Bu çok kolay, çok düz bir tercüme olurdu. Doğrusu tercüme bile olmazdı bu. Unutmayın bu ayetler Mekke de iniyor. Unutmayın bu ayetler hicretten yıllar önce iniyor. Hangi zekattan söz ediyorsunuz. Kur’an da ki tüm zekat sözcükleri böyle tercüme edilmeli. Zekatı verin, bu ibarenin ve yü’tunez Zekate ibaresinin sadece araç anlamıdır amaç anlamı değil. İlmi anlamıdır, Ğai anlamı değil. Ğai anlamı, yani amaç, hedef anlamı bunun zekatla hedeflenen şeydir ve zakatta sadece maldan verilmez.

Zekat insanın arınmak için ödemesi gerekli olan bedeldir. Bu bedel kimi zaman maldan, kimi zaman candan, kimi zaman bilgiden, kimi zaman hayattan, kimi zaman evlattan, kimi zaman bizzat insanın en sevdiği şeylerden verilir.

Onun için arınmak için gerekli olan, arınıp yücelmek için gerekli olan şeyi ödemek. Aslında kelimenin kök anlamı ekonomik değildir, ahlakidir. Çünkü kök anlamı; Üreyen, artan anlamına gelen zekat kelimesindendir ve zekat sözcüğü salâh anlamına gelir lügat ta. Salâh, kurtuluş, iyilik, güzellik.

Görüyorsunuz ya, onun için amaç anlamı budur. Yani burada sıkıştırılmış bir ifade vardır zipli bir ifade. Bu sıkışmış ifadeyi zorunlu olarak açtığınızda böyle tercüme etmemiz gerekir. Arayı böyle doldurmak zorundayız. Çünkü Kur’an ın icazı gereği Kur’an eksiltili bir dil kullanır. Sıkışmış bir metindir Kur’an. Bu sıkışmış metni mecburen açmamız gerekir. İşte burada da açtığımızda ve yü’tunez Zekate ibaresinin karşılığı; Arınıp yücelmek için ödenmesi gerekli bedeli ödeyenler çıkar.

Ek bilgi; ZEKÂTIN HAKİKATİ;

Bu ümmet zekâtı kârdan vergi diye algılıyor, bu yanlış. Hangi kitapta yazarsa yazsın kim yazarsa yazsın yanlış bu. Zekât maldan vergidir kârdan değil. Kâr etmedin ne olacak? Fakirin payı ne olacak, onu kim verecek?

Adam dikiyor devasa bir gökdelen, “efendim bunun zekâtı yok”. Neyin zekâtı var peki? Bu senin mi diyorum ona, “benim.” Seninse zekâtı var. “Ama kâr etmedik” Yahu kârdan vergi değil ki bu maldan vergi maldan. Yani senin neyin varsa o zekâta konudur. (ayetlerde böyle açık açık geçiyor yani) okuyayım mı ayetleri, ama okuma diyorsun değil mi?

Bir abimiz vardı bana zekâtla ilgili bir şey sordu, biraz mal varlığı iyi güçlü bir abi. Neyin var neyin yok diye sordum ona. Mal varlığının bir bölümünü de biliyorum ben. Baktım bir kısmını saymıyor, dedim abi şunlar da var ya? Onları sayma diyor. O sayma dediği koca bir alem yani. Bunların hepsini ortaya koyduk, bir zekât hesabı çıkardık, şu kadar. Şundan da vereceksin, bundan da vereceksin..! Tam boğaz köprüsünün üstünden geçiyorduk dedi bana ki; “Şimdi şeytan bana diyor ki burada arabayı durdur, Mehmet hocayı köprüden at..!

Yahu dedim zorun ne, hem de bunu sana şeytan diyor, şeytan diyorsa yapmayacaksın, bu şeytandan geliyor. Bu bir. İkincisi benim dediğime itibar etme sen şimdi falanca filanca yerlere git sor, onlar sana zekât vermenle alakalı sana bir harita çıkarsınlar. Adam geliyor soruyor hocaya, diyor ki hocam ben nereden ne kadar zekât vereceğim? Hoca sayıyor. Şundan şundan yok, evden yok, arabadan yok, arsadan yok, binadan yok. Adam nereden vereceğim diye soruyor, beyim ona nereden vermeyeceğini anlatıyor. Nereden vermeyeceğini anlatınca da diyor ki zekât almam lazım benim. Yani öyle bir din sunumu yapılıyor, korkunç şeyler bunlar.

Ondan sonra ateistlerin de ekmeğine yağ sürüyoruz tabii, adam diyor ki İslâm dini çağdaş bir din değildir, bunun ekonomik hayata dair önemli bir çözümü yok diyorlar. Ben bunlarla çok uğraşıyorum ateistlerle. Bazı günler oluyor saatlerce onlarla yazışıyorum yani. Adam diyor ki “Sizin dininiz sosyal bir din olsaydı ekonomik paylaşım noktasında çözümünüz ne? Zekât. Peki bu ümmetin Müslümanları bu kadar zekât veriyor, dünyanın en fakirleri Müslümanlar mı değil mi?”

Ne diyeceğiz şimdi biz buna, evet Müslümanlar. “ Bak zekât çözmedi bu işi.” Diyor “Sizin sisteminiz sosyal hayata dair, ekonomik bir düzen vaad etmiyor”. Diyor. Adam bana ilmihalden okuyor, nereden zekât verilmez. Bir şeyden verilmiyor zaten ya..! Adam zekât alacak duruma düşürülüyor.
Bir de ne demezsiniz bir sene geçecek üzerinden. Öyle mi? tam 9-11. ayda devrediyor malı. Bunlar uyanık, bir de ne diyorlar? Hile-i şeriyye diyorlar. Hem şeriat hem hile. Yani Allah’ı by-pas etmek. Yani bir numara uyduracaksın Allah’ı atlatacaksın. Yani Ramazan yanaşınca malları başkasına devredeceksin, da yeni aldığı için üzerinden bir yıl geçmediği için o da vermeyecek. Ramazandan sonra malı gerisin geri alacaksın. Bu defa yeniden senin olacak böylece zekât vermemiş olacaksın.

Kurban bayramında efendim Kurban kesmek nedir? Al bakalım nerden kurban olacak. Benim malım var ama hanımın da altınları var. Şimdi buna da kurban düşmeseyi nasıl yaparız. Çok allame bir buluş ortaya koyuyor biri, diyor ki, “Tamam bak bunun yolunu ben sana söyleyeyim, kurban bayramından bir gün önce hanımın altınlarını al, 4. Günün akşamı ona verirsin kurtulur.” Bak ne kadar güzel.
İşte din dediğin böyle bir şey yani, komediye dönüştürdük bu işi komediye. Elin alemin adamı onun için diyor ki; “Müslümanları tanısaydım Müslüman olmazdım, iyi ki önce Kur’an ı tanıdım diyen şu kadar batılı aydın var yani. Bunu onlara dedirttik, yazık değil mi ayıp değil mi, böyle miydi, böyle mi bir sunum yapacaktık. Bu kitabın neden demek istediklerini hiç anlamadık ta 1000 sene önceki fetvaları İslâm’ın Kur’an ın şaşmaz ilkeleriymiş gibi sattık millete.

(Ama hocam onlar büyük alimlerdi onlara dil uzatma diyorlar size)

Kimseye dil uzattığım yok daha çok o alimlerden istifade etmeyen namerttir, yani o çamur bana tutmaz. Yazdığım her kitabın hemen her sayfasında eski alimlerden dip notlar vardır. Slogan atıp duruyorlar, varsın atsınlar. Onlarla ilgilenecek halimiz yok, o çirkinlik minderine girmeyeceğiz, onlar orada tek kalacaklar.

İmam-ı Âzam üzerinden götürülüyor bu iş. İmam-ı Âzam dedi ki eve zekât yok. Yok doğru. Arsaya? Yok. Tamam. Bineğe? Yok. Tamam. Değil mi? Çok güzel anlaşılıyor bu.

Peki gelin İmam-ı Âzam’ın dönemine gidelim. İmam-ı Âzam şu günden 1.250 sene önce yaşadı, insanda biraz vicdan olur. Onun ev dediği 4 duvardan müteşekkil bir baraka, onun arsa dediği o evin yanında ki 3-5 tane işte tarım ürünü, fasulye idi, patates idi ektiği küçücük bir tarlacık. Binek dediği de gebermiş bir eşek, ayakta duramayan bir şey.

Şimdi sen bunu neye evirdin? Sen bunu ev deyince Triplex villalara, dubleks dairelere, filanca yerde ki lüks konutlara dönüştürdün. Ona yoksa buna da yok. Onun arsa dediği küçücük bir bahçeyi sen Beyoğlu’nun, Aksaray’ın, G. Osman Paşa’nın veya Ankara’nın Ulus’un, Kızılay’ın merkezinde ki bir arsaya evirdin. Onun binek dediği gebermiş bir eşeği mercedese, Toyota’ya şuna buna çevirdin, utanmadan İmam-ı Âzam böyle dedi diye o fetfayı bu güne uyarlıyorsun.

İmam-ı Âzam bugün yaşasaydı bunu diyenlerin yüzüne tükürürdü. Bunlar ayıp bir şey ya..! Yani hepsine, kuruşuna varıncaya kadar zekât var. Ne demek yani, bu toplum nasıl düzelecek arkadaş. Mal alıyorsun, mal seninse zekâtı var. Bitti. (Mehmet Okuan/Beyaz TV programından)

[Ek bilgi; Bedensel zekat;

Ey insan senin azanın her bir parçasında Allah için vacip olan bir zekat vardır. Mesela kalbinin zekatı; Allah’ın azameti, hikmeti, kudreti,hücceti, nimeti, rahmeti… hakkında tefekkürdür.Gözün zekatı kâinata ibretle bakmak ve onu haramlara karşı kapamaktır. Kulağın zekatı onu kurtuluşa vesilen olan şeyleri dinlemekte bulunmaktır. Lisanın zekatı onunla Allah’a yaklaştıracak şeyleri konuşmaktır. Elin zekatı onu şerden çekmek ve hayra karşı serbest tutmaktır. Ayağın zekatı onunla kalbin ıslahına ve dinin selametine yarayan şeylere gitmektir. (İ.Gazali- Arifler yolu/46)]

157-) Elleziyne yettebi’uner Rasûlen Nebiyyel Ümmiyyelleziy yecidunehu mektuben ‘ındehüm fitTevrati vel’ İnciyl* ye’muruhüm Bil ma’rufi ve yenhahüm anil münkeri ve yuhıllu lehümüt tayyibati ve yuharrimu aleyhimül habaise ve yeda’u anhüm ısrahüm vel ağlalelletiy kânet aleyhim* felleziyne amenû Bihi ve azzeruhu ve nasaruhu vettebeunNûralleziy ünzile me’ahu, ülaike hümül müflihun;

Onlar ki ellerindeki Tevrat ve İncil’de belirtilmiş O Rasûl’e, Ümmî (asıl fıtratı bozulmamış – yaratıldığı saflık üzere) Nebi’ye tâbi olurlar… Onlara, Allâh’a göre olumlu olanları emreder ve olumsuz fiilleri yasaklar; onlara temiz şeyleri helal kılar; pis, çirkin şeyleri haram eder; onlardan sırtlarındaki ağır yükü (benliklerinin getirilerini) kaldırır ve üzerlerindeki zincirleri (yüzlerini Allâh’a döndürmelerini engelleyen tüm bağlarını) çözer… İşte O’na iman eden, O’na saygı gösteren (destekleyen), O’na yardım eden ve O’nunla birlikte inzâl olunan Nûr’a (Kur’ân) tâbi olanlar var ya, işte onlardır kurtuluşa erenlerin ta kendileri! (A.Hulusi)

157 – Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil de yazılı bulacakları o Resule o, ümmî Peygambere ittiba’ ederler o onlara maruf ile emreder ve onları münkirden nehyeyler, ve temiz hoş şeyleri kendileri için helâl, murdar şeyleri üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir atar, o vakit ona iman eden, ona kuvvetle tazım eyleyen, ona yardımcı olan ve onun nübüvvetiyle beraber indirilen nuru takip eyleyen kimseler, işte o murada iren müflihîn onlar. (Elmalı)

Elleziyne yettebi’uner Rasûlen Nebiyyel Ümmiyy Onlar ki, vasıflar devan ediyor. Allah’ın rahmetini kendi arasında paylaştıracağı kimseler daha hangi özelliklere sahip olmalı? Onlar ki, o elçinin izinden gidecekler, o ümmi habercinin.

Alın muhteşem bir Kur’an i kavram daha en nebiyyel ümmiyy ibaresi Kur’an ın içinde sadece bu iki ayette gelir. Bu ve müteakip ayet. Sadece burada.

Ümmiyy, Ümm e nispettir. Sonundaki y, nispet ya sıdır. Anneye ait demektir. Öz anlamı, anasından doğduğu gibi, saf, pırıl pırıl, tertemiz, bozulmamış, kültürlerin mutaharatına (Zararlar, ziyanlar, hasarlar.) yer vermemiş, yüreği ve kafası kültürlerin çöplüğü olmamış demektir. Öncelikle ilk anlamı budur ümmiyy’in. Kur’an da dediğim gibi sadece  bu iki yerde bu ibare kullanılır. Ama burada iki anlama gelme ihtimali vardır.

1 – Ehli kitaba mensup olmayan, ki bu kökten türetilmiş 6 kelime vardır Kur’an da, bu 6 kelimenin hemen hemen altısı da yaklaşık bu anlamı çağrıştırır. Ehli kitaba mensup olmayan. Ehli kitaba mensup olanlardan ayırmak için, ehli kitap olmayan bölgedeki insanlara ümmiyy vasfı veriliyor.

2 –  Bu Ümmiyy lafzının ikinci muhtemel anlamı, okur yazar olmayan. Fakat Bakara suresinin 78 ve 79. ayetinde; elerliye yazdığı halde ümmiyy olanlardan söz ediliyor. Demek ki ümmiyy lik, sadece okur yazar olmamakla alakalı bir şey değil. Ümmiyy lik daha başka bir şey. Burada da bu iki anlama birden gelme ihtimali vardır diye düşünüyorum. Ama her şeyden öte Ümmiyy Resulallah için özel olarak kullanıldığında, annesinden doğduğu gibi, pirüpak, terütaze, saf ve mevcut kültürlerden etkilenmemiş anlamına gelmesi gerek diye düşünüyorum.

elleziy yecidunehu mektuben ‘ındehüm fitTevrati vel’ İnciyl o elçi ki, kendisini ellerindeki Tevrat ve İncil’de tanıtılmış bulacaklardır. Özellikle ehli kitaba yönelik bir ifade bu.

ye’muruhüm Bil ma’rufi ve yenhahüm anil münker elçinin özellikleri devam ediyor. O peygamber onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak

Burada ki ye’muruhüm emir sözcüğünün bir karşılığı da önermektir. Şöyle de çevirebiliriz. Onlara iyiliği önerip, kötülükten sakındıracaktır.

ve yuhıllu lehümüt tayyibati ve yuharrimu aleyhimül habais temiz ve yararlı şeyleri onlara helal kılıp, pis ve zararlı şeyleri onlara yasaklayacak o Peygamber. Yani Resulün özelliklerinden söz ediliyor.

Özellikle burada tayyibat ve habais sözcükleri var ki, iyi ve güzel, yararlı ve temiz her şey tayyibat, kötü ve çirkin, zararlı ve faydasız her şey de habais sözcüğünün anlam alanına girer.

Resulallah’ın bunları belirleme yetkisi nereye kadardır, ya da bu çerçeve nasıl çizilir gibi bir soru bugün sorulmamış, İslam ilim tarihinin en büyük problemlerinden biri olarak sürekli tartışılmıştır. Ama ben burada böylesine fıkhi bir probleme girmek istemiyorum tabii ki. Bunun ayrıntılarını nakledilecek yer ve bir tefsir dersi olmasa gerek.

Ancak Tayyibat ve Habais’in belirlenmesinde resulallah’ın, yani vahyin ilk muhatabı olan nebinin, vahyin ilk muhatabı olan toplumun genel kültüründen yola çıktığını gösteren işaretler görüyoruz ki, İmam Şafi; El ümm isimli eserinde Resulallah’ın Tayyibat ve Habais’i, iyi yararlı ve güzelle, kötü, zararlı ve güzel olmayan, pis olanı belirlemede mevcut kültürü gözettiği, onu göz ardı etmediğini şu örnekle dile getirir İmam şafi.; Ebbe’hu, yani sırtlan etçildir, etçil bir hayvandır otçul değil. Ama buna rağmen mevcut kültürde bölge halkı bu hayvanın etini yediği için Resulallah’ta ses çıkarmamıştır der. Onun için bu noktada Resulallah’ın belirlediği tayyibat ve habais bir parça tarihsel ve konjoktürel bir hüküm almış olur.

ve yeda’u anhüm ısrahüm vel ağlalelletiy kânet aleyhim

Bu da müthiş. Peygamberin görevi neymiş, peygamberler niçin gelirmiş buyurun. Aslında bu ifadeler peygamberin varisleri için de geçerli. Onlarında görevi bu.

Sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip, kaldırıp öteden beri özgürlüklerine vurulan zincirleri çözecek. Buyurun.

vel ağlalelletiy kânet aleyhim

 

Kendilerine öteden beri vurulmuş olan zincirleri, özgürlüklerine vurulmuş zincirleri. -Ağlal, aslına boğaza geçirilen köle halkası demek.- çözecek. Onun çoğuludur. Onun için tüm peygamberler bir özgürlük savaşçısıdır. Aynı zamanda bu ayet buradaki ibarenin 1. kısmı, yani; Onların yüklerini sırtlarından indirecek kısmı dine, kadim vahye sonradan eklenmiş, zam yapılmış yasakları kaldıracak. Aslında Allah’ın yasaklamayıp ta insanların hurafeye dayanarak yasakladıkları şeylerin yasaklıklarını çözecek demektir. Dinin sınırlarını yeniden, Allah’ın söylediği noktaya çekecek demektir.

felleziyne amenû Bihi ve azzeruhu ve nasaruhu vettebeunNûralleziy ünzile me’ah Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler. Ona inanan, bunlar peygamberlerin görevleri. Peygamberlerin görevleri yukarıda sayıldı buraya kadar. Şimdi peygamberlere inananların görevi sayılıyor. Onların hitap ettiği, onların gönderildiği toplumların görevine. Bir O’na inanmak;

felleziyne amenû Bihi ve azzeruhu, tabii Bihi aynı zamanda onunla gönderilene inan eden her şeyi kapsar. ve azzeruhu ve nasaruhu onu el üstünde tutmak, onu yüceltmek azzeruhu Bu bir meşhur okuyuşta azzezuhu da okunmuş, yani aziz kılmak, onu yüceltmek, ikinci görev. 3. Görev, ve nasaruhu onu desteklemek.

Evet, peygamberin ardınca gittiğini söyleyenler, bir ömür boyu salavatı okumaya mahkum ettiler. Oysa ki salavat okunmaz, okunacak bir şey değil. Kur’an açıkça diyordu ki;

İnnAllâhe ve MelâiketeHÛ yusallûne alen Nebiyy.. (Ahzab/56)

Allah ve melekleri Nebiye salat ederler, salavat okurlar değil.

Bir eylem bu. Fiil olarak gelmiş yusallun. Ne demek ve ekımıs Salâte, eda’usSalâte değil ki. Ama biz kuşaklar boyu işin en ucuzuna indirdik bunu.

Allah ve melekleri nebiyi desteklerler, onun ardında dururlar. Onun gücüne güç katarlar. Ey müminler siz de nebiyi destekleyin demekti bu. Ama biz desteği sadece dile indirgedik. İşte burada o söyleniyor. Aslında salavatın tefsiridir buradaki, ve nasaruhu ibaresi. Onu destekleyen.

vettebeunNûralleziy ünzile me’ahu ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler.

Işık diye çevirdim Nur, Türkçeleşmiş olduğu halde ışık diye çevirdim. Nur diye de çevirebilirdim. Işık diye çevirdim ki Kur’an da kullanılan Nurun mecazi çağrışımlarını Türkçeye de taşımak için.

ülaike hümül müflihun; Kurtuluşa erişenler işte onlar olacaktır.

158-) Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’anilleziy leHU mülküs Semavati vel Ard* lâ ilâhe illâ HUve yuhyiy ve yümiyt* fe aminu Billâhi ve Rasûlihin Nebiyyil Ümmiyyilleziy yu’minu Billâhi ve kelimatiHİ vettebi’uhu lealleküm tehtedun;

De ki: “Ey insanlar… Kesinlikle ben hepinize gelmiş Allâh Rasûlü’yüm… Semâların ve arzın mülkü ‘HÛ’nundur! İlâh yoktur sadece ‘HÛ’! Diriltir, öldürür! Bu yüzden iman edin, Esmâ’sıyla nefsinizin dahi hakikati olan Allâh’a ve Ümmî Nebi olan O Rasûl’e ki O, Esmâ’sıyla nefsinin dahi hakikati olan Allâh’a ve O’nun bildirdiklerine iman eder. O’na tâbi olun ki hakikate erdirilesiniz.” (A.Hulusi)

158 – De ki: ey insanlar! Haberiniz olsun ben size, sizin hepinize Allahın Resulüyüm, o Allah ki bütün Semavat-ü Arzın mülkü onun, ondan başka ilâh yok, hem diriltir hem öldürür, onun için gelin iman edin Allaha ve Resulüne, Allaha ve Allahın bütün kelimatına iman getiren o ümmî Peygambere, ve ittiba’ edin ona ki bu hidâyete irebilesiniz. (Elmalı)

Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’a Ey Muhammed de ki; Ey insanlar iyi bilin ki ben Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim.

Çok ilginç, bu ayet Kur’an da ki başka ayetlerle birlikte Resulallah’ın tüm insanlığa, sadece bölge halkına değil, tüm insanlığa gönderildiğini ifade eden bir çok ayetten biridir. ileyküm cemiy’a bir kısmınıza değil, hepinize.

elleziy leHU mülküs Semavati vel Ard bana benden dolayı sahip çıkmayacaksınız. Bana benden dolayı hürmet etmeyeceksiniz, bana benden dolayı inanmayacaksınız. Bana inanacak, bana sahip çıkacak, bana hürmet edecek beni destekleyecekseniz, kim adına destekleyeceğinizi söyleyeyim mi. Destekleyeceğiniz o zatın özelliği şudur; elleziy leHU mülküs Semavati vel Ard göklerin ve yerin hakimiyeti, egemenliği kendisine ait olan Allah için destekleyeceksiniz. Çünkü beni, ben göndermedim. Beni O gönderdi.

lâ ilâhe illâ HUve O kendisinden başka tanrı olmayan bir ilahtır. yuhyiy ve yümiyt hayatı ve ölümü O yarattı. fe aminu Billâhi ve Rasûlihin Nebiyyil Ümmiyyilleziy yu’minu Billâhi ve kelimatiHİ o halde Allah’a ve O’nun elçisine inanın. Allah’a ve O’nun bütün mesajlarına inanan ümmi haberciye de inanın. Allah’a ve O’nun elçisine inanın, Allah’a ve O’nun bütün mesajlarına inanan ümmi haberciye, ümmi nebiye de inanın. Yani öncelikle siz değil o iman etti. Yani imanda o kendisine değil, kendisinin de inandığı şeylere çağırıyor sizi.

Bu çok önemli, peygamberler kendilerine çağırmazlar. Onun için peygamberler kılavuzdurlar. Ben menzilim demezler, onlar menzile götürürler. Kılavuzdurlar. Ardına takılanlarla birlikte yürürler, menzili maksuda ererler. O menzilde cennet vardır.

vettebi’uhu lealleküm tehtedun; ve ona uyun ki doğru yolu bulabilesiniz.

159-) Ve min kavmi Musa ümmetün yehdune Bil Hakkı ve Bihi ya’dilun;

Musa halkından bir topluluk bulunur ki Hak olarak hakikati bildirirler ve hakikati yaşamanın gereği olarak, hakkını verirler! (A.Hulusi)

159 – Evet, Musâ’nın kavminden bir ümmet de var ki hakka irşad ederler ve onunla adalet yaparlar. (Elmalı)

Ve min kavmi Musa ümmetün

Yeni bir pasaja girdi; Ve min kavmi Musa ümmetün yehdune Bil Hakkı ve Bihi ya’dilun; Musa’nın toplumu içerisinde gerçeğe kılavuzluk eden ve onun sayesinde adaletli davranan bir kesim de vardı.

Dikkatinizi çekiyor değil mi üslup. Sevgili Kur’an dostları ne diyor bakınız. Musa’nın kavmi içerisinde gerçeğe, hakikate kılavuzluk eden ve onun sayesinde adaletli davranan. Gerçeğe kılavuzluk ettiği için adaletli davranan. Bunlar çok önemli, üzerinde belki saatlerce durulması gereken her kelimenin üzerinde saatlerce durulması gereken kavramlar bunlar. Ama ne yazık ki belli bir zamanda belli bir miktarı işlemek durumundayız.

Asıl bu ayetten benim aldığım ders şu; Kur’an düşünce sistematiğinde toptancılığa yer vermiyor. Süpürücülüğe yer vermiyor. Bakınız süpürüp atmadı. Ayıklayın diyor ve ayıklıyor. Musa’nın arkasındaki insanları toplayıp ta çöp tenekesine atmıyor, ayırıyor. İyileri hep ayırıyor. İyilerde var diyor. İyiyi takdir ediyor. Kötüyü tekdir ediyor ama iyiyi de takdir ediyor ve bize bir şey öğretiyor; siz de böyle yapın diyor.

160-) Ve katta’na hümüsnetey aşrete esbatan ümema* ve evhayna ila Musa izisteskahü kavmühu enıdrib Bi asakel hacer* fenbeceset minhüsneta aşrete ayna* kad alime küllü ünasin meşrabehüm* ve zallelna aleyhimül ğamame ve enzelna aleyhimül menne vesselva* külu min tayyibati ma razaknaküm* ve ma zalemuna ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun;

Biz onları on iki gruba, topluluğa ayırdık… Halkı ondan su istediklerinde Musa’ya: “Asa olarak (kendindeki kuvvelerle asanı bütünleştirmiş olarak) taşa vur” diye vahyettik… Ondan on iki kaynak fışkırdı… Her grup kendi meşrebini (içeceği yeri) hakikaten bildi… Bulutu üzerlerine gölge yaptık ve kudret helvası ve bıldırcın inzâl ettik… (Dedik): “Sizi rızıklandırdığımız temiz – pak şeyleri yeyin”… Onlar bize zulmetmediler, nefslerine zulmetmekteydiler. (A.Hulusi)

160 – Mamafih biz onları on iki sıbta, o kadar ümmetle ayırdık ve Musâ’ya kavmi kendisinden su istediği vakit şöyle vahy ettik: «Vur asan ile taşa» o vakit ondan on iki göz akmağa başladı, nâsın her kısmı kendi su alacağı yeri belledi, bulutu da üzerlerine gölgelik çektik, kendilerine kudret helvasıyla bıldırcın da indirdik, ki size merzuk kıldığımız nimetlerin temizlerinden yiyin diye, bununla beraber zulmü bize etmediler ve lâkin kendi nefislerine zulüm ediyorlardı. (Elmalı)

Ve katta’na hümüsnetey aşrete esbatan ümema derken biz onları 12 boya, gruba ayırdık. Yine atlamalarla tarihi hadiseyi aktarıyor. Zamanın içinde 3.000 yıl öncesine, MÖ 1000 yıllarına düşen bir hadiseyi anlatıyor Kur’an burada. 3.000 yıl öncesine ilişkin tarihi bir olaydan yola çıkarak bize müthiş bir öğüt veriyor Kur’an. O öğüdün ne olduğunu pasajın, dersimizin sonunda söyleyeceğim.

Biz onları 12 boya, gruba ayırdık. ve evhayna ila Musa izisteskahü kavmühu enıdrib Bi asakel hacer toplumu Musa’dan su talep ettiğinde ona; asanla taşa vur diye emrettik.

Fenbeceset, (fenfecerat diye de var bir başka ayette. Burada da Fenbeceset gelmiş).  fenbeceset minhüsneta aşrete ayna* kad alime küllü ünasin meşrabehüm Bunun üzerine taştan 12 su gözü fışkırdı ve bu sayede herkes nereden içeceğini öğrenmiş oldu.

Şimdi anlıyoruz yukarıda neden; esbatan ümemen geldiğini. Esbatan’ı anladık boy. Değişik boylara ait insan öbekleri. Ama hemen arkasından bir de onu açıklayıcı tarzda temyiz olan bir ifade daha gelmiş, ümemen. Buradaki ümem, ümmetin çoğuludur ama grup anlamına gelse gerektir, yani onlar sadece kan bağı ile bölünmediler. Bir de grupçuluk yapıyorlardı biz bunu anladık. Öyle grupçuluk yapıyorlardı ki birinin içtiği yerden öbürü içmeyecekti. Onun içinde 12 göz temin edildi onlara. Birinin su içtiği yerden öbürünün içmeyeceği kadar grupçuluk, hizipçilik. İşte Yahudileşmek dediğim hadise nerelerden başlıyor. Ona aslında dikkat çekiyor. Bir dip akıntısı gibi alttan alta.

ve zallelna aleyhimül ğamame ve enzelna aleyhimül menne vesselva Yine onları bulutla gölgeledik, üzerlerine de kudret helvası ve bıldırcın kuşu indirdik.

Aslında ben mot a mot böyle literal bir çeviri yerine, üzerlerine indirdik biçiminde değil de onlara menne vesselva ikram ettik diye çevirmek istiyorum. Çünkü enzelna aleyhimül menne vesselva’ da ki enzelna; inzal, nüzul, Arap dilinde misafire ikram edilen sofraya Nüzul denir. Onun için Allah tenezzül buyurmuştur derim hep Kur’an için. Allah ikram etmiştir. Allah’ın sofrasıdır vahiy. O sebeple Allah ikram etmiştir. Menne vesselva’yı.

Aslında bunu biz daha önce menne vesselva’yı açıklamıştık Bakara suresinde. Eğer oradaki açıklamalarımızı hatırlarsanız. Menn, Tevrat’ta man diye geçiyor. Kişniş tohumu gibi diyor Tevrat. Ayrıntı da veriyor. Seherlerde İsrail çocukları kalktığında çölün yüzeyinde kişniş tohumu gibi ince bir tabaka bulurlardı bembeyaz.  Bunu toplarlar, öyle de yerler, ekmekte yaparlar, yağı içinde idi çünkü diyor. Çok ilginç, Allah’ın nimetine bakınız. Menn bu.

Selva, kelime anlamı, Menn aslında nimet anlamına da gelir. Menn, menene.

Selva da sözcük anlamı dil olarak eğlencedir, insanı eğlendiren şey anlamına gelir.

Selvayı, kadim müfessirlerin aktardıklarından yola çıkarak bıldırcın kuşu diye çevirmişler ama ben, men ve selva yı, şöyle iki kademeli olarak anlıyorum. Menn; asli yiyecek, Selva; çerez. Çerezini bile unutmadık demektir. Yani hem yiyeceğini verdik zahmetsizce, hem de çerezini verdik çölde.

Menn i peygamberimiz nasıl anlamış diye baktığımda;

– El kem’etu minel menn. Kem’e, yani mantar. Menn dendir der peygamberimiz.

Demek ki kendiliğinden, zahmetsizce, insan eli değmeden yetişip de gıda aldığımız şeyler, menn e giriyor. Mantarı da hiç kimse ekmez biliyorsunuz. Kendiliğinden çıkar, Hiç bir emek vermeden elde ettiğiniz nimettir. Onun için emek vermeden elde edilen nimet anlamına gelse gerek.

külu min tayyibati ma razaknaküm ve dedik ki; size bahşettiğimiz rızkların temiz ve güzel olanlarından yararlanın. ve ma zalemuna ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun; fakat, Onlar ne yaptılar, Onlar nankörlük etmekle bize zulmetmiş olmadılar. Asıl zulmettikleri kendi öz benlikleri idi.

Evet, zulmettiler. Ama kime? Yani Allah’ın ne emir ve nehiylerinden bir çıkarı vardır, ne de emir ve nehiylerine karşı çıkan insandan zarar görür. Onun için insan, çıkarı olan da insandır, zarar görecek olan da insandır ve Yahudileşen İsrail oğullarına bir atıftır ayetin bu son cümlesi. Nasıl Yahudileştiler görüyorsunuz dercesine.

161-) Ve iz kıyle lehümüskünu hazihil karyete ve külu minha haysü şi’tüm ve kulu hıttatün vedhulül babe sücceden nağfir leküm hatıy’atiküm* seneziydül muhsiniyn;

Hani onlara: “Şu şehirde yerleşin… Ondan istediğiniz yerden yeyin. ‘Mağfiret et’, deyin ve kapısından secdenin anlamını yaşayarak girin ki, hatalarınızı sizin için mağfiret edelim… Muhsinlere daha da ziyade edeceğiz” denildi. (A.Hulusi)

161 – Ve o vakit onlara denilmişti ki şu şehre sakin olun ve ondan dilediğiniz yerde yiyin ve «hıtta» deyin ve secde ederek kapıya girin ki size suçlarınızı bağışlayalım, Muhsinlere ilerde ziyadesini vereceğiz. (Elmalı)

Ve iz kıyle lehümüskünu hazihil karyeh hani bir zaman da onlara denilmişti ki şu ülkeye yerleşin. ve külu minha haysü şi’tüm oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yararlanın.

Yerleşin denilen ülke atalarının ülkesi olan Filistin de ki İsrail oğulları yurdu olsa gerek. Ki, onlar Yusuf peygamber döneminde Filistin’i terk edipte Mısır’a yerleşince artık kendi topraklarına küçümser gözle bakmaya başladılar. Onun için Allah onlara geri, büyük babalarınız olan Yakub’un toprağına dönün, orayı ihya edin diyor, öyle emir alıyorlar. Oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yararlanın.

ve kulu hıttatün vedhulül babe süccede bir yandan da bağışla, estağfurullah, bize rahmet indir, bizi affet diye yalvarın ve mahviyet içerisinde vedhulül babe sücceden iki büklüm, boynunuzu eğerek, alçak gönüllülükle kentin kapısından girin.

nağfir leküm hatıy’atiküm evet, bu Hata’ sözcüğünün iki cemisinden biri bu cemi böyle de gelebilir bu şekilde de ;

hatıy’atiküm* seneziydül muhsiniyn; Biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Aslında burada hata değil. Hata diye çevirmem doğru olmaz. Sizin kasıtlı olarak yaptığınız suçlarınızı bağışlayalım çünkü Hata’y kasıtlı olarak yapılan suç demektir. Niyette kötüyü kastetmek ve eylemde de kastettiğiniz kötüyü tutturmaya Hata’ denir, Aht’a ise, niyette iyiyi kastedip de onu tutturamamaktır. İşte hata diye buna denir. Türkçeye yanlış geçmiş. Onun için;

..Rabbenâ lâ tüahıznâ in nesiynâ ev ahta’nâ.. (Bakara/286) Deriz. Ev hata’na değil. Yani iyi kastedip de kötüye vurduğunuz şeylerden dolayı bizi sorguya çekme deriz. Onun için burada ki hata diye çevrilemez, burada ki günahlar, bile bile işledikleri günahlarınızı bağışlayalım ve sonunda güzel davranış sergileyenleri ödüllendirelim.

162-) Febeddelelleziyne zalemu minhüm kavlen ğayrelleziy kıyle lehüm feerselna aleyhim riczen mines Semai Bi ma kânu yazlimun;

Onlardan bilfiil zulmedenler, sözü, kendilerine söylenenden başka (söz) ile değiştirdiler… Bu yüzden zulümlerinin karşılığı olarak semâdan azap irsâl ettik. (A.Hulusi)

162 – Derken içlerinden o zulüm edenler, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka bir şekle koydular, zulmü âdet etmeleri sebebiyle biz de üzerlerine Semadan bir azâb salıverdik. (Elmalı)

Febeddelelleziyne zalemu minhüm kavlen ğayrelleziy kıyle lehüm Fakat onlardan kendilerine kötülük edenler, sözü kendilerine söylenenden başkası ile değiştirdiler. Takas ettiler sözü.

Alın bir Yahudileşme alamet daha. Özeti, kelimelerle oynamak. Böyle, Yahudileşme alameti. Bugünde Yahudileşenlerin kelimelerle oynadıklarını görürüz. Polemik yaparken kelimelerle oynarlar. Kelimelere takla attırırlar. Kelimelerin amaçlarını saptırırlar. Anlamlarını saptırırlar. Onlara takla attırırlar.

Bakara suresinin 58- 59. ayetlerinde geçiyordu hatırlarsanız;

..la tekulû ra’ınâ ve kulunzurnâ.. (Bakara/104)

Raina demeyin, unzurna deyin. Bana bak, bize bak, bizi gözet. Aslında Râina niye demeyin, aynı manaya geliyor; Raîna diye dillerini kırıveriyorlardı peygamberimizle konuşurken, çobanımız manasına geliyordu bu da. Bakın..! Hz. Aişe onun için bu ahlaksızlıklarını iyi fark etmişti. Bir gün Resulallah’a selam verdiler, essamü aleyküm diye. Allah kahretsin demektir. Esselam ile essam arasında çok dikkatli dinlemezseniz ayıramazsınız. Ama Hz. Aişe çok dikkatliydi, farkına vardı.

– Ya Resulallah niye selamlarını aldın?

– Ya Aişe ben de Ve aleyküm dedim ya..! Buyurmuştu.

Yani aynısı da sizinle olsun. Resulallah’ımızın farkı bu işte. Yani hiç şey yapmıyor, karşısındakileri mahcup etmiyor, ama ne yapılması gerekecekse de onu yapıyor. Dikkatli ama aynı zamanda da teennili. Aynı zamanda geniş. Karşısındaki insanlara karşıda davranış açısından çok yumuşak. Onun için; Ben de ve aleyküm dedim ya, ya Aişe. Diyor. Yani aynısı da size olsun dedim. Onun için bunda şey olmaya gerek yok dercesine.

Onun için kelimelerle oynuyorlardı onlar. Ki Nisa/46. ayetinde de bu kelimeleri oynamaları aynen geçer.

 feerselna aleyhim riczen mines Semai Bi ma kânu yazlimun; Bunun üzerine biz de ettikleri kötülük yüzünden onların üzerine gökten bela yağdırdık.

Kelimelerle oynamalarına şöyle bir tarihsel örnek verilir; Onlara şöyle dendi; Hıppa deyin. Hıppa yukarıdan inmek, indirmek anlamına gelen bir sözcük İbrani dilinde. Yani bize rahmet indir, bize af indir anlamına, estağfurullah anlamına. Onlar Hımpa dediler. Bir tek harfini değiştirdiler. Hımpa buğday anlamına gelir. Yani bize rahmet indir değil de buğday indir anlamına gelecek bir sözle değiştirdiler diye bir tarihi nakil var.

163-) Ves’elhüm anilkaryetilletiy kanet hadıratel bahr* iz ya’dune fiys sebti iz te’tiyhim hıytanühüm yevme sebtihim şürre’an ve yevme lâ yesbitune lâ te’tiyhim* kezâlike nebluhüm Bi ma kânu yefsükun;

Onlara, deniz kıyısında olan şehir halkından sor!.. Hani Sebt’te (Cumartesi gününde balık avlayarak) haddi aşmışlardı… Çünkü balıklar, Sebt gününde bollaşıp ortaya çıkardı da; diğer günler görünmezdi! Yoldan çıkmaları yüzünden, onları böyle denedik. (A.Hulusi)

163 – Sor onlara, o denizin hadâret, bir iskelesi olan o şehrin başına geleni, o vakit Sebtte tecavüz ediyorlardı: o vakit ki Sebt -ibadet için tatil- yaptıkları gün balıkları yanlarına akın akın geliyorlardı, Sebt yapmayacakları gün ise gelmiyorlardı, işte biz onları fasıklıkları sebebiyle böyle imtihana çekiyorduk. (Elmalı)

Ves’elhüm anilkaryetilletiy kanet hadıratel bahri Mesela, yukarıdaki ayetin sonu ile ilgili bir mesele bu. Vav daha çok manaya ilişkin değil, işlevsel bir harftir. Bir edattır ve kendisinden önceki pasajın konusu ile daha sonraki konuyu birbirine bağlar. Adeta araya söz girince yukarıdaki konuyu araya giren sözden sonra geri yukarıya bağlamak için konulur ki ben işte bu işlevi ifade edecek bir çok kelime olabilir. Oraya en uygun kelime neyse o konulur. Ben de bunda mesela dedim.

Mesela; Ves’elhüm anilkaryetilletiy kanet hadıratel bahr sor onlara deniz kıyısındaki mamur kentin halini. iz ya’dune fiys sebti iz te’tiyhim hıytanühüm yevme sebtihim şürre’an ve yevme lâ yesbitune lâ te’tiyhim Evet, sor onlara demişti, hani onlar sept günü dışında ortaya çıkmıyorlar diye, son cümleyi başa getireyim ki anlaşılabilsin, hani onlar Cumartesi tatil günü ortaya çıkmıyorlar diye sept gününde balıkların kendilerine akın akın gelişine tamah ederek, cumartesi geleneğini çiğniyorlardı.

Bunu anlamamız için biraz bilgi vermem lazım. Şabat diye bilinen Cumartesi geleneği Yahudi dininde ibadete ayrılmış bir gündür Cumartesi.

Bunu da nasıl ettiler biliyor musunuz. Allah onlar için ibadete ayırmadı. Peygamberlerinden onlar haftada ibadetlerine tahsis edecekleri, hiç dünyalık iş yapmayacakları bir gün istediler. Yine kendi talepleri üzerine konulan bir teşrii konulan bir yasadır bu. Kendi talepleri, kendiler talep ettiler, kendiler böyle oynadılar, bozdular, ihanet ettiler. Cumartesi onun için bu talepleri üzerine dünyevi hiçbir iş yapmamak üzerine sırf Allah’a ayırmaları gereken bir gündü. Şabat günü.

Onlar ne yapıyorlardı biliyor musunuz? Kitaba uymak yerine kitabına uydurmak, işte Yahudileşme alametlerinden en büyüğü idi. Cuma akşamından deniz kenarındaki Yahudi halklar ağlarını geriyorlardı, Cumartesi akşamı ağı topluyorlardı. Cumartesi de çalışmamış oluyorlardı hesapta. Yani Allah’a karşı uyanıklık yapıyorlardı bir yerde, (haşa.) Olur mu, olabilir mi. İşte onun için Allah’a karşı Yahudilik yapmak diye de çevirebiliriz bu söylediğim şeyi. 

Kitaba uyduruyorlardı dedim kitaba uymak yerine. Hile yapıyorlardı, hile i şer’iye denmez tabii ki, Bu hile-i gayri Şer’iye idi. Onun için şer-i hile olmamalı, olamaz zaten. Burada dolayısıyla Yahudilerin bu hilelerine dikkat çekiyordu işte bu ayet.

Neden dikkat çekiyordu? Açık efendim, siz de ey ümmeti Muhammed hile yapıp ta Yahudileşen İsrail oğulları gibi Yahudileşmeyin. Açık.

kezâlike nebluhüm Bi ma kânu yefsükun; Biz yoldan çıkmaları nedeniyle onları işte böylesine dünyalığa müptela kıldık.

Ben böyle çevirdim, ama böylesine sınadık diye de çevirebilirim. Bu sınama Allah’ın takdiri gereği balıklar Cumartesi geliyorlar, Cumartesi dışında gelmiyorlardı. Onun için buda Allah’ın onları sınamak için koyduğu bir sınav idi.

164-) Ve iz kalet ümmetün minhüm lime te’ızune kavmanillahu mühlikühüm ev müazzibühüm azâben şediyda* kalu ma’ziraten ila Rabbiküm ve leallehüm yettekun;

Hani onlardan bir ümmet şöyle dedi: “Allâh’ın kendilerini helâk edeceği yahut şiddetli bir azapla azaplandıracağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?”… Dediler ki: “Rabbiniz indînde mesûliyetimiz kalksın diye; ayrıca belki onlar da korunurlar (diye).” (A.Hulusi)

164 – Ve içlerinden bir ümmet niçin Allahın helâk edeceği veya şiddetli bir azâb ile ta’zib eyleyeceği bir kavme va’z ediyorsunuz dediği vakit o vaizler dediler ki: rabbinize i’tizar edebileceğimiz bir mazeret olmak için, bir de ne bilirsiniz belki Allahtan korkar sakınırlar. (Elmalı)

Ve iz kalet ümmetün minhüm lime te’ızune kavmanillahu mühlikühüm ev müazzibühüm azâben şediyda Ne zaman ki onlardan bir topluluk söz konusu sakıncalara, bu söz konusu sapkın kişilere karşı çıkanlara. Yani Yukarıda anlatıldı sapık adamları gördünüz. Cumartesi yasağına karşı çıkan, Allah’ın verdiği sözü değiştiren, kelimelerle oynayan, işte Yahudileşen gruba karşı çıkanlara karşı onlardan bir topluluk; Niçin Allah’ın bu dünyada  helak edeceği, hiç değilse Ahirette şiddetli bir azaba uğratacağı birilerine öğüt verip duruyorsunuz ki, dediklerinde;

kalu ma’ziraten ila Rabbiküm ve leallehüm yettekun; Onlar kendilerini şöyle savundular. Rabbimizin katında sorumlu olmayalım diye, bir de belki sorumluluklarını hatırlarlar umuduyla böyle yapıyoruz.

Sanırım anlaşıldı, üç tip insan var. Birileri Allah’a isyan eden, Yahudileşenler, Bir kısmı onlara karşı çıkanlar, bir grupta var hiç ses çıkarmayıp ne suça iştirak ediyorlar, ne de suç işleyenlere karşı çıkıyorlar. Böyle üç grup. Onun için o sessiz, bir kenarda duran grup suçlulara karşı çıkanlara diyor ki; Allah’ın dünyada helak edeceği, ahirette ise azaba mahkum edeceği böyle bir topluluğa ne diye dil döküp duruyorsunuz, karşı çıkıyorsunuz diyorlar. İşte onlar kendilerini şöyle savunuyorlar. Rabbimizin katında sorumlu olmayalım, bir mazeretimiz olsun diye.

Görüyorsunuz dostlar, suç işlememek yetmiyor, günah işlememek yetmiyor, günaha sessiz kalmakta bir günah, tepkisiz kalmakta bir günah. Onun için tepkisiz kalanlar, ondan rahatsız olmayanlar, onunla yan yana yaşayıp gidenler. İsyan, tuğyan, günah ile birlikte yaşamaya alışmış olanlar; günaha ortak gibi telakki ediliyor.

165-) Felemma nesu ma zükkiru Bihi enceynelleziyne yenhevne anissui ve ahaznelleziyne zalemu Bi azâbin beiysin Bima kânu yefsükun;

Kendilerine yapılan öğütleri unuttuklarında; kötülükten engellemeye çalışanları kurtardık; zulmedenleri ise yapmakta oldukları yanlış işler dolayısıyla, çetin bir azaba düşürdük! (A.Hulusi)

165 – Vaktaki artık edilen nasihatleri unuttular, o kötülükten nehy edenleri necata çıkarıp o zulüm edenleri yaptıkları fasıklar sebebiyle şiddetli bir azâba giriftar ettik. (Elmalı)

Felemma nesu ma zükkiru Bihi enceynelleziyne yenhevne anissui ve o sapkınlar kendilerine yapılan tüm uyarıları kulak ardı edince, bizde kötülüğe engel olmaya çalışan bu kimseleri kurtardık.

Gördünüz ya kötülüğe engel olmaya çalışan kimselerin işte böyle bir hakkı oluyor. Sessiz kalanları kurtardık demiyor yalnız. Sessiz kalanlar ahirette kurtulurlar. Ama karşı çıkanlar  O‘nun dünyevi gazabından kurtulurlar. Onun için bu üç grubun, üçünün dünyevi ve uhrevi hükmü böyle belirlenir. Günaha sessiz kalanlar elbette ahirette sorumlu olmazlar, ama dünyada o günah dolayısıyla bozulmuş ve kokuşmuş toplumun belasına ortak olurlar. Bu bir.

İkincisi O’na karşı çıkanlar, dünyada da o beladan uzak tutulurlar. Bu önemli.

[ Atlanan cümle; ve ahaznelleziyne zalemu Bi azâbin beiysin Bima kânu yefsükun;

 

zulmedenleri ise yapmakta oldukları yanlış işler dolayısıyla, çetin bir azaba düşürdük! (A.Hulusi)]

166-) Felemma atev an ma nühu anhü kulna lehüm kûnu kıradeten hasiiyn;

Ne zaman ki kibirlenip yasaklandıkları şeylerden dolayı kızıp hadlerini aştılar, kendilerine: “Aşağılık maymunlar (birbirini taklitle yaşayan, aklını kullanamayan mahlûklar) olun” dedik. (A.Hulusi)

166 – Vaktâki artık o nehy edildikleri şeylerden dolayı kızıp tecavüz etmeğe de başladılar, biz de onlara maymun olun keratalar dedik. (Elmalı)

Felemma atev an ma nühu anhü kulna lehüm kûnu kıradeten hasiiyn; ve sonunda kendilerine yasaklanan şeyleri işlemekteki inatçı tutumları yüzünden onlara dedik ki; Maymundan beter olun.

Evet, maymundan beter olun. Düşmanının putuna tapacak kadar onu taklit eden bir toplum ancak böyle tanımlanabilir. Allah’ın böyle bir bedduasına uğramış olmalı. Maymundan beter olun. Zaten maymundan beter olmuşlardır. Öyle değil mi? Düşmanının putuna yapan bir toplum, maymun gibi taklit hastalığına kapılmış değil de nedir.

Oysa ki iyi taklit eden maymun yüksek maymundur. Ama insan maymun gibi taklit ederse alçak insan olur. O sebeple burada Hasiiyn, alçak maymun, maymundan beter biçiminde çevirmeyi daha uygun buldum. Çünkü Mücahit; Ahlaken maymunlaştılar diye tefsir eder bunu, sureten değil.

Hatta peygamberimize bir soru üzerine efendimiz;

“Cismen hayvana hiçbir kavim çevrilmedi.” Diye cevap verir ki bu da onların cismen değil, genel kanaatte olduğu gibi ama ahlaken, ruhen, tavır ve davranmış olarak maymun gibi özgürlüklerini ve onurlarını bir avuç fındığa satabilecek kadar taklitçileştiklerini gösteriyor.

Ki biliyorsunuz Afrika’da maymunları diri diri yakalamak için bir yöntem uyguluyorlar maymun avcıları. Bir çömleği gömüyorlar toprağa, çömleği ağzı dardır, sadece maymunun eli girecek kadar. İçine de fındık koyuyorlar. Maymun elini sokuyor fındığı doldurunca dolu avucu çıkmıyor. Avcı geliyor; Maymun elindeki fındığı bırakıp ta kaçmayı akıl edemiyor. Fındıktan vazgeçemediği için özgürlükten oluyor.

İşte burada maymundan beter olun derken böylesine bir avuç fındığa özgürlüğünüzü satabilecek kadar aşağılaşın denilmiş oluyor.

167-) Ve iz teezzene Rabbüke leyeb’asenne aleyhim ila yevmil kıyameti men yesumühüm suel azâb* inne Rabbeke le seriy’ul ‘ıkab* ve inneHU leĞafûrun Rahıym;

Rabbin ilan edip bildirmiştir ki: “Kıyamet sürecine kadar, kendilerine azabın en kötüsünü yapacak kimseleri mutlaka bâ’sedecektir”… Muhakkak ki Rabbin, elbette “Seriy’ul Ikab”dır (işlenen suçun karşılığını anında oluşturan)… Muhakkak ki O elbette Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

167 – Ve o vakit rabbin şu ahdi i’lâm buyurdu: lâbüd kıyamet gününe kadar üzerlerine hep o kötü azâbı peyleyecek kimse gönderecek, şüphe yok ki rabbin çok seri’ ıkablı, yine şüphe yok ki o çok gafur, çok rahîmdir. (Elmalı)

Ve iz teezzene Rabbüke leyeb’asenne aleyhim ila yevmil kıyameti men yesumühüm suel azâb Nitekim rabbin kıyamet gününe kadar onların başına, kendilerini dehşet, felakete sürükleyecek kimseleri bela edeceğini ilan etmişti.

Etmişti değil mi? Bu mucizevi bir önceden haber vermedir dostlar. Yahudi tarihine bakın, bunun canlı şahidini görürsünüz. Yahudi tarihinde katliamlar, katliamlar ardı ardına bu çağa kadar gelip dayanmıştır. İşte bu bir Mucizedir onun için bu ayet.

inne Rabbeke le seriy’ul ‘ıkab Unutma ki cezalandırmada rabbin çok dakiktir. ve inneHU leĞafûrun Rahıym; Bununla beraber o çok bağışlayan, merhamet sahibidir.

168-) Ve katta’nahüm fiyl Ardı ümema* minhümüs salihune ve minhüm dune zâlik* ve belevnahüm Bil hasenati vesseyyiati leallehüm yerciun;

Onları yeryüzünde topluluklar hâlinde parçaladık… Onlardan sâlihler vardır… Onlardan bunun mertebe olarak altında olanları da vardır… Belki hakikate dönerler diye onları iyiliklerle ve kötülüklerle denedik. (A.Hulusi)

168 – Ve onları yer yüzünde bir çok ümmetlere parçaladık, içlerinden Salihleri de vardı, beri benzerleri de. Ve onları kâh nimet ve kâh musibet ile imtihan da ettik ki rücu’ ederler. (Elmalı)

Ve katta’nahüm fiyl Ardı ümeman ve onları grup grup yeryüzünün her tarafına dağıttık.

Toplu kıyım, Asur kıyımı, Babil kıyımı, Roma kıyımı, İspanya kıyımı, Hitler kıyımı..! Saymakla tükenmiyor görüyorsunuz. Onlar paramparça yer yüzüne dağıldılar ki, Medine’ye gidişleri de işte bu dağılmalardan, M.S. 70 teki, Roma kıyımı üzerine dağılmanın sonucuydu. Ve onlar bu dağıldıkları yerlerde bir edebiyat Apukaliptik adı verilen bir edebiyat oluşturdular. Mesihçi, mehdici edebiyat. Biri gelecek bizi kurtaracak edebiyatı. Ve hep böyle baktılar, böyle düşündüler. Devam ediyoruz;

minhümüs salihune ve minhüm dune zâlik Yine Kur’an o üslubunu getirdi, Onların aralarında dürüst ve erdemli kimseler olduğu gibi, böyle olmayanlar da vardır.

İşte yine süpürücülüğü reddediyor Kur’an. Yine ayıkladı, yine hepsini bir çuvala doldurmadı.

ve belevnahüm Bil hasenati vesseyyiati leallehüm yerciun; Bu sonuncuları belki kendilerine dönerler umuduyla hem bağış ve bollukla, hem sıkıntı ve darlıkla sınadık. Yani dürüst ve erdemli olmayan kimseleri iki şekilde de sınadık. Hem vererek sınadık, hem alarak sınadık. Neden? Belki kendilerine dönerler, yola gelirler diye. Yani biz kimseyi lanetlemedik demek istiyor Allah. Lanetli kavim yoktur diyor. Lanetleseydik hiç yola gelme umudu taşır mıydı. Yola gelirler diye ardı ardına bu sınamaları yapar mıydık. Onun için lanetli kavim yok, lanetli mantık var. Lanetli davranış biçimi var. Lanetli yol var.

169-) Fehalefe min ba’dihim halfün verisül Kitabe ye’huzune arada hazel edna ve yekulune seyuğferulena* ve in ye’tihim aradun mislühu ye’huzûh* elem yü’haz aleyhim miysâkul Kitabi en lâ yekulü alAllâhi illel Hakka ve deresu ma fiyh* veddarul ahıretü hayrun lilleziyne yettekun* efela ta’kılun;

Onlardan sonra, yerlerine hakikat bilgisine vâris olan, yeni nesiller geldi… Şu en sefil dünyanın zenginliğini elde etmek için yaşıyorlar, sonra da “Mağfiret olacağız nasıl olsa” diyorlardı. Şayet onlara onun misli bir dünyalık gelse, onu da alırlardı… Kendilerinden, Allâh üzerine Hak olmayanı söylemeyecekler diye hakikat bilgisi adına söz alınmamış mıydı? Onda olanı ders edinip incelemediler mi? Korunanlar için sonsuz olan gelecek yaşam ortamı daha hayırlıdır… Aklınızı kullanmayacak mısınız? (A.Hulusi)

169 – Derken arkalarından bunlara bozuk bir güruh halef oldu ki kitâbı miras aldılar, şu alçak Dünya arazını irtikap ile alırlar da birde «bize mağfiret olunacak» derler. Mukabil taraftan da kendilerine öyle bir şey gelse onu da alırlar, ya Allaha karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dâir kendilerinden kitap mîsakı alınmadın mı idi? Ve onun içindekini ders edinip okumadılar mı? Halbuki Âhiret evi Allahtan korkanlar için daha hayırlıdır, halâ akıllanmayacak mısınız? (Elmalı)

Fehalefe min ba’dihim halfün verisül Kitabe ye’huzune arada hazel edna Onların ardından kendilerinin yerini alan yeni kuşaklar vahiy kitabına varis oldular. Fakat bu değersiz dünyanın geçici hazlarına kapıldılar.

ve yekulune seyuğferulena* ve in ye’tihim aradun mislühu ye’huzûhu ayaklarına gelen bu fırsatın üzerine atladıkları halde, ne dediler biliyor musunuz? Nasıl olsa sonunda bağışlanacağız. Bile dediler. İşte Yahudileşme. Her fırsatın üzerine balıklama atladılar diyor Kur’an, ama yine de en sonunda nasıl olsa bağışlanacağız gibi bir mantığa sahiplerdi. Neden? Çünkü biz Allah’ın seçilmiş halkıyız inancı var ya.

Onun için, bizde de bu inanç bir parça yok mu? Yani nasıl olsa biz bu ümmete mensup olmakla baştan yırttık gibi, ne karıştırırsak karıştıralım, ne işlersek işleyelim gibi işte Yahudileşme dediğim de bu.

elem yü’haz aleyhim miysâkul Kitabi en lâ yekulü alAllâhi illel Hakka ve deresu ma fiyh oysa ki; Evet değerli Kur’an dostları, dinleyiniz; Oysa ki Onlardan Allah hakkında gerçekten başka hiçbir şey söylemeyeceklerine dair kitap sözü alınmamış mıydı ve O’nun öğretisini okumamışlar mıydı kitaplarında.

Okumuşlardı, okumuşlardı ama okumamış gibi davrandılar. Tevrat’taki söze atıf. Tevrat’ta tevbe etmeden kimsenin affedilmeyeceğine dair söze, Allah sözüne bir atıf var burada.

veddarul ahıretü hayrun lilleziyne yettekun* efela ta’kılun; Tabii ki sorumluluğunun bilincinde olanlar için ahiret hayatı en hayırlısıdır. Hala akıllanmayacak mısınız. efela ta’kılun; ..!

170-) Velleziyne yümessiküne Bil Kitabi ve ekamüs Salate, inna lâ nudıy’u ecral muslihıyn;

Hakikat bilgisine (Kitap) sımsıkı sarılanlar ve salâtı ikame edenler (-e gelince); doğrusu biz ıslah olan ve ıslah edenleri mükâfatsız bırakmayız. (A.Hulusi)

170 – Kitâba sarılanlar ve namazı ikame etmekte bulunanlar ise o Muhsinlerin ecrini biz hiç bir zaman zayi’ etmeyiz. (Elmalı)

Velleziyne yümessiküne Bil Kitabi ve ekamüs Salate ama kitaba sımsıkı sarılan ve salatı ikame eden kimseler var ya;

Burada ki salatı ikame de, zekat gibi anlaşılmalı.İsrail oğullarından söz ediyor unutmayınız bu ayet. Salatı ikame diye çevirdim. Namazı kılan diye çevirmedim onun için. Çok önemli.

Bu ayet, her ümmetin bir namazının olduğunu da bu ayetten öğreniyoruz ki vardır. Ancak şekil ve biçimi farklı da olsa. İbare araç anlamı namaz da olsa, ondan çok daha öte bir amaç anlama dikkat çekiyor. Öyle bir zengin çağrışıma sahip.

Amaç anlamını nerden bulacağız? Dilden. Salat, omurga anlamına gelen bir kökten geliyor. Omurga. Ekımu fiili ise kaldırın, dik tutun, düzeltin, istikamet verin anlamına gelen bir kelime. Bu durumda amaç anlam kendiliğimden ortaya çıkmıyor mu? Allah’a karşı esas duruşunuzu bozmayın, dik durun. Onun için burada elbette ki namaz anlamı zaten var. O araç anlam. Ama niçin namaz kılıyorsunuz anlamını da veren çok zengin bir çağrışım

 Bu ekımusselam ibaresi. Onun için düz bir mana ile yetinmeyi doğru bulmadım.

inna lâ nudıy’u ecral muslihıyn; Onlar iyi bilsinler ki biz çaba gösterenlerin emeklerini zayi etmeyeceğiz.

171-) Ve iz netaknel cebele fevkahüm keennehu zulletün ve zannu ennehu vakı’un Bihim* huzû ma ateynaküm Bi kuvvetin vezküru ma fiyhi lealleküm tettekun;

Hani o dağı sanki bir gölgelik gibi üstlerinde yükseltip kaldırmıştık da, o üzerlerine düşüp, kendilerini helâk edecek diye düşünmüşlerdi… “Size verdiğimize kuvvetle sarılın ve onda olanı hatırlayıp düşünün ki korunabilesiniz.” (A.Hulusi)

171 – Hem bir vakit biz o dağı bir gölgelik gibi tepelerine çekmiştik de kendilerine düşüyor zannettikleri bir halde demiştik ki size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın gerektir ki korunursunuz. (Elmalı)

Ve iz netaknel cebele fevkahüm keennehu zulletün ve zannu ennehu vakı’un Bihim Ve biz Sina dağını bir gölgelik gibi tepelerine dikip, onların; dağın üzerlerine yıkılacağını sandıkları o zamanda demişti ki;

huzû ma ateynaküm Bi kuvvetin vezküru ma fiyhi lealleküm tettekun; Size bahşettiğimiz vahye sımsıkı sarılın ve onun ilkelerini aklınızdan çıkarmayın. Çıkarmayın ki sorumluluğunuzu yerine getirebilesiniz.

Evet sevgili dostlar, yukarıda racfe diyor. Sarsıntıyla birlikte gerçekleşen bir yer hareketi olabilir diye daha önce açıklamıştım.

Sonuç mu; burada onlarca ayetin bize aktardığı bir olay bitti bu ayetle. Bu ayetten sonra söz bambaşka bir açıdan devam edecek. Bu onlarca ayet Mekke’nin, hem de hicretten önceki yıllarında, içinde bir tane Yahudi’nin yaşamadığı Mekke’de müminlere ne diyordu, Muhammed A.S. a ne diyordu, Mekkelilere ne diyordu. Yoksa her halde hiçbir mümin Kur’an eskilerin masallarından bahsediyordu diyemez. Dememeli. Dememsi gerektiğini Kur’an söylüyor. Eskilerin masalları değilse ki öyledir, peki onlarca ayetten beri Mekke’de nazil olmuş A’raf suresinde müminlere nasıl bir mesaj veriliyordu? Bu açık, Musa peygamberin Mekke’si, Resulün Mekke’sin de anlatılıyordu. Her peygamberin bir Mekke’si vardır gerçeğine vurgu yapılmıştı.

İkincisi bu ümmetin ilk nesilleri eza ve cefa gören, iman yolunda ezaya katlanan ilk nesillerine; Siz değilsiniz imanın bedellerini ödeyen, sizden önce de ümmetler imanın bedelini ödediler demek.

Üçüncüsü de, bizim için de en önemlisi olan; Ey Ümmeti Muhammed, bakın, sizin gibi İslam ümmeti olan, sizin gibi kendilerine peygamber gönderilen, sizin gibi vahyi yer yüzüne taşımakla görevlendirilen Müslüman İsrail oğulları nasıl Yahudileştiler. Ona bakın ibret alında sizde onlar gibi size emanet edilen vahye ihanet edip Yahudileşmeyin mesajı idi.

Her türlü Yahudileşmeden Allah’a sığınıyoruz.

“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Ağustos 2011 in KUR'AN

 

Etiketler: , ,

Yorum bırakın