RSS

İslamoğlu Tef. Ders. A’RAF SURESİ (172-206)(57)

25 Ağu

231“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Sevgili Kur’an dostları geçen dersimizde işlediğimiz ayetler, A’raf suresinde 103. ayetten itibaren başlamış olan uzun bir konunun sonuydu. Bu konu, yaklaşık 70 ayetle anlatılan bu konu, Müslüman İsrail oğullarının Yahudileşme serüvenini anlatıyordu.

A’raf suresi bilindiği gibi Mekke döneminde, hicretten yaklaşık 3 ya da 4 yıl önce indirilmiş bir sure. Bunu dikkate aldığınızda, bir de bunun üzerine Mekke’de Yahudi nüfusun bulunmadığını dikkate aldığınızda, neden Mekke de onlarca, hatta yüzlerce ki yaklaşık 200 ayeti aşkın bir bölüm ayırır Kur’an İsrail oğullarının Yahudileşme serüvenine. Neden bu konu. Neden Mekke de soruları çok önem kazanıyor.

İşte bu nedenlere vereceğimiz en makul cevaplardan biri bu ümmete; Ey ümmeti Muhammed, sizde Müslüman ümmeti Musa gibi Yahudileşebilirsiniz. Unutmayın ki tüm ümmetler başlangıçta vahye uymuşlar ama, kendilerine emanet edilen vahyi sonuna kadar taşımayıp ihanet ettiklerinde bir tür Yahudileşmişlerdi. İşte bu ümmette bu tehlikeye karşı uyarılmış ve Yahudileşmeyin ey Ümmeti Muhammed hitabıyla karşı karşıya kalmıştı.

Burada bir hakikat dile getiriliyordu. O hakikatte tüm insanlığa verilen vahyin aynı merkezden, aynı kaynaktan, aynı ilkeler, esaslar etrafında olduğu hakikati. Ama bu tabii vahyin aynı ilkeler etrafında, aynı kaynaktan geldiği hakikati, insanlığın tek ortak noktası değildi. Yani bir de ondan daha öte, daha önce gelen, daha temel bir ortak hakikat vardı. Vahyin de temelinde yer alan ortak bir hakikat.

İşte Kur’an sözü 172. ayette, A’raf suresinin bu ayetinde sözü, ondan daha geniş bir zemin olan insanlığın ortak temeline getirdi ve dedi ki;

172-) Ve iz ehaze Rabbüke min beniy Ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim* elestü BiRabbiküm* kalu bela şehidna* en tekulu yevmel kıyameti inna künna an hazâ ğafiliyn;

Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden (menilerinden, genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi nefslerine şahitlendirerek sordu: “Elestu BiRabbiküm = Rabbiniz değil miyim?”, (onlar da) “KALU = dediler, BELA = evet, Şehidna = bilfiil şahidiz”… Kıyamet sürecinde, “Biz bundan kozalıydık (gafildik)” demeyesiniz! (İslam fıtratı üzerine yaratılır tüm insanlar konusunu anlatmakta… A.H.) (A.Hulusi)

172 – Hem rabbin: Beni Âdemden, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak «rabbiniz değil miyim» diye işhad ettiği vakit, «evet» dediler: «şâhidiz», Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz. (Elmalı)

Ve iz ehaze Rabbüke min beniy Ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim Ve rabbin Adem oğullarının sulplerinden, onların nesillerini çıkardığı her zaman onları kendileri hakkında, şahit, tanık kıldık.

elestü BiRabbiküm ve dedi ki; Ben sizin Rabbiniz değil miyim. Daha doğru bir ifade ile, ben değimliyim sizin rabbiniz. (Dedi ki, yok ayette, onu ben söyledim. Adeta ayetin simgesel oluşunun bir ifadesi olarak araya dedi formu sokulmamış.)

kalu bela şehidna Onlar da kesinlikle dediler. Biz buna tanığız, biz buna şahidiz.

en tekulu yevmel kıyameti inna künna an hazâ ğafiliyn; Niçin bunu yaptık biliyor musunuz? Bu temeli niçin koyduk. İşte o niçinin cevabı budur. Bunu hatırlattık ki kıyamet günü bizim bu gerçekten haberimiz yoktu demeyesiniz.

Bu ayet Kur’an da gerçekten de simgesel anlatımın ulaştığı en büyük zirveyi temsil eder. Harika bir örneğidir sembolik anlatımın. Ayette bir diyalog geçiyor. Rabbim Adem oğullarının sulbünden, onların nesillerinden çıkardığı zaman nesillerini, onları kendileri hakkında şahit tuttu. Diyor. Ve ben değil miyim sizin rabbiniz. Deyince onlar da, Adem oğullarının nesilleri de; Elbette dediler. Bela, kesinlikle sensin bizim rabbimiz şehidna, bunun şahidi de biziz. Dediler.

Bu diyalog iki şekilde anlaşılabilir.

1 – Sembolik ve simgesel olarak anlaşılabilir,

2 – Lafzi olarak, yani hakikaten böyle bir konuşma böyle bir diyalog geçmiştir şeklinde anlaşılabilir.

Bu ayeti lafzi olarak yorumlayan müfessirler, tek bir rivayete dayanırlar. Hemen tamamının dayandığı rivayette; Hz. Adem’in sulbünden, nesillerinin alınıp onlarla böyle bir sözleşme gerçekleştirildiği ifade edilir. Bu rivayet Hadis tekniği açısından hayli tartışılan bir rivayet. Ama ondan da öte eğer bu rivayetin bir de dirayet açısından, lafız açısından kritiğini yaparsak tartışma katmerleşir. Çünkü bu hadiseyi, bu diyalogu hakiki manada, lafsi manada alan tüm müfessirler bu rivayete dayanıyorlar, ama rivayet, Hz. Adem’in sulbünden söz ediyor. Oysaki burada Hz. Adem’den değil, Adem oğullarından söz ediliyor. Dolayısıyla biz anlıyoruz ki her Adem oğlunun sulbünden gelen nesilleri ile yapılmış doğal bir sözleşmeden söz ediliyor.

O halde biz bu ayetteki bu diyalogu hakiki manada anlamak yerine ayetin ruhuna da uygun olan mecazi bir ifade olduğu şeklinde anlamamız daha doğru olur diye düşünüyorum. Ki bu düşünce sadece bana ait değil, bir çok tesir sahibi de bu konuda böyle düşünmüşler ki başta İbn. Kesir, Mücahit, tabiin müfessirlerinden. Daha sonra gelen büyük müfessir İbn Kesir bu ayetin mecazi bir sözleşmeye dikkat çektiğini söylercesine fıtrata atıf yapıyor ve fıtratla ilgili ayetleri ve hadisleri alıyor. Onların başında;

..fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha.. (Rum/30)

Allah’ın, insanlığı üzerinde yarattığı temiz fıtrattan söz ayetten geliyor. Ve onun arkasına; O çok meşhur Hadis;

– Küllü mevlûdin Yu’ledu ala fıtratil İslam.

Her doğan, İslam fıtratı üzere doğar. Daha sonra onu annesi, babası, yakınları çevresi putperest yapar.

Fıtratına yabancılaştırır, kendisine yabancılaştırır, özüne yabancılaştırır, hakikate yabancılaştırır, Allah’a yabancılaştırır. Yani o pirüpak olan fıtratı daha sonra dış çevresel faktörler tahrif eder, tahrip eder. Ama asıl ve öz daima o temiz fıtrattır. 

Burada ayeti lafzi manada anlamak için biraz da ruh ve bedenin kesin ayırımına dayalı bir felsefeye dayanmak lazım. Oysa İslam tarihinde ruh ve beden ayırımına kesin ayırımına dayalı bir anlayış, ancak hicri 3. yüzyılda Yunan düşüncesinin, Yunan felsefesinin Arapçaya çevrilmesinden sonra yaygınlaştı. Ondan önce, özellikle Kur’an ın indiği neslin zihninde, tasavvurunda ruh ve ceset, ruh ve beden öyle birbirinden çok bağımsız birbirinden kesinkes ayrılmış şeyler olarak tasavvur edilmiyordu.

Onun içinde İslam tarihinde ki düşünsel zikzaklar takip edilerek hangi anlayışlar ne zaman yaygınlaşmış, hangi ayetlere hangi anlamlar hangi dönemlerin eseri olarak verilmeye başlanmış bunu çıkarmak mümkündür. Ve özellikle hermetik felsefenin dayandığı insani bakış açısı böyle bir keskin ayırıma dayanır. Onun için de hermetik felsefe girdikten sonra İslam düşüncesine nefis ile ilgili tüm ayetler, adeta insan benliğinden, insanın kendi varlığından bağımsız bir şeymiş gibi anlaşılmaya başlanmıştır ki bu da ilginç bir değişim örneğidir.

Bu ayette söylenen açık değerli Kur’an dostları. Bu ayette Allah’ın insana verdiği irade, akıl, vicdan. Fıtratın dili olarak vicdan, fıtratın beyni olarak akıl, fıtratın gücü olarak irade, aslında bir sözleşme anlamına geliyor. İnsanın Allah’la sözleşmesi. İnsan eğer fıtratını, yaratılıştan gelen bu fıtratını takip ederse hakikati bulur. İşte onun içindir ki İmam Cafer akla; İnsanın içindeki peygamber diyor. Eğer takip ederse, fıtratı takip ederse yine hakikati bulur. Onun içindir ki Allah’ın, müteal bir yaratıcının varlığını bilmek için ille de dışarıdan bir bilgiye ihtiyacı yoktur. Kendisi hakkındaki doğal bilgisi gibidir bu bilgi. Çünkü insanın kendisi hakkındaki bilgi, husuli değil, huduri bir bilgidir. Sonradan elde edilmiş bir bilgi değil, insanın özünde yerleşik olan bilgidir. Onun için hiçbir deli, deliyim diye yiyeceği ağzı yerine kulağına götürmez.

Aklı yoktur, delirmiştir. Tamam doğru ama yiyeceği ağzına götürür. Ateş yemez. İlginçtir. Neden, çünkü varlığı hakkındaki bilgi doğal bilgidir. Sonradan kazanılmamıştır. Kaybettiği aklıyla sonradan kazanılmış bilgileri aslında kaybetmiştir. Biz delirdi deyince aslında sonraki bilgilerini kaybetti anlamına gelirdi diyoruz. Yoksa doğal aklı duruyor. Kendisi hakkındaki bilgi duruyor. Onun için eline el gibi, ayağına ayak gibi bakar. Başını baş olarak görür. Tersine yürümeye çalışmaz, elleri üzerine yürümeye çalışmaz deli, ayakları üzerinde yürür. Çünkü bu bilgi huduri bir bilgidir.

Tıpkı bunun gibi bu varlığı, varlık alemini meydana getiren bir yüce var edicinin var olduğu hakkındaki bilgide huduri bir bilgidir özünde.

İşte fıtrat; Allah’ın insanın özünde yarattığı o temiz zemindir. Pırıl pırıl zemindir ve vicdan fıtratın dilidir. Fıtrat vicdan dili ile konuşur. Fıtrat bazen haykırır, bağırır İmdat diler. Bunu vicdan aracılığı ile yapar. Fıtrat bazen gıda ister. Canı bir şeyler ister fıtratın. Arzu eder. Peki fıtrat bütün bunları vicdan diliyle seslendirir ise eğer, ya vicdanının dilini duymayan insan fıtrata nasıl cevap verir.

İşte onun için küfür denmiştir. Küfür örtmektir. Kelime manası örtmek. Dolayısıyla vicdanın üzerinin örtülmesi sapmanın başlangıcıdır. İşte sapma böyle gerçekleşir. Onun için dalalet, sapıklığın her türü bir vicdan dan kopuştur. Doğadan kopuştur. İnsanın doğal olandan kopuşu, sapmanın işaretidir.

Peki bunun tersi de geçerli değil mi? İşte bu noktada o hakikati görüyoruz. Aslında tüm dinler, tüm vahiyler, tüm nebiler, resuller insanı bir yere çağırmıyor. İnsanı bir yerlere çağırmıyor. İnsanı çağırdığı yer, insanın kendisi. Din insanı özüne çağırıyor. Din insanı kendisine, fıtratına çağırıyor.

Bunu nerden anlıyoruz açıkça? İşte ayet;

ve eşhedehüm alâ enfüsihim onları kendi benliklerine şahit kıldık.

İnsan kendisine çağırıldığı içindir ki kendisinden başka şahit aranmıyor. Senin şahidin yine sensin deniliyor. Çünkü kendine çağırıldın. Bize gel demiyor kimse. Onun için İslam’a çağırmak, insanı kendine çağırmaktır. Kendine gel demektir. Kendine gel denilen her insan, Islama çağrılmıştır. O halde kendini unutan aslında İslam’dan çıkmıştır. Kendine karşı yabancılaşan, işte ıslama karşı da yabancılaşmıştır.

O sebeple eğer böyle anlarsak, dini böyle anlarsak, vahyi böyle anlarsak, insanı böyle anlarsak, Kur’an ın anlattığı gibi anlamış oluruz. Değilse, Kur’an ın anlatmadığı bir şey çıkarmış oluruz. Yine böyle anlarsak o zaman vahiyle insanı, o zaman fıtratla vahyi birbirinin parçası olarak görürüz. Birini sözlü fıtrat, diğerini insan şeklindeki ayet olarak görürüz. Birinin insanı ayete dönüştürülmüşünü, öbürünü ise insanın vahye dönüştürülmüşü biçiminde görürüz.

Onun için biri toprak olur, diğeri tohum. Birbiri ile buluşturup ekerseniz, işte orada iman biter. Cennet biter, muhabbet biter. Habbe olur, imanın hububatı olur, tohumu olur. Muhabbet olur. İnsan vahyi, muhabbet enerjisi gibi algılar ve vahiyden muhabbet üretir. Vahiy insanı yürüyen bir muhabbete dönüştürür. Müebbet olur o da cennet olur.

Onun için bu ayette geçen diyalog, gerçekte simgesel anlatımın ulaştığı harika bir örnek. Tıpkı Kur’an da ki

..fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha* kaleta eteyna tai’ıyn; (Fussilet/11) Ayeti var ya;

Göklere ve yere biz emrettik ister razı olarak gelin, ister zorla gelin dedik, onlarda razı olarak geldik dediler.

Buradaki diyalog ne ise, işte buradaki fıtratla yapılan diyalogda ona benzer.

Yine Kur’an da emanet ayetinde;

İnna ‘aradnel emanete ales Semavati vel Ardı vel cibali feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelehel İnsan… (Ahzap/72)

Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara sunduk. Emanet bir çok şey olabilir ama bir şey kesinlikle olmak durumunda İrade, akıl ve irade. Yani aslında fıtrat diyebilirsiniz. Çünkü ben aklı, iradeyi, vicdanı; fıtratın farklı duyuları gibi algılıyorum. Fıtratın fakültesinin farklı duyuları gibi algılıyorum. O sebeple Fıtrat emanetini göklere, yerlere ve dağlara sunduk, onlar kaçındılar.

İşte buradaki sunuş ve kaçınış nasıl bir dille anlatılmışsa, buradaki insan fıtratının doğru, insan özünün hak olma gerçeği de işte aynı dille mecazi bir biçimde anlatılıyor.

İlginç değil mi, küfür dedim, vicdanın üzerini örtmektir. Örtünüz zaman sesini duyamaz olursunuz. Artık vicdan bağırsa çağırsa, imdat dilese artık ses duyulmaz olur. Vicdan, yönlendiremez olur sahibini. Vicdanını katletmiştir. Bu şu demektir. İşte sözleşmeye ihanet etmiştir, fıtrat sözleşmesine. Özüne yabancılaşmıştır, kendisine yabancılaşmıştır. Kendisine yabancılaşan Allah’a yabancılaşır. Eşyaya yabancılaşır. Kendisiyle barışık olmayan neyle barışık olabilir ki.

İşte burada ve Kur’an ın her tarafında bir kavram sık kullanılır. Tezekkür. Zikir. Hatırlatma demektir, hatırlama demektir. Neden hatırlama, bir şeyin hatırlanması söz konusu ise orada unutma söz konusudur. Unutulan bir şey vardır ki, hatırlanmak istenmekte, hatırlatılmaktadır. Nedir o unutulan, fıtrat, o öz. Onun için vahyin sıfatlarından biri de ez zikr, hatırlatmadır.

İnna nahnu nezzelnez Zikra.. (Hicr/9)

Biz, işte biz indirdik zikri. Yani hatırlatan vahyi. Onun için tüm vahiylerin sıfatıdır zikir. Kur’an ın değil yalnızca. Vahyin sıfatıdır. Tıpkı Furkan gibi.

O sebeple değerli dostlar. Unutan aynı zamanda fıtratına yabancılaşır. İnsan, nisyan demektir bir yerde. İnsan kelimesinin kökenlerinden biride o dur. Ünsiyet yakın olan anlamına geldiği gibi bu kombinezon içerisinde nisyan da insan kelimesi ile akrabadır. Unutmak..! Unutur insan, yu’rafu bi’n nisyan, El insan yu’rafu bi’n-nisyan. İnsan unutmakla bilinir. Unutmakla ma’ruf ve ma’lüldür. Neyi unutur? Doğasına yerleştirilmiş o fıtratı, doğasını, kendisini unutur yani.

İşte Allah’ın formatlamasıdır. İnsan formatlanmıştır. Formatında vardır inanç. Formatında vardır iman. Formatında vardır aşkın bir inanç. O sebeple yer yüzünün tüm çocukları Müslüman doğarlar. Ve yeryüzünün tüm çocukları din kardeşimizdir. Adı Hans olsa da, adı Mary olsa da, adı Margaret olsa da, yer yüzünün hangi tarafında bir çocuk görmüşseniz o sizin din kardeşinizdir. Ve yer yüzünde bir çocuk ölürse, bir Müslüman iki kez acı çeker. Bir insanlıkta eşi, iki dinde kardeşi olduğu için. Acısını çifte duyar. İşte bu yüzdendir. Bu yüzden her doğal olan sizin dininizin bir parçasıdır ve bu yüzdendir ki; insanlara, İslam’a gelin demek, kendinize gelin demekle eş anlamlıdır.

[Ek bilgi; ELESTÜ BİRABBÜKÜM HAKİKATİ

Kelime (Tümel Ruh) Allah’ın kendisine yerleştirdiği sır ve hikmetleri öğrenmiş, sonradan var olduğunu kavramış, zatını kuşatıcı bir bilgiyle tanımıştır. Bu bilgi onun için kendisiyle beslendiği ve hayatını sonsuza kadar sürdüğü bir gıda haline gelmiştir.

Bu en yüce tecelli de Hakk ona şöyle demiş;

– Benim senin nezdindeki ismim nedir? Ruh karşılık vermiş;

– Sen benim rabbimsin.

Böylece Hakkı ancak Rablik mertebesinde tanımış Kâdim Hakk uluhiyetiyle ayrılmıştır. Çünkü Hakkı bu  yönü ile ancak kendisi bilebilir. Allah ona şöyle demiştir;

– Sen benim merbûbum(Rabbin kulu) Ben senin rabbinim sana kendi isim ve sıfatlarımı verdim. Binaenaleyh seni gören kişi beni görmüş, sana itaat eden kişi bana itaat etmiş, seni bilen beni bilmiş seni bilmeyen ise beni de bilmemiştir.

Senden aşağıda bulunanların ulaşacağı son nokta, nefislerinin senin bilgine ulaşmalarıdır. Onların sana dair bilgilerinin zirvesi senin niteliğini değil sadece var olduğunu bilmektir. Benimle ilişkinde de sen böylesin.

Kendi nefsini bilmeyi aşamazsın kendinden başkasını göremezsin ve benim hakkımda ancak varlık bakımından bilgi elde edebilirsin. Bilgi bakımından beni kuşatmış olsaydın hiç kuşkusuz sen, ben. Ben ise kuşatılmış, dolayısıyla zatım senin zatın olurdu. Fakat böyle bir durumda zatın benin zatım olsaydı. İşte sana ilahi sırları gönderiyorum ve onlarla seni terbiye ediyorum. Sen onları kendinde yaratılmış olarak bulursun ve tanırsın.

Bunları sana nasıl  ulaştırdığımın bilgisinden seni perdeledim. Çünkü onu müşahadeyi taşımaya gücün yetmez. Şayet onu bilseydin mahiyet bir olurdu. Mahiyetin bir olması imkansızdır. Şu halde senin onu müşahede etmen imkansızdır. Bileşiğin mahiyeti, yalının mahiyetine döner mi. Hakikatlerin değişmesine4 yol yoktur.

Bilmelisin ki senin aşağında olan kimseler sana tabi olduğu gibi sen de bana tabisin. Dolayısıyla sen elbisemsin, sen benim örtümsün, sen benim perdemsin.

Bunun üzerine ruh Hakka şöyle der;

-Rabbim benim mülkümün olduğunu duydum.peki nerededir o mülk?

Bu soru üzerine Hakk; Ruh için nefsi kendisinden(ruhtan) ortaya çıkarmıştır. Nefis türeme yoluyla olan mefuldür. Ruh şöyle demiştir;

– Bu benim parçam, ben ise onun bütünüyüm. Tıpkı ben senden (Haktan) olduğum halde sen benden değilsin.

Hakk şöyle karşılık vermiş;

– Doğru söyledin ey ruhum.

Ruh şöyle demiş;- Rabbim senin vasıtan ile konuştum Kuşkusuz beni sen terbiye ettin yardım ve terbiye sırrını benden gizledin ve onun bilgisini sadece kendine ayırdın. Benim yardımımı da sahip olduğum mülkten (Nefs) perdele ki ben seni bilemediğim gibi o da beni bilemesin.

Bunun üzerine Hakk nefse kabul edicilik ve muhtaçlık niteliği yatarmış, aklı ise mukaddes ruha vezir yapmıştır. Sonra ruh nefse dönmüş ve şöyle demiştir;

– Ben kimim? Nefis cevap vermiş;

-Rabbimsin Hayatım sana bağlı olduğu gibi bekâmda sana bağlıdır.

(Fütuhat-ı Mekkiye C/1-S/322 İbn. Arabi)]

[Ek bilgi 2; RUHLAR EZELDE Mİ YARATILDI?

“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden (menilerinden, genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi nefslerine şahitlendirerek sordu: “Elestu BiRabbiküm = Rabbiniz değil miyim?”, (onlar da) “KALU = dediler, BELA = evet, Şehidna = bilfiil şahidiz”… Kıyamet sürecinde, “Biz bundan kozalıydık (gâfildik)” demeyesiniz!” (7.A’raf: 172)

Âyetin esas vurgulamak istediği gerçeğin fark edilememesi yüzünden, bu âyetin anlamı saptırılarak; tamamen ilgisiz yorumlar ortaya atılmış; bunlar çeşitli asılsız hikâyelerle bezenmiş ve nihayet bugünkü asılsız genel kabule gelinmiştir!
Özetleyelim bugünkü yanlış ve asılsız genel kabulü.

“Allâh, Dünya’ya gelecek ne kadar insan varsa, başka bir mekânda onların toplu hâlde ruhlarını yaratmış ve orada onlara sormuş; ben sizin Rabbiniz değil miyim? İnsanların ruhları da, güya orada cevap vermişler; evet sen bizim Rabbimizsin”, diyerek. Sonra o ruhlar, oradan, teker teker Dünya’ya gelip, ana rahimlerinde oluşan bedenlere giriyorlar ve sonra da çıkıp tekrar o âleme gidiyorlar. Ve hatta bazı derin ve kapsamlı düşünce ve bilgi sahibi olmayan kişilere göre, tekâmül için tekrar Dünya’ya geliyorlar! Buna da yeniden Dünya’ya gelerek bir bedene girme anlamına “reenkarnasyon” diyorlar!”

Bu yanlış anlayışa dayalı olarak, “elest bezmi” isimli bir hikâye daha uyduruluyor. Güya o ruhlar âleminde tanışıp ülfet edenler, burada da tanışırmış, sevişenler burada da sevişirmiş, orada birbirinden hoşlanmayanlar, burada da birbirinden hoşlanmazlarmış!
Önce işin aslını özetleyelim, sonra da delillerimizi sıralayalım. Âyetin işaret ettiği anlam şudur Allâhu âlem;
“Allâh insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır” hükmü üzere, her insan henüz sperm hâlinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden İslâm fıtratının programını alarak dünyaya gelir.

“Onların bellerinden zürriyetlerini alır” ifadesi genetik olarak intikâl eden İslâm fıtratının sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve vurgular! Yani, sperm hâlindeyken insan -BELLERİNDEN ZÜRRİYET ALINDIĞINDA- fıtrat olarak Rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır.

Esasen, genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin, ana rahminde 120. günde, özünden boyutsal bir şekilde gelen melekî etki ile, “RUH” adı verilen ve beyin tarafından üretilen dalgalardan oluşan, ölüm ötesi boyut bedenini üretmeye başlar!.. Ve ona, yani “ruh”a, tüm zihinsel fonksiyonların hâsılası, dalgalar (wave) şeklinde yüklenir! Yani, başka bir yerden gelip bedene giren bilinçli bir “ruh” olayı kesinlikle geçerli değildir!

Dünya öncesi yaşamda, bir yerlerdeki ruhlar âlemine dayanak gösterilmek istenen âyeti dikkatle düşünürsek, burada “Âdemoğullarının BELLERİNDEN” söz edildiğini fark ederiz. “BEL” olayı ruh boyutuna değil; içinde yer almakta olduğumuz Dünya boyutuna ait bir şeydir. “Bel suyu” menidir, spermin dünyasıdır!

Bu çok büyük yanlış anlamanın temelinde, “EZEL” kelimesinin “BOYUTSALLIK” ifade eden manada anlaşılmayıp, sanki mekânsal bir geçmiş olarak değerlendirilmesi yatmaktadır!

Bu konuda geniş bilgi, “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda vardır. Ayrıca Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’ân tefsiri olan “Hak Dini Kur’ân Dili” isimli tefsirinin 4.cildinin 2324.sayfasında bu yazdıklarımızın doğruluğunu teyit eden bilgileri bulabilirsiniz… Sayın Süleyman Ateş’in “Yüce Kurân’ın Çağdaş Tefsiri” isimli eserinin 3.cildinin 412.sayfasına da bakabilirsiniz.

İmam Gazâli, “Ravzatüt Talibin” isimli eserinde bu konuyla ilgili şöyle der:

“Çünkü Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem’in ruhu da anneleri tarafından dünyaya getirilmelerinden önce mevcut ve yaratılmış değildi…”

Ruh dışarıdan gelip bedene giren bir şey değilse; çıktıktan sonra da yeniden başka bir bedene girmesi söz konusu olabilir mi? (AHMED HULÛSÎ)]

173-) Ev tekulu innema eşreke abaüna min kablü ve künna zürriyyeten min ba’dihim* efetühliküna Bima fealel mubtılun;

Bir de “Daha önce atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlardı; biz de onların devamı bir zürriyetiz (onların genetik özelliklerinin devamıyız); Hakk’ı inkâr eden atalarımız yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” demeyesiniz (için yukarıdaki olayı açıkladık. Zira her insan İslâm fıtratı {programı} üzere yaratılır. Din anlayışı çevresinin şartlandırmasıyla başlar). (A.Hulusi)

173 – Yahut: ancak önceden atalarımız şirk koştular, biz ise onlardan sonra bir zürriyet edik, şimdi o batılı tesis edenlerin yaptıklarıyla bizi helâk mi edeceksin? Demeyesiniz. (Elmalı)

Ev tekulu innema eşreke abaüna min kablü ve künna zürriyyeten min ba’dihim Ya da gerçekte babalarımız bizden önce şirk koşmuştu. Biz ise sadece onların peşinden giden bir kuşağız. efetühliküna Bima fealel mubtılun; Dolayısıyla batılı icat edenlerin yaptıkları yüzünden bizi mi helak edeceksin şeklinde bir gerekçeye sığınmayasınız diye.

Evet, yani böyle bir gerekçe, böyle bir mazeret ileri sürmeyesiniz diye şahit kıldık. Kendinizi, kendinize. Neden, babalarınızdan önce sizin yapınıza yerleştirilmiş imanı inkar ettiniz. Sözleşmeyi inkar ettiniz Allah ile bir fıtrat sözleşmeniz vardı. Bir akıl sözleşmeniz vardı, bir irade sözleşmeniz vardı. Siz eğer önceki bir şeye uymak istiyor idiyseniz, yani ille de şöyle bir mazeret ileri sürecek idiyseniz; Biz çok önceden beri bizim önümüze açılmış yolu takip ederiz diyecek ve bu mazeretinizle de makul karşılanacaksanız, Allah’ın sizin fıtratınıza açtığı iman yolunu takip edeydiniz. Babalarınız fıtratlarına yabancılaştı, babalarınız özüne yabancılaştı, siz babanızı takip etmek için fıtrata ihanet ettiniz. Vicdana ihanet ettiniz, vicdanınızın üzerini kalın bir perde ile örttünüz, doğanıza ihanet ettiniz.

Onun için burada böyle bir mazeretiniz geçersizdir diyor.

174-) Ve kezâlike nufessılul âyâti ve leallehüm yerciun;

Belki (hakikate) rücu ederler diye işte böylece delilleri – işaretleri tafsilâtlandırıyoruz. (A.Hulusi)

174 – Ve işte biz âyetleri böyle tafsil ediyoruz ve gerektir ki rücu’ etsinler. (Elmalı)

Ve kezâlike nufessılul âyâti ve leallehüm yerciun; işte biz ayetlerimizi bu şekilde çok boyutlu açıklıyoruz ki belki gerçeğe dönerler.

175-) Vetlü aleyhim nebeelleziy ateynahu âyâtina fenseleha minha feetbe’ahüş şeytanü fekâne minel ğaviyn;

 

Onlara şu şahsın haberini bildir: Biz ona işaretlerimizi verdiğimiz halde o ilimden sıyrılıp çıktı (hakikati unutup nefsaniyetiyle yaşamaya başladı)… (Derken) şeytan (kendini beden kabulü) onu (kendine) tâbi kıldı ve (nihayet o) azgınlardan oldu. (A.Hulusi)

175 – Onlara o herifin kıssasını da oku: ki ona âyetlerimizi sormuştuk da o, onlardan sıyrıldı çıktı, derken onu Şeytan arkasına taktı da sapkınlardan oldu. (Elmalı)

Vetlü aleyhim nebeelleziy ateynahu âyâtina fenseleha minha feetbe’ahüş şeytanü fekâne minel ğaviyn;

Kur’an yeni bir konuya geçti, tabii ki yukarı ile bağlantılı olarak ve buyurdu ki; bir de onlara mesajlarımızı ulaştırdığımız halde onları elinin tersi ile itip şeytana ve sonunda sapık olup çıkan kimsenin durumunu haber verir.

Kim bu kimse, Allah’ın mesajlarını ulaştırdığı ve onları elinin tersi ile itip en sonunda şeytana uyan kimse. Aslında herkes olabilir. Katade, İkrime, Ebu Müslüm el Isfahani gibi müfessirler, tabiin büyükleri burada herhangi bir özel ismin kastedilmediği sonucuna varmışlar ki, bizce de öyledir. Her çağda bu ayetin muhatapları bulunur. Allah’ın ayetlerini elinin tersi ile itip şeytanın peşine takılan insanlar, sadece belli zamanlara, belli zeminlere hasredilemezler bu bir gerçek.

Ama ilginç değil mi, İbn Abbas, Mücahit, Hz. Ali gibi sahabenin ve tabiinin en önde gelenleri bu ayeti tarihsel olarak bazı isimlere yormuşlar ki bu saydığım isimlerin bu ayete atfettikleri isim; Bel’am bin Baura, Baur oğlu Bel’am diye geçen kitabı Mukaddeste bir şahıs. 

Tabii bu ayetlerin belli bir şahıs için olmayıp genel bir karakteri seslendirdiği, dillendirdiği açık olmakla birlikte, Hz. Ali, İbn Abbas, Mücahit gibi önde gelen isimlerin bu ayetleri tarihsel bir şahsa atfetmelerinin de bir değeri var. Bu şahsın özelliği neydi ki u ayetler ona atfedildi diye sormamız gerekiyor. İşte Bel’am ın onun için özelliğinin araştırılması gerekiyor.

Bu Kitabı Mukaddeste hikayesi uzun uzun anlatılan, Hz. Musa döneminde yaşamış bir ünlü arif ve alim. Gerçekten ilmi ile, irfanı ile, ameli ile döneminde insanların tümünü geçmiş, Hz. Musa’nın getirdiği mesaja iman etmiş ve o mesajı bulunduğu bölgede bir numara olarak temsil etme yetkisine sahip bir zat olduğunu söylüyor Kitabı Mukaddes.

Ama ilginçtir, çok ilginç tarihsel bir olay yaşanmış. Bel’am bu ilmine rağmen Hz. İsa’nın ait olduğu İsrail oğullarına mensup değil. Oradaki Moab kabilesine mensup. Ama Bel’am ın kabilesi yine putperest bir kabile. Bu kabile ile müminler arasında, Hz. Musa arasında bir savaş çıkıyor. Moablılarla. Putperest Moablılarla müminler arasında ve Bel’am işte orada müthiş bir sınava tabi tutuluyor. Bir yanda imandaşları, inanç yoldaşları, iman dostları, öbür yanda ırktaşları. Böyle çok ilginç bir sınav.

Moab Kralı Balak, Bel’am a haber gönderiyor. Savaşı alamayacağını, müminleri hiçbir dönemde yenemeyeceğinin farkında. Çünkü ne kadar savaş yapmışlarsa hep Hz. Musa ve ona iman etmiş müminler tarafından yeniliyorlar. Nasıl alabilirim savaşı. Biliyorum sen bizim putlarımızı inkar ettin, tek Allah’a iman ediyorsun ama neye inanırsan inan biz senin ırkındanız bize yardımcı ol. Bu İslam ordusunu nasıl yenebilirim bana bunun bir yolunu göster. Elebis rivayetlerin anlattığına göre, ahdi kadimde, Tevrat’ta Bel’am;

Onun bir yolu var diyor. Bu İslam ordusuna kötü kadınları musallat et. Onlar fuhuş işlesinler, Allah’ta onlardan destek ve yardımını çeksin. Ondan sonrası kolay, yenersin.

Ve dediğini yapıyorlar. Önce Moablı zaniyelere kapılan Müslüman İsrail oğulları daha sonra onların putlarına tapmaya başlıyorlar. Yani şehvetlerinin esiri olmaları o noktada bırakmıyor, onları esiri oldukları şehvetlerin arkasına döküp putlara tapmaya kadar götürüyor. Ve tamamen fiziki bir takım açıklamaları da mümkündür ki zaten Tevrat bunun da ipuçlarını veriyor. Bu kadınlar aracılığı ile sunulan bir takım mikroplu yiyeceklerle çok büyük kırılmalar, yaygın hastalıklar gerçekleşiyor ve hatta bu kadınların fuhuş yoluyla bulaşıcı hastalık taşıyıp Müslüman İsrail oğulları askerleri arasında onulmaz bir yaygın hastalığa sebep olmaları da gösteriliyor. Tefsirlerde bu gibi malumatlar da alınıyor.

Evet her ne ise, ama ilginç bir durum var ortada, bizden gerekçe ile Hakka sırt dönmesi insanın. İşte Bel’am tipi bu. Sahip olduğu bilgiyi imanın lehine değil de aleyhine kullanmak. Biz ve onlar tanımında bizim içine imanı yerleştirmeyip, ırkı yerleştirmek.

Bu ayetin, ve ayetlerin daha doğrusu 75 ve 76. ayetlerin Kelbi, Abdullah Bin amr ve daha başka müfessirler tarafından bir başka isme atfını da görüyoruz. Ümeyye bin Ebis Salt esSakafi.  Bu da ilginç. Ben bu isim üzerinde de birkaç cümle ile durmak isterim. Çünkü bu isimler sadece tarihsel bir şahsiyet değil, her dönemde bulunabilecek vasıfları üzerinde taşıyan insanlar bunlar. Yani bunlar aslında birer isim değil, birer sıfat gibi algılamak lazım. Ve bu sıfatları kendi yaşadığınız çağda mutlaka birilerinin üzerinde görürsünüz. Yani yaşadığınız çağın Bel’am ı da vardır. Yaşadığınız çağın Ümeyye bin Ebis Salt’ı da vardır.

Kim bu Kelbinin, Abdullah Bin Amr gibi önde gelen isimlerin bu ayetleri yorduğu Ümeyye bin Ebis Salt.  Bu Resulallah’la aynı çağı paylaşan ünlü bir şair. Çok ünlü bir şair. Hatta Kur’an da imaen, kendisine peygamber gelseydi şu iki şehrin birinden olan adama gelirdi. Denilen iki insandan biri. Taif’li Ümeyye Sakif kabilesinden. Yalnız ilginç olan bu değil, Ümeyye nin düşünce ve inançlarını biz şiirlerinden öğreniyoruz.

Divanı var, ama ben İbn Kuteybe’nin es şiir ve şuara’sında 3 sayfa ayırmış Ümeyye’nin şiirlerine. Oradan yola çıkarak Ümeyye nin inançlarının ne olduğuna baktım, Ümeyye’yi tanımak istedim. Çok ilginç bir sima ile karşılaştım. Allah’a inanıyor, bir Allah’a. Daha Resulallah gelmeden inanıyor. Peygamberlik yokken inanıyor. Hem de Allah için şiirlerinde İlah ül Alemin diyor. Tüm alemlerin tek ilahı. Yine; Ferdün, Muvahhadun geçiyor bir şiirinde. Yani Allah biriciktir, tektir, ilginç.

Yine Melik üs semavati vel ard diyor Allah için şiirinde. Hala peygamberimiz, peygamberlikle gönderilmemiş, ama Ümeyye böyle şiirler yazıyor.

Göklerin ve yerin melik’i, Malik’i diyor ve cennete inanıyor Ümeyye. Dar u ayşin naiymin geçiyor bir mısraında, şiirinin bir yerinde. Nimetlerin yeri, nimetler diyarı diyor cennet için.

Cehenneme inanıyor. İlginçtir hiç içki koymamıştır o ağzına ve putlara inananlara da aptallar diye sesleniyor şiirinde, ilginç.

Meleklere inanıyor, şiirinden bunu anlıyoruz. Peygamberlere bile inanıyor. Çünkü şiirinde daha önce hakikati getiren nebilerden söz ediyor.

Peki şunu bekliyorsunuz değil mi? Bu kadar şeye inandığına göre bu insan Müslüman ve Resulallah’ı kucaklaması lazım değil mi. Hey hat..! Resulallah gönderilir gönderilmez düşman oluyor ve sahabenin dilinde adı aduvvullah, Allah düşmanı. İlginç.

Hatta daha ilginç bir şey söyleyeyim El ıktül ferid de okuduğumu hatırlıyorum; 8 yıl Resulallah Mekke de iken, 8 yıl Bahreyn de kalıyor Ümeyye. Resulallah’ın peygamberliğinin 8. yılında demek oluyor tabii ki bu, Mekke’ye dönüyor. Döner dönmez Mekke lirler onu bekliyorlar. Ona fikir danışacaklar. Döner dönmez onu yolda karşılıyorlar ve Ebu Süfyan soruyor; Ümeyye, duydun mu; Abdulmuttalip’in yetimi peygamberliğini ilan etti. Yüzü ekşiyor, rengi atıyor. Ne diyorsun diyorlar.

İlginç bir şey söylüyor ilheb fette bi’hu. git ve ona tabi ol. Böyle bir de dürüstlük var. Li melem tette bi’hu? Peki sen niçin gidip de teslim olmadın, sen niçin iman etmedin. İki cevap verdiği nakledilir. Bekleyip onun işinin sonucunu göreceğim. Kazanırsa ondan olacağım, kaybederse öbüründen.

Bakın biraz önce anlatılan örneğe çok benziyor aslında. Bir başka cevabı; Taif kadınlarına ne derim. Sonra Taif kadınlarına ne söylerim. Yani hakikatin hakikat olduğunu biliyor ama kibrinden hakka boyun eğmiyor.

Peygamberliği kendisine beklermiş meğerse bu adam. Biz onu öğreniyoruz ve ilginçtir sahabe buna aduvvullah diyor.

İşte sahabe ve tabii nin müfessirlerinin bu ayetleri böyle iki isme yormaları boşuna değil. Aslında onlarda ki bu sıfatlardan dolayı. Bu sıfatlara yakın insanları siz her çağda görebilirsiniz. Ve ilginçtir, Ümeyye Hanifti. Hanif olmasına rağmen Resulallah’ın nübüvvetini kabullenmedi. İki yeğeni Resulallah’la savaşarak öldü.

Bu Ümeyye düşünebiliyor musunuz, Resulallah’ın; şiirini severek dinlediği bir adam. Şiirini okuttuğu bir adam. Ve hatta Buhari’nin naklettiği bir habere göre; “Onun şiiri Müslüman olmuştu.” buyuruyor Resulallah. Ve şiiri içinden bazı mısraların hadise dönüştüğü bir adam, Resulallah’ın dilinde hadis olduğu bir adam.

Onun için fıtrata yabancılaşmak deyince fıtrattan söz ediliyor bu pasajda. Fıtrata yabancılaşmak deyince görüyorsunuz, insan vicdanının üzerini örtünce bilmesi de bir şey ifade etmiyor. Biliyor ama, bilgi onu hakikate ulaştırmıyor. Bilgiyi kötüye kullanıyor, bilgiyi istismar ediyor. İşte Ümeyye mantığı, işte Bel’am mantığı. Devam ediyoruz.

176-) Ve lev şi’na lerafa’nahu Biha ve lakinnehu ahlede ilel Ardı vettebe’a hevahu, femeseluhu kemeselil kelb* in tahmil aleyhi yelhes ev tetrükhü yelhes* zâlike meselül kavmilleziyne kezzebu Bi âyâtina* faksusıl kasasa leallehüm yetefekkerun;

Eğer dileseydik, onu bu işaretlerle yükseltirdik… Fakat o arza (bedenselliğe) yerleşti ve boş asılsız dürtülerine tabi oldu! Artık onun meseli şu köpeğin meseli gibidir: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, terketsen de dilini sarkıtıp solur… İşte işaretlerimizi yalanlayan topluluk, buna benzer! (Sen bu) kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler. (A.Hulusi)

176 – Eğer dilese idik biz, onu o âyetlerle yükseltirdik ve lâkin o, yere (alçaklığa) saplandı ve hevasının ardına düştü, artık onun meseli o köpeğin meseline benzer: üzerine varsan dilini salar solur, bıraksan yine dilini salar solur; bu işte âyetlerimizi tekzip eden o kavmin meseli, kıssayı kendilerine bir nakil eyle, gerektir ki bir düşünürler. (Elmalı)

Ve lev şi’na lerafa’nahu Biha Ki eğer biz isteseydik onu mesajlarımızla yüceltirdik. ve lakinnehu ahlede ilel Ardı vettebe’a hevah ne ki o dünyaya sarıldı. Hatırlayın örnekleri. Dünyaya sarıldı ve ayartıcı arzularının peşine düştü. O kadar. Nereye satılıyorsunuz. Unutmayınız Kur’an ın ifadesi;

..ve men yürid sevabed dünya nü’tihi minha.. Dünyayı isteyene onu veririz. ve men yürid sevabel ahireti nü’tihi minha (Ali -İmran/145) Ahireti isteyene, yani akıbet mutluluğu, büyük mutluluğu isteyene de onu veririz.

Aynı sayfanın altında adeta şu demeye getiriliyor. Dünyayı isteyene dünyayı veririz yalnızca. Ama ahireti isteyene ahireti veririz, dünyayı yanında promosyon olarak veririz. Demeye getiriliyor. Onun için ilginçtir.

femeseluhu kemeselil kelb işte bu yüzden böyle birinin durumu, kışkırtılmış bir köpeğin durumuna benzer. Kur’an ın verdiği en sert örneklerden biri bu.

 

in tahmil aleyhi yelhes ev tetrükhü yelhes İlginç, örneğe bakın, benzetmeye bakın. Diyor ki; Üzerine varsan da, kendi haline bıraksan da hırlayıp durur. Kışkırtılmış bir köpek. Yani hırlayıp durur. Üzerine var, varma. Sen yoldan yürü. Yani taş atana da hırlar, taşı tutana da hırlar. Üzerine varana da hırlar, kaçana da hırlar. Kışkırtılmış köpeğe benzer.

Bu aslında insanın fıtratına yabancılaşınca nasıl vahşileşeceğinin de göstergesi. İnsan Fıtratıyla,i vicdanıyla, doğasıyla ilişiğini kesince. Doğası, Allah’ı özleyen bir yapıda, Allah’ı arzulayan bir yapıda. O arzunun adresi şaşırtılınca, insan görüyorsunuz iç güdüleriyle davranan ve bir kemiğin peşine saatlerce koşan bir köpeğe benzetiliyor. Burada aslında kemik atarsınız koşar, taş atarsınız yine koşar. Aslında neden taşı yakalar köpekler biliyor musunuz, onun taş olduklarını bilmedikleri için. Onu da kemik sanırlar. Neden ağızlarına alırlar, çünkü kemikle taşı ayırt edemezlerde onun için. Ancak ağızlarına alarak denerler.

O sebeple iç güdüleri ile hareket eden, aklıyla, iradesi ile, fıtratı ile hareket etmeyen bir insanın işte böyle bir köpekten farkı yok deniliyor ki, gerçekten de ortada değil mi, Aklını iradesini, fıtratını bir kenara bırakıp, ayartıcı öz benliği ile, öz benliği ile hareket eden insanlar, ebedi saadetini bir kemiğe satabiliyorlar. Ebedi hayatı geçici zevklere satabiliyorlar. İşte örnekte olduğu gibi.

zâlike meselül kavmilleziyne kezzebu Bi âyâtina Mesajlarımızı yalanlamaya kalkanların durumu işte böyledir. faksusıl kasasa leallehüm yetefekkerun; Şu halde bu kıssaları aktar, belki üzerinde düşünürler de yola gelirler.

Kur’an da olumlu olarak tefekkürün ilk geçtiği yer bu ayetler. Olumsuz manada daha önce bir yerde geçiyor ama ilk olarak, Kur’an ın nüzul sürecinde tefekkürün ilk geçtiği yer ki, tefekkür aslında aklın tüm fonksiyonlarını kapsayan düşünme yöntemlerinin hepsine verilen isimdir. Ve burada da dikkatinizi çekiyor mu, iç güdülerden akla davet var. İç güdü ile hareket ederseniz taşın ve kemiğin arkasına ayırt etmeden gidersiniz. Ama akılla hareket ederseniz, kalıcı olanla geçici olanı değiştirmezsiniz. Yüce olanı adi olanla değiştirmezsiniz. Ebedi mutluluğu geçici hazlara satmazsınız deniliyor.

177-) Sae meselanilkavmülleziyne kezzebu Bi âyâtina ve enfüsehüm kânu yazlimun;

(Esmâ’nın çıkışı olan) işaretlerimizi yalanlayan ve (böylece) nefslerine zulmetmiş olan topluluğun durumu ne kötüdür! (A.Hulusi)

177 – Ne çirkin meseli var âyetlerimizi tekzip eden o kavmin ki sırf kendilerine zulüm ediyorlardı. (Elmalı)

Sae meselanilkavmülleziyne kezzebu Bi âyâtina ne berbattır ayetlerimizi yalanlayan bir toplumun hali. ve enfüsehüm kânu yazlimun; hem onlar böyle yapmakla kendilerine kıymış oluyorlar.

Dikkat buyurun lütfen, dikkat buyurun, enfüsehüm kânu yazlimun; kendilerine kıyıyorlar, başkasına değil. Biraz önce fıtrattan söz ettim, doğadan söz ettim.Kendine kıymak, insanın kendine dönmesi ile çok yakın değil mi. Kendine dönmeyen, kendinden uzaklaşan kendine yabancılaşan bir başkasına etmiş olmuyor. Vahye sırt dönenin en büyük zararı yine kendisine olmuş oluyor. Onun içinde enfüsehüm kânu yazlimun; böyle yapmakla kendilerine kıymış oluyorlar diyor.

178-) Men yehdillâhu fe “HU”vel mühtediy* ve men yudlil feülaike hümül hasirun;

Allâh kime hidâyet eder ise, odur hakikate eren! Kimi de saptırır ise, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (A.Hulusi)

178 – Allah kime hidayet ederse hidayet bulan o, kimi de dalâlete bırakırsa hüsrana düşenler de işte onlar.(Elmalı)

Men yehdillâhu fe “HU”vel mühtediy Kimin rehberi Allah olursa doğru yola ulaşan o olur. ve men yudlil feülaike hümül hasirun; kimide sapıklığa terk ederse işte gerçekten kaybedenler de onlar olurlar.

Allah’a izafe edilen fiiller aslında insan davranışlarının yasalarına bir göndermedir. Daha önce defaatle bu konuda gelen ayetleri açıkladığımız için üzerinde durmuyorum.

179-) Ve lekad zere’na licehenneme kesiyran minel cinni vel ins* lehüm kulubün lâ yefkahune Biha, ve lehüm a’yünün lâ yubsırune Biha, ve lehüm azânun lâ yesme’une Biha* ülaike kel en’ami belhüm edall* ülaike hümül ğafilun;

Andolsun ki cinn ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar en’am (evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın! Onlar gâfillerin (gılaf içinde – kozalarında yaşayanların) ta kendileridir! (A.Hulusi)

179 – Celâlim hakkı için Cinn-ü İnsten bir çoğunu Cehennem için yarattık, onların öyle kalpleri vardır ki onlarla doymazlar, ve öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler, işte bunlar behaim gibi, hattâ daha şaşkındırlar, işte bunlar hep o gafiller. (Elmalı)

Ve lekad zere’na licehenneme kesiyran minel cinni vel ins Doğrusu biz İns ve Cinn den, yakın ve uzak varlıklardan. Böyle de anlaşılabilir. Şu evsafta olanları cehenneme layık görmüşüzdür.

lehüm kulubün lâ yefkahune Biha onlar ki kalpleri vardır, kavrayamazlar.

ve lehüm a’yünün lâ yubsırune Biha gözleri vardır göremezler.

ve lehüm azânun lâ yesme’une Biha kulakları vardır işitemezler.

ülaike kel en’ami belhüm edall hayvan sürüleri gibidir bunlar, belki daha da aşağıdırlar. Kur’an ın sert hitaplarından biri bu.

Yukarıda; minel cinni vel ins duyuruldu. Cinn ve insandan. İns ve cinn, tanıdık tanımadık, yakın uzak, bilinen bilinmeyen diye de anlaşılabilir. Ki zaten cinn; ce ne ne maddesine ait, Arapçada ki tüm kelimeler; örtülmüş, gözden ırak olan, bilinemeyen anlamına gelir. Ama burada özellikle neden bu anlama gelebileceği konusuna vurgu yaptığımın sebebi şu; Aşağıda, ki hemen ins ve cinn den sonra gelen cümleler; ikisinin de kalpleri, gözleri, kulakları olduğunu söylüyor.

Kalpleri vardır kavramazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. Bu üç organın bilgi, bilinç ve iradeyi ifade eden mecazi ifadeler, lafızlar olması mümkün. Böyle bir varsayımda bile ilginçtir, hemen arkadan gelen cümle bunları, hayvana benzetiyor. Onun için burada ki cinn, diğer ayetlerde klasik manada görülmeyen varlıklardan daha öte, yakın ve uzak, bilinen ve bilinmeyen varlıklara da tekabül eder diye çevirdim bunu.

Ve ilginç bir şey daha burada düşünme, kalbe izafe ediliyor. Deniliyor ki; lehüm kulubün lâ yefkahune Biha kalpleri vardır, kavramazlar. Dikkatinizi çekiyor mu, Kur’an da akıl hiç isim olarak geçmez. Akıl kelimesi hiç geçmez. Fiil olarak geçer, çünkü akletmektir söz konusu olan.Yani akıl bir eylemdir. Bir isim, donuk bir fakülte değil. Akıl kullanılıyorsa vardır. Kullanılmıyorsa yok sayılır. Onun için akıl hep fiil olarak geçer. Ya’kılûn, Ta’kıûn gibi. Onun için burada ilginç olan akletme işinin, kavrama işinin kalbe izafe edilmesi. Kavrama işini, düşünme işini.

Burada ilginç bir kombinezon kuruyor Kur’an; Hisle, duygu ile düşünce arasını birleştiriyor ve düşünceyi, kavrama işini kalbe izafe ederek kalbi de düşünme mekanizmaları içinde sayıyor. Tabii bildiğimiz yürek değil bu, et olan yürek değil. Hisseden, inanan, inkar eden, iman ve inkarın makamı olan yer. O sebeple İman ve inkarı akıldan, aklı iman ve inkardan bağımsız düşünemeyiz gibi geliyor bana.

ülaike hümül ğafilun; Onlar tam anlamıyla aymazlık içindedirler. Kimler? İşte yabancılaşmış olanlar. Fıtratına yabancılaşmış olanlar. Fıtratından uzaklaşanlara gafil diyor Kur’an. Bence Gafilûn’u Türkçeye geçmiş anlamıyla değil, tam da bu ayetin içinde yer aldığı pasajın genel konusuna uygun olarak, kendisinden uzaklaşanlar, kendisinden habersiz olanlar, kendisine yabancılaşanlar diye anlıyorum.

180-) Ve Lillâhil Esmâül Husna fed’uHU Biha* ve zerulleziyne yulhıdune fiy EsmâiHİ, seyüczevne ma kânu ya’melun;

Esmâ ül Hüsnâ Allâh’ındır (o isimlerin işaret ettiği özellikler, TEK, SAMED Allâh’a işaret eder… Dolayısıyla bu isimler ve bu isimlerin işaret ettiği anlamlar sadece O’nundur; beşer anlayışıyla kayıt altına girmez. Nitekim Mu’minûn: 91’de: SubhanAllâhi amma yasıfun = onların vasıflamalarından Allâh münezzehtir, buyurulur)! O’na isimlerin mânâlarıyla yönelin… O’nun Esmâ’sında ilhada sapanları (şirke düşenleri) terk edin! Yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir. (A.Hulusi)

180 – Halbuki Allah’ındır en güzel isimler (esmai husnâ) onun için siz ona onlarla çağırın ve onun isimlerinde sapıklık eden mülhitleri bırakın, yarın onlar yaptıklarının cezasını çekecekler. (Elmalı)

Ve Lillâhil Esmâül Husna en yüce, en güzel nitelikler yalnızca Allah’a yaraşır. 

Esmâül Husna İsim, vesm köküne ya da sumuğ köküne atfedilir. Vesm; alamet işaret demektir. Sumuğ; yücelik, ululuk demektir. Yani birisi aslında illi, birisi de gai anlamınadır. Bu manada Allah’ın niteliklerine izafe edilir. Esmaül Hüsna ile ilgili bir takım hadisler vardır ki özellikle  Buhari de geçen bir hadiste; Allah’ın 99 ismi olduğu, ama hadiste bu 99 ismin neler olduğu hiç sayılmaz. O isimleri sayan Tirmizi de ki başka hadis ise oldukça tartışmalıdır ve muhaddisler bu hadisi hayli sıkıntılı bulmuşlar ve tartışmışlardır. Ama şu bir gerçektir ki Allah’ın bir çok ismi vardır ve Allah’ın isimleri sınırlandırılamaz. Buradaki 99 da Allah-ü Alem Allah’ın sınırsız nitelikleri vardır. Çünkü kendisi sınırsız olanın nitelikleri de sınırsızdır. Ve isimlerden maksat Allah’ın vasıflarıdır, nitelikleridir. O’nu  kendisi vasıtasıyla tanıdığımız nitelikleridir diye düşünmek daha doğru olur.

fed’uHU Biha* ve zerulleziyne yulhıdune fiy EsmâiHİ artık O’nu, onlarla yalvarıp yakaran ve onun yüceltilmesinde haktan sapan kimselerden uzak dur. Evet, yani artık O’na, onlarla yalvarıp yakarın ve onun yüceltilmesinde haktan sapan kimselerden uzak durun.

Allah’ı, O’nun bize bildirdiği sıfatlarla bilmek, işte burada ifade edilen o. O’na onlarla yalvarın. O’nu onlarla çağırın, O’nu onlarla anın. Allah’a O’nun kullanmadığı bir takım şeyler izafe etmeye kalkmayın anlamına da gelir bu. Nitelikler izafe etmeye kalkmayın. Yani Allah’ı kendi tanıttığı gibi tanıyın demektir bu.

seyüczevne ma kânu ya’melun; Onlar zamanı gelince yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklardır. Kimler bunlar; O haktan sapan kimselerin, o uzak durulması gereken kimseler. Zamanı gelince yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklar. Ne yapıyorlardı, Allah’ın bir takım sıfatlarını Allah’tan başkasına yakıştırıyorlardı. Allah’tan başkasına Allah’a ait sıfatı yakıştıranlar, Allah’a da başka şeylerin sıfatlarını yakıştırırlar. Bu neyi getiriyor, bu insan zihninin alabora olmasını, hakikatin ters yüz edilmesi sonucunu doğuruyor. Buda;

Ve ma kaderullahe hakka kadrihi..(zümer/67)

Allah’ı hakkı ile bilememeye takdir edememeye götürüyordu.

181-) Ve mimmen hâlâkna ümmetün yehdune Bil Hakkı ve BiHİ ya’dilun;

Yarattıklarımızdan (öyle) bir topluluk var ki, Hak olarak hakikate erdirirler ve O’nun ile her şeyin hakkını verirler! (A.Hulusi)

181 – Yine bizim halk ettiklerimizden bir ümmet de var ki hakka rehberlik ederler, ve onunla icrayı adalet eylerler. (Elmalı)

Ve mimmen hâlâkna ümmetün yehdune Bil Hakkı ve BiHİ ya’dilun; yarattıklarımız içerisinde hakikate giden yolu gösteren ve onun sayesinde adaletle davranan kimselerde vardır.

182-) Velleziyne kezzebu Bi âyâtina senestedricühüm min haysü lâ ya’lemun;

(Hakikate) işaretlerimizi yalanlayanları, hiç bilmedikleri taraftan aşama aşama (mekr yollu) helâke götürürüz. (A.Hulusi)

182 – Âyetlerimizi tekzip etmekte olanlar ise biz onları bilemeyecekleri cihetten istidrac ile yuvarlayacağız. (Elmalı)

Velleziyne kezzebu Bi âyâtina ayetlerimizi yakan sayan kimselere gelince, senestedricühüm min haysü lâ ya’lemun; onları bir süreç içinde yavaş yavaş eriteceğiz de farkına dahi varmayacaklar.

Evet, senestedricühüm süreç içinde, yavaş yavaş bitirmek, tüketmek. Neye tekabül ediyor bu? Bireyin yüreğindeki çözülüşüne tekabül ediyor. Birey içinden çözülmeye başlarsa yavaş yavaş kendisine yabancılaşır ve tanınmaz hale gelir.

Bireyin çözülmesi bireyin yüreğinden başladığı gibi, toplumun çözülmesi de toplumun yüreği olan bireyden başlar. Toplumun çözülüşü, toplumun içten içe çürüyüşünü de ifade ediyor bu ayet ve bir toplumun çürüdüğünü göremezsiniz. Dışından çok parlak, çok alımlı, çok görkemli görünebilir. Ama ahlaki olarak içten içe insan teki eğer yüreğinden bozulmaya başlamışsa, fıtratına yabancılaşmaya başlamışsa, o medeniyeti, o toplumu hiç kimse ayakta tutamaz. Ve bir gün bir sarsıntı da o görkemli, o bakanın gözlerini kamaştıran o yeryüzünü titreten, o coğrafyalara sahip olan, o silahlarına kimsenin uzanamadığı, her yeri haraca kesmiş olan uygarlıklar bir de bakmışsınız ki kütür kütür gidivermiş kısa sürede. İşte içten içe çözülmedir bu. Burada söylendiği gibi.

183-) Ve umliy lehüm* inne keydiy metiyn;

İstediklerini yapmaları için süre de tanırım onlara… Muhakkak ki benim ince düzenim metîndir (pek sağlamdır). (A.Hulusi)

183 – Ve ben onların ipini uzatırım, çünkü keydim pek metîndir. (Elmalı)

Ve umliy lehüm* inne keydiy metiyn; Onları bir süre kendi hallerine bıraksam bile unutmayın ki ince ve hassas tasarımım çok sağlamdır. Yani ince ve hassa tasarım anlamına geliyor Keyd. Aslında mekr kelimesi ile eş anlamlıdır. Tuzak diye çevirmek doğru değil. Neden böyle algılanıyor.

Aslında Allah kimseye tuzak kurmaz. Allah yasalarını yazmıştır toplumsal değişmenin yasalarını. Çöküşün yasalarını, iç çözülmenin yasalarını, tabii ki imanın yasalarını da. Ama insanlar bu yasaları kulak ardı ettikleri için, gelen felaketi görmedikleri için onlar tuzak gibi algılarlar. Aniden gelir, onlar da bunu kendilerine kurulmuş bir mekr, bir tuzak gibi algılarlar bir keyd gibi algılarlar. Onun için bu algılayan açısından böyledir. Kapan gibi algılanır. Kapana kısıldık, tuzağa düştük. Oysa ki Allah toplumların kanununu yazmıştır. Ne zaman ne yaparsanız sonucu ne olur bu bilinmektedir. İnsan bu kanuna sırt dönünce başına gelen belayı tuzak gibi algılayacaktır.

184-) Evelem yetefekkeru ma Bi sahıbihim min cinnetin, in huve illâ neziyrun mubiyn;

Düşünmediler mi ki, sahiplerinde hiçbir cinnet (akılsızlık) yoktur! O sadece apaçık bir uyarandır. (A.Hulusi)

184 – Bunlar bir düşünmediler de mi ki kendilerine söz söyleyen zatta, Cinnetten bir eser yoktur, o ancak ilerideki tehlikeyi açık bir surette haber veren bir nezîrdir. (Elmalı)

Evelem yetefekkeru ma Bi sahıbihim min cinneh imdi onlar yıllar yılı tanıdıkları arkadaşlarında delilikten eser olmadığını düşünmezler mi?

Mantıklı olmaya çağırıyor Kur’an. Bakınız akıllı gibi duruyorlar ama, nasıl mantıksızlık yapıyorlar Resulallah’a delilik izafe ederken. Yıllar yılı olmayan bir şey yeni mi çıktı. Düşünsenize arkadaşınızdı diyor.

in huve illâ neziyrun mubiyn; O yalnızca açıktan açığa uyaran biridir.

185-) Evelem yenzuru fiy Melekutis Semavati vel Ardı ve ma halekAllâhu min şey’in, ve en asa en yeküne kadıkterebe ecelühüm* fe Bi eyyi hadiysin ba’dehu yu’minun;

Semâlar ve arzın melekûtuna (kuvvelerine), Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? Artık bunlardan (ders almıyorlarsa) hangi söze iman ederler? (A.Hulusi)

185 – Bunlar Göklerin ve Yerin ve Allahın yarattığı her hangi bir şey’in bütün tedbir-ü melekûtu (bütün şüunatiyle zapt-u tasarrufunu tedbir ve idare eden kudret ve saltanatın azameti) hakkında bir nazar yürütmediler de mi? Ve şu ecellerinin cidden yaklaşmış olması ihtimalini bir düşünmediler de mi? O halde buna iman etmedikten sonra hangi söze inanırlar. (Elmalı)

Evelem yenzuru fiy Melekutis Semavati vel Ardı hem bakmazlar mı gökleri ve yerin mutlak otoritesine, ve ma halekAllâhu min şey’in Allah’ın yarattığı her bir şeyin niteliğine, ve en asa en yeküne kadıkterebe ecelühüm düşünmezler mi ecellerinin yaklaşmış olma ihtimalini. Yani yerlerin ve göklerin bir ömrünün olduğunu, kendilerinin de bir ömrünün olduğunu ve sonlarının yakın olduğu, yaklaşmış olduğunu ve ondan sonra ne olacağını düşünmezler mi diyor.

fe Bi eyyi hadiysin ba’dehu yu’minun; O ecelden sonra artık hangi habere inanacaklar, inansalar neye yarayacak, inanmış olacaklar mı. Neyi değiştirecek, iş işten geçmiş olmayacak mı.

Soru ne kadar muhteşem değil mi, İnsanın ruhunu çamaşır gibi sıkıyor. İnsan ruhuna nasıl etki eden bir hitap görüyorsunuz Kur’an ın tavrı. Aşkın bir yaratıcının varlığına, yaratıklar delildir diyor bu ayet. Baksınlar göğe, baksınlar yere ve baksınlar içlerine, fıtrat sözleşmesini hatırlasınlar. Hatırlasınlar ve unutmasınlar Allah içlerine koydu. Ama onlar kendilerine bile sırt çevirdiler, vahye neden çevirmesinler. Vahye sırt çevirmek insanın kendisine sırt çevirmesidir.

186-) Men yudlilillâhu fela hadiye lehu, ve yezeruhüm fiy tuğyanihim ya’mehun;

Allâh kimi saptırırsa, artık ona hidâyet edecek yoktur… Onları kendi taşkınlıkları içinde kör ve şaşkın, bocalar hâlde bırakır. (A.Hulusi)

186 – Kimi ki Allah saptırır, artık onu yola getirecek yoktur, o onları bırakır, tuğyanları içinde kör körüne yuvarlanır giderler. (Elmalı)

Men yudlilillâhu fela hadiye leh Allah kimi sapmaya terk ederse artık ona doğru yolu kimse gösteremez. ve yezeruhüm fiy tuğyanihim ya’mehun; zira onlar ısrarlı tercihleri olan sapıklıkta debelenmeye terk edecektir Allah.

Yazgı değil, tercih. Yazgı burada, böyle anlaşılır. Yazgı tercihinizin neticesidir. Allah insanın kaderini seçmek kıldı. Kaderiniz seçiminizdir. Seçiminize göre Allah’ın yasası ile muhatap olacaksınız. Allah’ın yasası seçiminize göre işleyecek işte burada o söyleniyor.

187-) Yes’eluneke anis saati eyyane mursaha* kul innema ılmuha ‘ınde Rabbiy* lâ yücelliyha livaktiha illâ HU* sekulet fiys Semavati vel Ard* lâ te’tiyküm illâ bağteten, yes’eluneke keenneke hafiyyün ‘anha* kul innema ‘ılmuha ‘indAllâhi ve lâkinne ekseran Nasi lâ ya’lemun;

Sana, “Ne zaman gelip çatacak o saat?” diye soruyorlar… De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin indîndedir… Onu, sırası geldiğinde açığa çıkaracak yalnız ‘HÛ’dur! (o tecellide zaman – mekân, eşya – kişi söz konusu olmaz)… Semâlara ve arza ağır gelmiştir… Size ancak ansızın gelir.” Sanki sen onu (deneyimleyerek) bilensin gibi sana soruyorlar… De ki: “Onun ilmi, Allâh indîndedir… Fakat insanların çoğunluğu bilmiyorlar.” (A.Hulusi)

187 – Ne zaman demir atacak? Diye sana saatten soruyorlar, de ki: onun ilmi; yalnız rabbimin nezdindedir, onu, vaktı vaktine tecelli ettirecek ancak odur, o, öyle ağır bir mesele ki bütün Sema vat-ü Arzda tahammül edecek yok, o size ancak bağteten gelecek, sanki sen ondan tefahhusla haberdar imişsin gibi soruyorlar, de ki: onun ilmi, ancak Allahın nezdindedir velâkin insanların ekserîsi bilmezler. (Elmalı)

Yes’eluneke anis saati eyyane mursaha sana soruyorlar; son saat ne zaman gelip çatacak diye. kul innema ılmuha ‘ınde Rabbiy cevap ver, onun bilgisi yalnızca rabbimin katındadır. lâ yücelliyha livaktiha illâ HU onun vaktini O’ndan başka ortaya koyacak kimse yoktur. sekulet fiys Semavati vel Ard Bütün ağırlığı ile yerlerin ve göklerin üzerine kopacak o.

lâ te’tiyküm illâ bağteten sizi haberiniz olmadan ansızın yakalayacak o. yes’eluneke keenneke hafiyyün ‘anha sanki senin ısrarla o bilginin peşine düşüp elde etmen mümkünmüş gibi, onu sana soruyorlar. Israrlı ifadeye bakınız. kul innema ‘ılmuha ‘indAllâh De ki onun gerçek bilgisi yalnızca Allah katındadır. ve lâkinne ekseran Nasi lâ ya’lemun; ne ki insanların çoğu bunu bilmezden, görmezden geliyor.

Neden onlar özellikle son saati soruyorlar, neden Resulallah’a soruyorlar, niye adresi şaşırıyorlar. Hem Resulallah’ın nübüvvetine inanmıyorlar, hem son saati neden ona soruyorlar. Soruyorlar çünkü hurafavi bir çok inançları var. Çünkü insanların olağanüstü haller gösterebileceğine inanıyorlar. İnsanların, kahinlerin, cincilerin, üfürükçülerin yaptıklarına çok aldanmışlar. Resulallah’ı da onlar gibi sanıyorlar. Oysa onun bir peygamber olduğunu, yani haberi taşıdığını, haberi Allah’tan aldığını, Allah’tan almadığı bir haberi getirmediğini bilmiyorlar. Yanlış adresten yanlış soru.

Öğrenmeye kalkıyorlar ve Allah onlara cevabını açıkça veriyor. Onun bilmeyeceği soruyu sorduklarını söylüyor. İnsanoğlunun bilemeyeceği bir soruyu. Onun için işte burada, aslında hurafeden gerçek bilgiye bir çağrı var. Ki şu ayette bunu destekliyor;

188-) Kul lâ emlikü li nefsiy nef’an ve lâ darren illâ maşaAllâh* ve lev küntü a’lemül ğaybe lesteksertü minel hayr* ve ma messeniyessuü in ene illâ neziyrun ve beşiyrun likavmin yu’minun;

De ki: “Allâh’ın dilediği dışında, nefsim için ne bir fayda ve ne de bir zarar oluşturabilirim… (Mutlak) gaybı biliyor olsaydım, elbette hayrına çoğaltırdım… Bana kötülük de dokunmazdı… Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden topluluğa bir müjdeleyiciyim.” (A.Hulusi)

188 – De ki: ben kendi kendime Allahın dilediğinden başka bir menfaate de malik değilim bir mazarrata da, eğer ben bütün gaybı bilir olsa idim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğramazdı, ben o değil, ancak iman edecek bir kavim için inzar-u bişarete memûr bir Peygamberim. (Elmalı)

Kul lâ emlikü li nefsiy nef’an ve lâ darren illâ maşaAllâh De ki Allah dilemedikçe ben dahi kendime ne yarar sağlayabilirim, ne de zarar verebilirim. Zararı önleyebilirim.

ve lev küntü a’lemül ğaybe lesteksertü minel hayr zira eğer insan idrakini aşan şeyleri bilseydim kendime tüm güzelliklerden daha büyük pay ayırırdım. Daha çok pay ayrılmasını sağlardım. Her güzelliği kendime tahsis ederdim eğer gaybı bilseydim. ve ma messeniyessuü üstelik kötülükte semtime uğrayamazdı. Onu da engellerdim.

in ene illâ neziyrun ve beşiyrun likavmin yu’minun; Ne ki ben inanan insanlar için yalnızca bir uyarıcı ve muştulayıcıyım.

Hitabı görüyorsunuz değil mi Kur’an dostları. Hurafelerle istismara çok yatkın olan bir topluma bunları söylemek hiçbir takdis yenin yapamayacağı bir şeydir. Peygamberimiz taktik düşünseydi bunu yapmazdı. Ama o bir peygamber, o insanların, mesajının arkasına her ne pahasına olursa olsun takılmalarını değil, hakikate boyun eğmelerini istiyor. Onun içinde hurafenin peşine takılacak insanlar, takılmaz olsun dercesine onlara hakikati açıklıyor.

Ben diyor gayba, insan idrakini aşan bilgiye muttali değilim. Ben kendim için bile bunu isteyemiyorum. Kendimi yarın ne yapılacağını bilmiyorum diyordu Osman bin Ma’zun’un hanımına değil mi. Sen ne diyorsun be hanım diyordu. Osman Bin Ma’zu’nun eşi: Dikkat edin sesinizi yükseltmeyin aranızda geçmiş ve geleceği bilen biri oturuyor diye peygamberi kastedince Resulallah’ın rengi attı, Sen ne diyorsun be hanım dedi, Vallahi yarın nefsime ne yapılacağını bir bilmiyorum.

Oğlu İbrahim’in vefatında güneş tutulmuştu çok ilginç bir tevafuk, insanlar bunu görünce;

– Hah..! dediler. Peygambere dünya, güneş bile yas tutuyor.

Hemen hutbeye çıktı;

– Siz ne diyorsunuz ey insanlar, Allah sünnetini, yasasını ilkesini bir adem oğlu için değiştirmez..!

Bu çok önemli bir uyarıydı.

189-) “HU”velleziy halekaküm min nefsin vahıdetin ve ceale minha zevceha li yesküne ileyha* felemma teğaşşaha hamelet hamlen hafiyfen femerrat Bih* felemma eskalet deavAllâhe Rabbehüma lein ateytena salihan lenekünenne mineş şakiriyn;

“HÛ” ki, sizi TEK bir nefsten – benlikten (makro planda: Hakikat-i Muhammedî – Akl-ı evvel; mikro planda: insanlık şuuru – Akl-ı küll) yarattı ve ondan da eşini (makro planda: evreni; mikro planda: beyni) oluşturdu; ona yerleşsin diye… Onu (eşini) örtüp bürüyünce, (eşi) hafif bir yük yüklendi, onu taşıdı… Ağırlaştığında, ikisi birden Rableri olan Allâh’a: “Andolsun ki, eğer bize bir sâlih verirsen, mutlaka biz değerlendirenlerden oluruz” diye dua ettiler. (Bu âyet, hem âlemlerin oluşuyla ilgili olarak anlaşılabilir, hem de insanın oluşumuyla.) (A.Hulusi)

189 – O odur ki sizi bir tek nefisten yarattı, eşini de ondan yaptı ki gönlü buna ısınsın, onun için vaktaki bunu derâğûş eyledi, bu hafifçe bir hamlin hâmili oldu, bir müddet bununla geçti, derken ağırlaştı, o vakit ikisi bir kendilerini yetiştiren Allaha şöyle dua ettiler: bize yaraşıklı bir çocuk ihsan edersen yemin ederiz ki elbet şükreden kullarından oluruz. (Elmalı)

“HU”velleziy halekaküm min nefsin vahıdetin ve ceale minha zevceha li yesküne ileyha O dur sizi bir tek can dan yaratan ve kendisine ilgi duysun diye ona kendi cinsinden eşini var eden. Eşleri; Birbirlerinin sakinleştiricisi olarak düşünüyor Kur’an. Görüyorsunuz değil mi, birbirlerinin teskin edicisi, birbirlerinde sükun bulsunlar. Adeta dalgalı bir denizdir insan, bu denizin dalgası eşler olarak birbiri dindirecektir dercesine. Ve ayetin devamına bakınız, bir çocuğun meydana gelişini anlatan o kadar harika bir anlatım zarafeti varki bu ayette, devam ediyorum;

felemma teğaşşaha hamelet hamlen hafiyfen femerrat Bih Gün gelip o eşine sarılınca önce eş hafif bir yük yüklenir ve o yükü bir süre taşır. felemma eskalet deavAllâhe Rabbehüma ardından yük ağırlaşınca eşler Rableri olan Allah’a yakarırlar. lein ateytena salihan lenekünenne mineş şakiriyn; ne diye dua ederler eşler; Eğer bize eli ayağı düzgün kusursuz bir çocuk bahşedersen söz, sana şükredenlerden olacağız. Derler.

190-) Felemma atahüma salihan ce’alâ leHU şürekâe fiyma atahüma* fetealellahu amma yüşrikûn;

Onlara bir sâlih (evlat) verince, onlara verdiğine bağlı olarak Allâh’a ortaklar oluşturdular… Allâh onların ortak koştuklarından Yüce’dir. (A.Hulusi)

190 – Fakat Allah kendilerine yaraşıklı bir çocuk verince erkeği dişisi tuttular ona vergisi üzerinde bir takım şerikler koşmağa başladılar, Allah ise onların koştukları şirkten müteali. (Elmalı)

Felemma atahüma salihan ce’alâ leHU şürekâe fiyma atahüma fakat ne zaman ki o kendilerine eli ayağı düzgün çocuk bahşeder, onlara bahşettiği çocuk üzerinden O’na ortak koşmaya kalkarlar.

İfadeye bakınız, bahşettiği çocuk üzerinden ortak koşmaya kalkarlar. Burada sistematik bir puta tapıcılık dile getirilmiyor sadece. Hayır hayır putperestlere falan göz dikmeyin, aramayın. Çocuk sahibi olma sürecinde Allah’tan başka mercilere pay çıkaranlara dikkat çekiliyor, ilginç.

fetealellahu amma yüşrikûn; Oysa ki Allah onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir.

191-) Eyüşrikûne ma lâ yahluku şey’en ve hüm yuhlekun;

Kendileri yaratılıyor oldukları hâlde (ve) bir şey yaratmayanları mı ortak koşuyorlar? (Bu iki âyette, insanların doğasal olay veya varlıkları, Allâh yanı sıra ilâh – tanrı konumunda düşünmelerine atıf vardır.) (A.Hulusi)

191 – Ona o hiç bir şey yaratamayan ve kendilerini yaratılıp durmakta bulunan mahlûklarımı şerik koşuyorlar. (Elmalı)

Eyüşrikûne ma lâ yahluku şey’en ve hüm yuhlekun; şimdi siz O’na has bir takım nitelikleri; bir şey yaratmaktan aciz, aksine kendileri yaratılmış olan şeylere mi yakıştırıyorsunuz. Bir şey yaratmaktan aciz, üstelik kendileri yaratılmış, kendileri muhtaç olan şeylere mi yakıştırıyorsunuz. Açık tefsire ihtiyacı yok.

192-) Ve lâ yestetıy’une lehüm nasran ve lâ enfüsehüm yensurun;

(Allâh’a ortak koşulanlar) onlara yardıma muktedir olamadıkları gibi, kendi nefslerine de yardım edemezler! (A.Hulusi)

192 – Halbuki onlar, onların imdadına yetişmezler, hattâ kendilerini bile kurtaramazlar, (Elmalı)

Ve lâ yestetıy’une lehüm nasran ve lâ enfüsehüm yensurun; kaldı ki ne onlara yardımları dokunabilir ne de bizzat kendilerine yardımcı olabilirler.

193-) Ve in ted’uhüm ilel hüda lâ yettebiuküm* sevaün aleyküm ede’avtümuhüm em entüm samitun;

Şayet onları hüdaya (hidâyete) davet etseniz, size tâbi olmazlar… Ha onları davet etmişsiniz ha susmuşsunuz, ikisi de birdir. (A.Hulusi)

193 – ve eğer siz onları doğru yola çağıracak olsanız size uymazlar, ha onları çağırmışsınız yani samıtmışsınız (susmuşsunuz) aleyhinizde müsavi gelir. (Elmalı)

Ve in ted’uhüm ilel hüda lâ yettebiuküm ve eğer yol göstersinler diye yakarsanız size cevap bile veremezler.

O kendisinden çocuk istediğiniz falanca baba, falanca yatır, falanca mezar eğer yakarsanız yok göstersin diye size yol bile gösteremezler. Yani şu tarafa yanlış gidiyorsun, şu taraftan git bile diyemezler. Allah yol gösterir size. Yani adresi yanlış tutuyorsunuz, şaşırdınız siz. Niçin? Çünkü fıtratınıza yabancılaştınız. Vicdanınızın sesine kulak tıkayınca şeytanın sesine kulak verir hale geldiniz.

sevaün aleyküm Onlara ister yalvarın, ister susun, ede’avtümuhüm em entüm samitun; Evet onlara ister yalvarın ister susun size karşı konumlarında hiçbir şey değişmez.

194-) İnnelleziyne ted’une min dûnillâhi ıbadun emsalüküm fed’uhüm felyesteciybu leküm in küntüm sadikıyn;

Allâh dûnunda yöneldikleriniz, muhakkak sizin benzerleriniz kullardır! Eğer (inancınızda) ısrarlıysanız hadi çağırın onları da, size icabet etsinler! (A.Hulusi)

194 – Çünkü Allahtan başka taptıklarınızın hepsi sizin gibi kullardır, eğer davanızda sadıksanız haydi onlara çağırın da size icabet etsinler. (Elmalı)

İnnelleziyne ted’une min dûnillâhi ıbadun emsalüküm iyi bilin ki Allah’tan başka yalvarıp yakardığınız kimselerde sizin gibi  yaratılmış varlıklardır.

Ibad, hem cansız, hem ölü, hem simgesel. İşte uğurum benim diyor. Benim uğurum diyor, uğurlu rakamım diyor. Falanca yatıra gidelim de diyor, çocuk isteyelim diyor. Yani hepsi içine giriyor. Adresi şaşırılmış tüm dualar işte bu ayetlerin muhatabıdır. Yani sadece bununla ne değişir demeyesiniz. İnsanın istikamet açısı değişir. İstikamet açısı değişince, yolculuğu değişir, yolu değişir ve menzili, maksudu, varacağı yer değişir.

fed’uhüm felyesteciybu leküm in küntüm sadikıyn; Nitekim eğer doğruluğundan eminseniz haydi yakarın da duanıza icabet etsinler, cevap versinler haydi diyor.

195-) Elehüm ercülün yemşune Biha, em lehüm eydin yebtışune Biha, em lehüm a’yunün yubsırune Biha, em lehüm azânün yesme’une Biha* kulid’u şürekâeküm sümme kiyduni fela tunzırun;

Onların yürüyecekleri ayakları; yahut tutacakları elleri; yahut görecekleri gözleri; yahut duyacakları kulakları mı var? De ki: “Çağırın ortak (koştuk)larınızı, bana tuzak kurun ve hiç göz açtırmayın bana!” (A.Hulusi)

195 – Ya onların yürüyecek ayakları veya tutacak elleri veya görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? dedi: haydın, çağırın şeriklerinizi sonra bana istediğiniz tuzağı kurun da elinizden gelirse bana bir lâhza bile göz açtırmayın. (Elmalı)

Elehüm ercülün yemşune Biha hem onların yürüyecek ayakları mı var, em lehüm eydin yebtışune Biha ya da tutacak elleri mi.

İlginç gelmiyor mu dostlar, tamamen rasyonel düşünmeye davet ediyor bu ayetler. Yani düşünsenize diyor, basit, yani düz bir mantıkla düşünün yine anlarsınız. Elleri mi var, ayaklarımı var. Yani sen kimden istiyorsun. İstediğin mantıken ondan istemen doğru değil.

em lehüm a’yunün yubsırune Biha görecek gözleri mi var, em lehüm azânün yesme’une Biha ya da işitecek kulakları. kulid’u şürekâeküm sümme kiyduni fela tunzırun; De ki; haydi çağırın Allah’a ortak koştuklarınızı, sonra önüme her türlü tuzağı kurun, bana göz açtırmayın, elinizden geleni yapın.

196-) İnne Veliyyiyellahulleziy nezzelel Kitabe, ve HUve yetevelles salihıyn;

Muhakkak ki benim Veliyy’im, O hakikat BİLGİsini (Kitabı) tenzîl eden Allâh’tır! O, sâlihlere Veliyy olur. (A.Hulusi)

196 – Zira benim velim o kitap indiren Allah tır ve o hep Salih kullarına velilik eder. (Elmalı)

İnne Veliyyiyellahulleziy nezzelel Kitab ama unutmayın ki benim savunucum kitabı indiren Allah’tır. Benim veliym O’dur. Sizin veliniz farklı olabilir de onlara ey Muhammed, benim veliym Allah’tır de. Ben Allah’tan isterin de. Sizin veliyniz farklı olabilir de.

ve HUve yetevelles salihıyn; Zira o dürüst ve erdemli olanları savunacaktır.

197-) Velleziyne ted’une min dûniHİ lâ yestetıy’une nasreküm ve lâ enfüsehüm yensurun;

Sizin O’nun dûnunda (yardıma) çağırdıklarınız ise, ne size yardım etmeye muktedirdirler ve ne de kendilerine yardım edebilirler. (A.Hulusi)

197 – Sizin ondan maada taptıklarınız ise ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardımları dokunur. (Elmalı)

Velleziyne ted’une min dûniHİ lâ yestetıy’une nasreküm ve lâ enfüsehüm yensurun; Oysa ki O’nun dışında yalvarıp yakardıklarınız ne size yardımcı olabilirler, ne de kendilerine yardımları dokunur.

198-) Ve in ted’uhüm ilelhüda lâ yesme’û* ve terahüm yenzurune ileyke ve hüm lâ yubsırun;

Onları hidâyet etmeleri için çağırsanız, işitmezler… Onları sana bakar sanırsın, ama görmezler! (A.Hulusi)

198 – Siz onları doğru yolu göstermeğe çağıracak olsanız duymazlar, ve görürsün onları sana bakıp duruyorlardır da görmezler. (Elmalı)

Ve in ted’uhüm ilelhüda ve eğer yol göstersin diye yakarsanız, lâ yesme’û sizi duymazlar bile. ve terahüm yenzurune ileyke ve hüm lâ yubsırun; ve sanırsın ki sana bakıyorlar, fakat onlar görmezler.

199-) Huzil afve ve’mur Bil urfi ve a’rıd anil cahiliyn;

Affedici ol, olumlu, yararlı şeylerle hükmet ve cahillerden yüz çevir! (A.Hulusi)

199 – Sen affetme yolunu tut, urf ile emret ve kendilerini bilmezlerden sarfı nazar eyle. (Elmalı)

Huzil afve ve’mur Bil urfi ve a’rıd anil cahiliyn; sen, insan fıtratına uyan yolu tut.

Böyle çevirdim, Çünkü Huzil afve’yi peygamber böyle anlamış. Buhari’nin naklettiği bir rivayeti İbn. Kesir, bu ayetin tefsirinde başa almış, yani tamamen Huzil afve min ahlakın nas ve amalihim tam ibaresi de bu Arapçası. Yani insanların fıtratına uygun olan yolu tut. İnsanların yaptıkları içerisinde doğalarına uygun en kolay olan şeyleri tercih et. İnsanların yaratılışlarına uygun tavır ve davranışlarından kolay olanını al. Mücahit, Urve, ibn Zübeyr, Taberi, İbn Kesir hep bu ibareyi böyle anlamışlar. Yani 172. ayete bir atıf aynı zamanda. Fıtrata uygun olanı al.

ve’mur Bil urfi Ma’ruf olanı, her olumlu, iyi, güzel olan şeyi de al. Yani adeta Huzil afve fıtrata uygun olan, ve’mur Bil urfi ise insanlığın ortak değerleri olan iyi ve güzellere tekabül ediyor.

ve a’rıd anil cahiliyn; Bu da ilginç, ve doğasına yabancılaşanlarla ilişkini kes. Cahiliyn’i öyle çevirdim, doğru çevirisi bu. Çünkü bilmeyenler diye çeviremem, zaten peygamberler bilmeyenlere gönderilir bildirmek için. Yani peygamber bilmeyenlere bildirmek için bir bildiri ile gönderilmiş, bidiricidirler. O halde burada ki cahil bilmeyen olamaz. İşte Ebu Cehil’e onun için Okur yazar ve kültürlü bir insan olduğu halde onun için cehaletin babası denildi. Fıtratına yabancılaşmıştı.

200-) Ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun feste’ız Billâh* inneHU Semiy’un ‘Aliym;

Eğer şeytandan (bedenselliğin) bir dürtme seni dürterse (bedensel arzulara iteklerse hakikatini perdeleyecek şekilde), hemen Allâh’a (nefsinin hakikati olan Esmâ’sının kuvvesine) sığın… Çünkü O, Semi’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

200 – Her ne zamanda Şeytandan bir gıdık seni gıdıklayacak olursa hemen Allaha istiaze eyle, o şüphesiz semi’dir alîmdir. (Elmalı)

Ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun feste’ız Billâh Yine de şeytan tarafından kurgulanan kışkırtmaya hedef olacak olursan, eğer şeytan tarafından kurgulanan bir kışkırtmaya hedef olursan, hemen Allah’a sığın.

inneHU Semiy’un ‘Aliym; O her şeyi işitir, her şeyi bilir.

201-) İnnelleziynettekav izâ messehüm taifün mineş şeytani tezekkeru feizâhum mubsırun;

Korunanlara gelince, onlara şeytandan (bedensellik kabulünde yaşayan) bir taife dokunduğunda, (hakikatlerini) tezekkür ederler… Basîretle değerlendirme yaparlar. (A.Hulusi)

201 – Her halde Allah dan korkanlar, kendilerine Şeytandan bir tayf iliştiği zaman bir tezekkür ederler, derhal basiretlerine sahip olurlar. (Elmalı)

İnnelleziynettekav izâ messehüm taifün mineş şeytan Şüphesiz sorumluluk bilincini kuşanan kimselerin içine şeytan tarafından kurgulanan mevhum bir görüntü yansıyacak olursa, tezekkeru hemen fıtrat sözleşmesini hatırlayıverirler. Şeytanın içlerine yansıtacağı böyle bir görüntüye karşı fıtrat sözleşmesini hatırlayıverirler, feizâhum mubsırun; ve işte o an gerçeği kavrayıverirler.

202-) Ve ıhvanühüm yemüddunehüm fiyl ğayyi sümme lâ yuksırun;

(Şeytanların) kardeşleri ise onları duygusallığa, azgınlığa sürüklerler… Sonra da yakalarını hiç bırakmazlar! (A.Hulusi)

202 – Şeytanların ihvanı ise onlar bunları dalâle sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar. (Elmalı)

Ve ıhvanühüm yemüddunehüm fiyl ğayyi sümme lâ yuksırun; Kendi fıtratlarına yabancılaşmış kardeşleri onları azgın sulara sürüklemek isteseler dahi, sonuna dek mücadeleden el çekmezler.

203-) Ve izâ lem te’tihim Bi ayetin kalu lev lectebeyteha* kul innema ettebi’u ma yuha ileyye min Rabbiy* hazâ basâiru min Rabbiküm ve hüden ve rahmetün likavmin yu’minun;

Onlara bir âyet iletmediğinde: “Onu (kendinden) uydursaydın ya!” dediler… De ki: “Ancak, Rabbimden bana vahyolunana tâbi olurum… Bu (Kur’ân) Rabbinizden basîretlerdir (idrak ettirir), hüdadır (hakikat rehberi) ve iman eden topluluk için rahmettir (kemâlâtlarını açığa çıkarır).” (A.Hulusi)

203 – Ve sen onlara bir âyet getirmediği zaman derip toplasa idin’ a dediler, de ki: ben, ancak rabbimden bana ne vahiy olunuyorsa ona ittiba’ ederim bütün bu Kur’an rabbinizden gelen basiretlerdir ve iman edecek bir kavim için bir hidayet ve rahmettir. (Elmalı)

Ve izâ lem te’tihim Bi ayetin kalu lev lectebeyteha sen onlara istedikleri ayeti getirmediğin zaman hemen derler ki; Onu Rabbinden almak için çabalasaydın ya.

kul innema ettebi’u ma yuha ileyye min Rabbiy De ki ben yalnızca rabbimden bana vahyedilene uyarım.

hazâ basâiru min Rabbiküm ve hüden ve rahmetün likavmin yu’minun; Bu vahiy, rabbiniz katından gelen bir derin kavrama aracı ve inanacak bir toplum içinde bir doğru yol haritası, bir rahmet pınarıdır.

204-) Ve izâ kuriel Kur’anu festemi’u lehu ve ensıtu lealleküm turhamun;

Kur’ân kıraat edildiğinde, Onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin. (A.Hulusi)

204 – Kur’an okunduğu zaman da hemen onu dinleyin ve susun gerek ki rahmete erdirilirsiniz. (Elmalı)

Ve izâ kuriel Kur’anu festemi’u lehu ve ensıtu lealleküm turhamun; Artık Kur’an okurken onu can kulağı ile dinleyin ve sesinizi kesin ki rahmete nail olabilesiniz.

[Ek bilgi; Kırâet (okumak) ise bir ihtiyari iştir ki, akıllı ve konuşan bir insanın ağzından çıkanı anlamaya ve anlatmaya yönelik bir maksat taşıyan sesli olarak okumak demektir. Nitekim vahiy meleği olan Cebrail’in işi bile aslında bir kırâet (okuma) değil, bir ikra, yani okutmaktır.

Allah’ın yaptığı iş ise vahyi indirmek ve kırâeti yaratmaktır. Bundan dolayı akıllı olmayandan ve cansız varlıklardan sadır olan seslere kırâet denilemeyeceği gibi, aks-i sadadan, yani sesin yankılanmasından meydana gelen işe de kırâet denilemez.

Bunun içindir ki, fakihler bir kırâetin yankılanmasından hasıl olan yankıya kırâet ve tilâvet hükmü terettüp etmeyeceğini ve mesela tilâvet secdesi lazım gelmeyeceğini beyan etmişlerdir.

Bir kitabı sessiz olarak okumaya kırâet denilemeyeceği gibi, çalan veya çınlayan yankı yapan bir sesi dinlemek de kırâet dinlemek demek değildir, bir çınlamayı dinlemektir.

Şu halde Kur’ân okuyan bir okuyucunun sesini aksettiren gramofondan veya radyodan gelen sese de kırâet denilemez. Bu gibi sesler bir kırâet değil, bir kırâetin yankısı ve yansımasıdır, bunlara dinleme ve susma emrinin hükmü terettüp etmez. Yani dinlenilmesi ve susulması vacip olan Kur’ân, gramofonda çalınan Kur’ân değil, bir insan tarafından okunan Kur’ân’dır.

Bununla beraber dinlenilmesi vacip veya müstehap olmamaktan, bunun dinlenilmesinin caiz olmadığı veya dinlenilmemesinin vacip olduğu sanılmamalıdır. Zira Kurân’ı gramofonda çalmak başka bir iş, çalınan Kurân’ı dinlemek de başka bir iştir. Kurân’ı gramofonda çalmak, onu öteki çalgılar arasına sokmak caiz görülemeyecek bir iş olduğu açıktır.

Nitekim Kurân’ı okumak, Allah’a yaklaştırıcı büyük bir ibadet olduğu halde, ona gerekli saygının gösterilmediği bir yerde veya bir mecliste okumak bir kabahattir. Fakat okunmuş bulunursa onu dinlemek kabahat değildir, dinlenmemesi kabahattir.

Mesela, hamamda Kur’ân okuyan günaha girer de onu dinleyen günaha girmez. Nerede olursa olsun okunan Kurân’ı dinlemek sevaptır, dinlememek sevap değildir. Bunun gibi, bir ses yankısı dahi olsa gramofonda çalınan veya radyoda çalınan bir Kurân’ı dinlemek vacip değildir diye onu dinlememek vacipmiş gibi zannedilmemelidir. Zira tam anlamıyla bir kırâet değilse bile yine de kırâet benzeri bir şeydir. Çünkü nefsî kelâma delalet etmektedir.

Şu halde dinlenilmesi vacip veya müstehap değilse bile en azından caizdir, evladır ve hatta ona da saygısızlık etmek caiz değildir. Öyle bir hâl karşısında bulunan bir Müslüman, layık olmayan yere konmuş bir Kur’ân sahifesi karşısında bulunuyormuş gibidir ki, ona karşı lâubalilik etmemesi ve elinden geldiği kadar onu oradan alıp layık olduğu yere kaldırması dindarlığının gereğidir.Secde-i tilavet]

205-) Vezkür Rabbeke fiy nefsike tedarru’an ve hıyfeten ve dunel cehri minel kavli Bil ğuduvvi vel asali ve lâ tekün minel ğafiliyn;

Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah – akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün! Gâfillerden olma! (A.Hulusi)

205 – Hem de sabahleyin ve akşamları içinden tazarru’ ile gizlice ve cehrin mâdunu sesle rabbini zikret de gafillerden olma. (Elmalı)

Vezkür Rabbeke fiy nefsike tedarru’an ve hıyfeten ve dunel cehri minel kavli Bil ğuduvvi vel asal ve rabbini öz benliğinde, alçak gönüllülükle ve O’ndan sakınarak sesini yükseltmeksizin sabah akşam an. ve lâ tekün minel ğafiliyn; ve sakın kendini kaybedenlerden olma.

206-) İnnelleziyne ‘ınde Rabbike lâ yestekbirune an ıbadetiHİ ve yüsebbihuneHU ve leHU yescüdun;

Muhakkak ki senin Rabbinin indîndekiler, asla O’na kulluktan büyüklenerek kaçınmazlar… O’nu tesbih ederler ve O’na (azameti indînde kendi hiçliklerini hissederek) secde ederler. (A.Hulusi)

206 – Zira rabbinin yakınında olanlar ibadetinden istikbar eylemezler, onu hep tesbih ederler, hem yalnız ona secde ederler. (Elmalı)

İnnelleziyne ‘ınde Rabbike lâ yestekbirune an ıbadetiH unutma ki rabbinle beraber olanlar O’na kullukta kibre kapılmazlar. ve yüsebbihuneHU ve leHU yescüdun; ve O’nun aşkın olan zatına ulularlar ve yalnız O’nun önünde yere kapanırlar.

Eğer insan doğasına uygun davranır, fıtratıyla buluşur, kendisi ile barışır, kendi haddini ve değerini bilirse vicdanının üzerini örtmez, sesini dinlerse ona tek şey düşer, aşk vaziyeti almak, secde vaziyeti almak.

Biz da Allah’ın sonsuz rahmeti ve varlığı, biricik varlığı önünde yerlere kapanıyor ve O’na boyun eğiyoruz.

“Ve ahiru davana velil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 
4 Yorum

Yazan: 25 Ağustos 2011 in KUR'AN

 

Etiketler: , ,

4 responses to “İslamoğlu Tef. Ders. A’RAF SURESİ (172-206)(57)

  1. Kenan

    28 Ekim 2018 at 18:00

    Çok güzel istifade edilir bir derleme olmuş. Bu derlemeyi yapan kişinin ismi yok mu peki ?

     
    • ekabirweb

      28 Ekim 2018 at 18:21

      Teşekkür ederiz. Derlemeyi yapan kişi babamdı. Kendisi geçen sene vefat etmeden önce söylediği üzere sitede ismini belirtmek istemezdi. İnanç ile alakalı konularda benlik duygusunun körüklenmemesi ile ilgili bir anlayışı vardı. O yüzden herkesin rahatça faydalanması için böyle bir blog tasarlamıştı. İlginiz için teşekkür ederiz. Allah ile kalın.

       
  2. Berrin Şengöz

    24 Aralık 2018 at 08:03

    Allah rahmet eylesin,mekanı cennet olsun…Her okuduğumda anlatana da ,yazana da dua ediyorum…Allah razı olsun sizlerden…

     
    • ekabirweb

      24 Aralık 2018 at 10:32

      Allah sizlerde de razı olsun. Teşekkür ederiz. Allah ile kalın.

       

Yorum bırakın