RSS

İslamoğlu Tef. Ders. KASAS SURESİ (29-59)(122)

09 Kas

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde El Kasas surei şerifesinin 28. ayetine kadar işlemiştik. Bugün dersimize kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah.

 

29-) Felemma kadâ Musel’ecele ve sare Bi ehlihi anese min canibıtTuri narâ* kale liehlihimküsû inniy anestü naren lealliy atiyküm minha Bi haberin ev cezvetin minennari lealleküm tastalun;

Musa o süreci tamamlayıp ailesi ile yola çıkınca, Tur’un tarafından bir ateş algıladı… Ailesine dedi ki: “Durun, şüphesiz ben bir ateş algıladım… Belki ondan size bir haber getiririm yahut o ateşten bir kor getiririm de belki ısınırsınız.” (A.Hulusi)

29 – Vaktâ ki Mûsâ, artık eceli ödedi ve ehli ile yola çıktı Tur canibinden bir ateş hissetti, ehli ile durun dedi: ben bir ateş hissettim, Ümit ederim ki size ondan bir haber getiririm veya o ateşten bir eksi, belki bir ocak yakar ısınırsınız. (Elmalı)

 

Felemma kadâ Musel’ecele ve sare Bi ehlihi anese min canibıtTuri narâ Nihayet Musa belirlenen süreyi tamamlayarak yakınlarıyla, yani Bi ehlihi, ailesiyle birlikte yola koyulunca gözüne Sina dağının yamacından şavkıyan ateş türü bir şey ilişti. Narân; belirsiz bir formla geldiği için tür anlamını içerir. Tatta tanımsız anlamını da içerir, yani tarifsiz, ateş gibi, ateşe benzer bir ışık. Veya garip, insanı hayrette bırakan, insanı şaşırtan ir ışık. Yan anlamları içinde zaten vardır belirsiz gelmesinden dolayı.

Ayette ki “etTur” ; Kur’an ın neresinde gelirse gelsin daima Sina dağına atıftır. Ki zaten Mü’minun/20. ayetinde bu isim açıkça ortaya çıkar. Yoksa “tur” isim değil, yüce dağ, Uludağ manasına bir vasıftır.

kale liehlihimküsû ailesine dedi ki; Siz bir miktar bekleyin. inniy anestü nare gözüme ateş türü bir şey ilişti lealliy atiyküm minha Bi haberin ev cezvetin minennari lealleküm tastalun belki size o0ndan bir haber getiririm, ya da ateşten bir kor, bir köz getiririm de bu sayede ısınırsınız. Dedi.

 

30-) Felemma etaha nudiye min şatıılvadil’ Eymeni fiyl buk’atil mübareketi mineş şecereti en ya Musa inniy ENAllâhu Rabbül alemiyn;

Oraya geldiğinde, o mübarek yerde Eymen Vadisi’nin kıyısından, o ağaçtan: “Yâ Musa! Kesinlikle ben Allâh’ım âlemlerin Rabbi olan!” diye nida edildi. (A.Hulusi)

30 – Derken ona varınca vâdinin sağ kıyısından o mübarek buk’ada ağaçtan nidâ olundu, şöyle ki: ya Mûsâ, haberin olsun benim ben: Allah rabbülalemin. (Elmalı)

 

Felemma etaha nudiye min şatıılvadil’ Eymeni fiyl buk’atil mübareketi mineş şecereti en ya Musa inniy ENAllâhu Rabbül alemiyn. Fakat oraya varınca o bereketli mevkii de vadinin sağ yamacında ki ağaç yönünden kendisine; Ey Musa iinyENAllah; Benim, ben Allah. Rabbül alemiyn. Alemlerin rabbi olan Allah diye seslenildi.

Burada insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini başlatan bir olay gerçekleşiyor. Kur’an da Kelimullah; Allah’la konuşan anlamına gelen bir vasıfla anılan Hz. Musa’nın bu vasfı aldığı nokta burası. Öyle bir hadise ki insanlık tarihi boyunca bu olaya çok nadir, çok az rastlanılmış. Yani insanın yücelebileceği en yüce ufuklardan biri bu, Allah’a muhatap olmak, hem de doğrudan muhatap olmak. İşte burada insanlık tarihinin böylesine emsalsiz bir anı görüntüleniyor.

Vahyin geliş çeşitlerinden, şekillerinden biri bu. Aslında Şûra suresinden biz vahyin 3 şekilde geldiğini öğreniyoruz. İlgili surenin 61.(Hayır 51. ) ayetinde bu 3 şekilden biri de ev min veraiy hıcabin..(Şûrâ/51) Yani ya da bir perde gerisinden, bir perde arkasından Allah vahy eder. Buyruluyor.

Burada ki perde, ayette ki perde Cenabı Hakkın hiçbir insanla doğrudan konuşmayacağı, hele bu dünyada görünmeyeceği. Hz. Musa’ya verilen ..len terânî..(A’raf/143) sen beni asla göremezsin ilahi ibaresinde de olduğu gibi. Fakat bir aracıyla konuşacağı, bu aracının bazen bir melek, bazen de melek dışı perde. Buna hıcap diyor, perde. Perde sadece maddi bir şey olmaz. Özneyi nesneden ayıran her şeydir. Perdenin buradaki varlık amacı özne ile, yani konuşanla konuşulan arasındaki farklı varlık düzlemidir.

Burada perde ağaç. Bu ağacın ne olduğu Tevrat’ta inceden inceye işlenmiş. Biz işin bu tarafında değiliz. Buna böğürtlen ağacı diyor Tevrat. Ama mesela ağacın ne liği değil, ağacın ne işlev üstlendiği ve neden bir perde konulduğu. Çünkü ilahi vasıflar, Allah’a ait sıfatlar, Allah’ın zatı gibi mutlaktır, sonsuzdur. Mutlak ve sonsuz olan, mukayyet olanla, iletişime gireceği zaman mutlaka bir dönüştürme, bir dönüşüm istasyonu, bir çevrim istasyonu gerekir. İşte burada ağaçla sembolize edilen şey çevrim istasyonu. Mutlak olan, sonsuz olan, yüce olan; Mukayyet olana, sonsuz olana, ölümlü olana çevriliyor. Burada ağaç adeta sembolik bir biçimde çevrim istasyonu görevi görüyor.

Hatta bir görüşe göre, ki Hasan Basri’nin görüşü bu buradaki vahiy şekli Şura/61 (Hayır 51) ayetinde bahsedilen 3 çeşitten birincisi. Yani; ..en yükellimehullahu illâ vahyen..(Şûrâ/51) vahiy yoluyla. Allah bir kulla, bir insanla ya vahiy yoluyla, ya bir perde gerisinden, ya da bir melek aracılığı ile buyrulan bu 3 şekilden 1.si olduğunu söyler Hasan Basri. Ki bu da bir görüştür tabii. Fakat biz Kur’an da Hz. Musa’nın Allah’ın kelamını çok özel bir surette işittiği ifadelerinden yola çıkarak bunun bu 2. şekle, bu 2. türe girdiğini söyleyebiliriz.

Yine ayette; fiyl buk’atil mübareketi mübarek yerde ibaresi var. Mübarek; bereketli bir mevkii demek, fakat bu mübarek, yani bereket, manevi bereket mi, maddi bereket mi, Yoksa ikisinden birinin ağırlıklı olduğu iki boyutlu bir bereket mi. Daha çok maddi yönü ağırlıklı bir bereket olsa gerek ki, burada ki “fiy”, cer harfi bereketin toprağa atfı demektir. İsra/1. ayetinde de bu berekete, Filistin toprağının bereketli kılındığına atıf vardır. Ama mesela Kur’an da Bekke vadisinin, ..bi bekkete mübareke.. (A.İmran/96) mübarek kılındığı ifade buyrulur. Dolayısıyla Mekke’nin içinde bulunduğu bu vadinin bereketinin orada ki toprak verimliliğinden kaynaklanmadığı açık. Çünkü biz seni, buyruluyordu Hz. İbrahim’e ..Bi vadin ğayri ziy zer’ın ‘ınde.. (İbrahim/37) içinde ot bitmez ekin bitmez bir vadiye yerleştirdik. İçinde ekin bitmez bir vadiden mübarek diye, bereketli diye bahsediliyorsa bu bereket manevi bereket, bu manevi bereketin kendisine çektiği maddi bereketten söz edilebilir ancak.

 

31-) Ve en elkı asâk* felemma reaha tehtezzü keenneha cannün vella müdbiren ve lem yüakkıb* ya Musa akbil ve lâ tehaf* inneke minel aminiyn;

“Asanı at!”… (Musa) sanki ince küçük yılan gibi titreyip hareket ediyor görünce (asasını), arkasına bakmadan dönüp kaçtı ondan… (Allâh buyurdu): “Yâ Musa, geri dön ve korkma! Muhakkak ki sen güvendekilerdensin!” (A.Hulusi)

31 – Ve şöyle: bırak Asânı, derken onu sanki (bir cânn) bir çevik yılan gibi ihtizaz ediyor görünce öyle bir dönüp kaçtı ki arkasına bile bakmadı, ya Mûsâ, yüzünü dön ve korkma çünkü sen aminîndensin. (Elmalı)

 

Ve en elkı asâk ve o ses şöyle devam etti. Asanı yere bırak. Elinde Hz. Musa çobanlık yıllarından kalma bir asa taşıyordu, değnek taşıyordu. O değneğin elinde Allah’ın izni ile nasıl bir işlev kazanacağından habersizdi. O, ona sıradan bir sopa olarak bakıyordu. Bir değnek. Ama Hz. Musa’ya ilk vahiyle birlikte eşyaya düz bir gözle bakmaması öğretilmeye başlandı. Ki Resulallah’a da ilk vahiyle birlikte bu öğretilmişti.

Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak.(‘Alak/1) oku, yaratan rabbin adına. Yani Allah’ı ve eşyayı nasıl okuyacağını, hakikati nasıl okuyacağını, varlığa nasıl bakacağını, yaratıklara nasıl bakacağını, Allah’ın yaratılmışlara bak dediği yer neresi olduğunu vahiyle öğrenecekti. Onun için aslında ilk vahiyler içerik olarak birbirine ne kadar da benzerler. Hz. Musa’ya da eşyaya neresinden bakacağı öğretiliyor. Ama bu öğretiş daha fiili bir biçimde gerçekleşiyor ki işte bu ayete ve devamında ifade edilen bu.

Peygamberler öğretmeni Allah olan öğrencilerdir. Onun için insanlığın ufkudurlar. Onun için insanlığın baş öğretmenidirler. Onun için muallimdirler ve şu anda biz bu büyük muallimlerden biri olan Hz. Musa’yı öğrencilik yaparken, ilahi vahiyle öğrenirken görüyoruz.

felemma reaha tehtezzü keenneha cannün vella müdbiren ve lem yüakkıb fakat o asasının küçük ve çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce ardına bakmadan dönüp kaçmaya başladı.

Tâhâ/20. ayetinde hayye diye anılır bu mucizenin nesnesi. Yani yılan hayye ismi ile. Ki hayye yılana verilen cins isimdir. Tüm yılanları kapsar. Ama Şu’ârâ/32. ayetinde su’ban denilir. Su’ban caan’ın zıddıdır. Caan; küçük yılan, küçük hızla akan, çevik. Ama su’ban kalın, çok büyük, bizde ejderha denilen türden yılan. Peki bu ikisi arasındaki irtibat veya bu ikisinin birbiri ile te’vili nasıl yapılmış? Razi’nin yaptığı te’vil şu; Özünde büyük, görünüşte, fakat hızlılıkta ve çeviklikte sanki küçük bir yılan gibi. Razi bu Te’vili yaparken buradaki “kâf” teşbih edatından yola çıkıyor. Sanki çevik bir yılan gibi.

Bu tabii bir yorum ve gerçekten güzel bir yorum. Ama buradaki teşbih edatı farklı bir yoruma da kapı aralayabilir. O da bu ilahi mucizenin eşyanın aslına yönelik bir müdahale sonucu değil, görenin gözüne yönelik, bakanın bakışına yönelik bir müdahale sonucunda gerçekleştiği. Keenneha caan sanki bir yılan gibi derken, yani eşyanın özünde değil ilahi müdahale görenin gözünde gerçekleştiği. Bakılanda değil, bakışa öyle getirildi. Bakanların tümü öyle müşahede etti anlamına da gelebilir. Bu da bir yorumdur ve tabii ki teşbih edatından yola çıkarak yapılmış bir yorumdur.

ya Musa akbil ve lâ tehaf ey Musa yaklaş ve korkma inneke minel aminiyn çünkü sen güvence altında olanlardan birisin, peygambersin. Allah’ın güvenliği altındasın. Yani güvenliğin garanti altında ey Musa. Onun için korkma.

Bu surenin girişinde surenin konusunun özetini verirken değindiğimi hatırlıyorum. Bu surede işlenen Hz. Musa portresi diğer surelerde anlatılandan, mesela A’raf, mesela Tâhâ, mesela Enbiya ve diğer surelerde anlatılandan farklı bir biçimde bir boyutuyla öne çıkarılıyor. O da insan boyutu. Korkularıyla, kaygılarıyla endişeleriyle hüznüyle, hatasıyla, iç çatışma ve tartışmalarıyla, iç çelişkileriyle yani tam bir insan peygamber portresi. İşte burada bu ayetlerde onu görüyoruz. Tabii neden böyle bir portre vurgulanıyor? Bu ayetin ilk muhataplarına peygamberleri insan üstü olarak görmemeleri gerektiğine dair bir terbiye ve ima içeriyor. Bir bakış açısı bir inşa gerçekleştiriyor.

Burada ki sopanın sembolik bir açıklaması da var. Hz. Musa’nın kendinse gönderildiği Mısır, Firavunların yönetiminde bir ülke. Görenler varsa bilirler tüm firavun heykellerinde firavunlar iki elini de göğsüne çaprazlama kavuşturmuş olarak yapılır, resmedilirler. Ellerinin birinde bir kamçı bulunur daima. Diğerinde de halkalı bir haç. Firavunun kamçısına karşılık Musa’nın asası. Yani korkma ey Musa Allah seni bir görevle görevlendirmişse senin muhataplarına üstün gelmen için gerekli araçları da verir. Firavunun kamçısı varsa, senin de asan var ey Musa. Onun iktidarı varsa, dünyevi iktidarı ve gücü, senin de Allah’ın senin elinde yarattığı mucizevi bir gücün var. Yani sıradan değneğin, Firavunun iktidarının başına inebilir, onu parçalayabilir. Eşyaya doğru bak, doğru bakarsan elindeki değneğin firavunun o herkesin gözünü yıldıran güçlü iktidarından daha güçlü olduğunu görürüz. Senin elindeki imanın sana verdiği imkan firavunun süper gücünden daha güçlüdür ey Musa. İmanın verdiği imkanı kullanırsan eğer, hiçbir firavun seninle başa çıkamaz. İmanın sana verdiği gücü kullanırsan yer yüzünün en süper gücünü dahi alt edebilirsin ey insanoğlu.

Burada hepimize verilen budur. Aslında ilahi bir inşa yapılmaktadır. Tasavvurlarımız bu ayetler tarafından inşa edilmektedir.her mü’min çağının firavununa karşı inşa edilmektedir.

 

32-) Üslük yedeke fiy ceybike tahruc beydae min ğayri su’in, vadmüm ileyke cenâhake minerrehbi fezânike burhanani min Rabbike ila fir’avne ve meleih* innehüm kânu kavmen fasikıyn;

“Elini koynuna sok, sağlıklı bembeyaz çıkar! Korkudan kaldırdığın kollarını da indir, rahatla! İşte bu ikisi, Firavun ve onun ileri gelenlerine, Rabbinden iki delildir… Muhakkak ki onlar inançları bozuk bir toplumdurlar.” (A.Hulusi)

32 – Elini koynuna sok çıksın bembeyaz, bir âfetsiz, ve heybetten cenahını kendine kavuştur, işte bu ikisi sana iki bünhan, rabbinden Firavuna ve cemiyetine, çünkü onlar fasık bir kavim oldular. (Elmalı)

 

Üslük yedeke fiy ceybik şimdi elini koynuna sok tahruc beydae min ğayri su’in her tür kusurdan arınmış olarak tertemiz, ışıl ışıl bir beyazlıkta ve parlaklıkta çıkacaktır. Evet, min ğayri su’in derken Hz. Musa’ya yönelebilecek bir iftirayı da reddetme açısından, yani bu beyazlık bir hastalıktan bir deri, cilt hastalığından kaynaklanan bir şey değil. Bu beyazlık ışıl ışıl, sanki güneşte yıkanmış gibi bir beyazlık.

Tertemiz el, A’raf, Tâhâ, Şuârâ serelerinde geçen öldürme olayına atıf aslında Tevbe insanı tertemiz eder. Hz. Musa gençliğinde haksız yere bir cana kıymıştı ve bunu da itiraf edecektir gelecek ayetlerde. İşte o suçunu hatırlayıp kendi kendisine levm ediyordu. Kendisini kınayıp duruyor ve kendisinin böyle bir göreve layık olmadığını düşünüyor. Rabbimiz onu vicdanen böyle teskin edip tevbesinin kendisini pırıl pırıl yıkadığını, beyaz tertemiz bir elle sembolize etmiş ve ikna etmişti.

Güneşle yıkanmış gibi bir el. Aslında asa ve yed’i beyzanın sembolik ifadesi iki insani kutba işaret eder. Asa korkuya, yed’i Beyza müjdeye. Asa inzara, yed’i, Beyza tebşire. Asa celale, yed’i Beyza, beyaz el pırıl pırıl el cemale. Asa kahır sıfatına, yed’i Beyza lütuf sıfatına tevafuk eder. Asa adeta havf bir yed’i Beyza recadır, umuttur. Bu ikisinin arasında beynel havfi vel reca, korku ile umut arasında bir yol tutmayı öğütlemektedir adeta. Bir elinde korku, bir elinde umut. Asa adeta cehennemin insan ruhu üzerindeki korkutucu etkisini, yed’i Beyza da cennetin insan ruhu üzerinde ki aydınlığını temsil eder gibidir.

vadmüm ileyke cenâhake minerrehb haydi tüm korku hüzün ve kaygılarından uzaklaşarak kendini topla.

Burada ki; vadmüm ileyke cenâhake minerrehb bir deyimdir deyimsel bir ibare. Kanatlarını kollarını indir anlamına, kendine doğru çek topla anlamına gelir ki, ürküp uçmaya hazırlanan bir kuşu andırıyor. Yani böyle bir şey hatırlatıyor. Şimdi öyle bir kuş düşünün ki hemen en ufak çıtırtıda ürküp uçacak. İşte böyle bir ruh halinde ilahi vahiy muhatabını; Yoo..! öyle en ufak çıtırtıda ürküp uçacak bir kuş gibi durma, artık tere sağlam bas, kendini topla Allah seninle beraber, Allah’ın desteği seninle. Çünkü sen seçilmiş bir peygambersin, bundan böyle ilahi güvene mazharsın, öyle uçacak bir kuş gibi eğreti durma. Yere sağlam bas ve görevini yap.

fezânike burhanani min Rabbike ila fir’avne ve meleih işte bu ikisi senin, firavun ve onun kurmaylarına rabbin katından gönderildiğinin açık bir belgesidir. Bu ikisi dediği asa ve yed’i Beyza. Yed; eldir, Beyza; ak, beyaz. Onun için yed’i beyzayı yani onu bilmeyenler “yedi” rakamıyla karıştırmamalılar Yed Arapça da el olduğu için yed’i Beyza; beyaz el manasına gelir. Farsça da da best, best’i Beyza, beyaz el.

innehüm kânu kavmen fasikıyn çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum olup çıktılar.

Her peygambere risalet delili verilmiştir. Peygamberimizin risalet delili mesela Kur’an dır. Ki Ankebut/51. ayetinde bu açıkça ifade edilmiştir. Peygamberimizden önceki diğer peygamberlere de risalet delili, yani Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna ilişkin risalet delili verilmiştir. İşte Hz. Musa’nın risalet delilleri de bunlardır.

 

33-) Kale Rabbi inniy kateltü minhüm nefsen feehafü en yaktülun;

(Musa) dedi ki: “Rabbim, doğrusu ben onlardan bir kişiyi öldürdüm; bu yüzden beni öldürmelerinden korkarım.” (A.Hulusi)

33 – Dedi: ya rabbi! ben onlardan bir adam öldürdüm korkarım beni hemen öldürürler. (Elmalı)

 

Kale Rabbi inniy kateltü minhüm nefsen biraz önce değinmiştik, işte geldi. Musa dedi ki; Rabbim onlardan birini öldüren benim feehafü en yaktülun buna karşılık onların da beni öldürmelerinden korkuyorum. Can endişesi değil yalnız sorumluluk. Yani beni öldürürler de aldığım vazifeyi yerine getiremem. Burada ki endişe soylu bir endişe, ulvi bir endişe.

 

34-) Ve ehıy Harunu huve efsahu minniy lisanen feersilhu me’ıye rid’en yusaddikuniy* inniy ehafü en yükezzibun;

“Kardeşim Harun var ya, lisan itibarıyla o benden daha rahat konuşur! Onu, destekleyici olarak benimle birlikte irsâl et. Şüphesiz ki ben, yalanlamalarından korkuyorum.” (A.Hulusi)

34 – Biraderim Harûn ise lisanca benden fesahatlidir beni tasdik eder bir muavin olmak üzere maiyetimde ona da risalet ver. doğrusu ben beni tekzip ederler diye korkarım. (Elmalı)

 

Ve ehıy Harun işte kardeşim Harun huve efsahu minniy lisanen onun dili benden daha açık, onun konuşması benden daha düzgün.

İletişim sorununun olmaması gerekiyor. İnsanlarla iletişim problemi yaşamamak içinde kardeşi Harun’u teklif ediyor. Bu teklif benim yerime  onu peygamber seç biçiminde değil. Bu teklif benim yanıma onu yardımcı olarak gönder, ata biçiminde rabbine dua ediyor.

feersilhu me’ıye rid’en yusaddikuniy beni destekleyip doğrulayan bir yardımcı olarak onu da benimle birlikte gönder. inniy ehafü en yükezzibun çünkü ben, beni yalanlamalarından korkuyorum.

 

35-) Kale seneşüddü adudeke Bi ehıyke ve nec’alü leküma sultanen fela yesılune ileyküma Bi âyâtiNA* entüma ve menittebeakümel ğalibun;

(Allâh) buyurdu: “Kardeşin olarak kollarına kuvvet vereceğiz; ikiniz için öyle bir kuvvet oluşturacağız ki, işaretlerimiz olarak size erişemeyecekler! Siz ikiniz ve ikinize tâbi olanlar, galiplersiniz.” (A.Hulusi)

35 – Buyurdu ki biraderinle pazına kuvvet vereceğiz ve sizin için bir saltanat kuracağız da size erişemeyecekler âyetlerimizin hakkı için siz ve size tabi’ olanlar galip geleceksiniz. (Elmalı)

 

Kale seneşüddü adudeke Bi ehıyk Allah buyurdu ki; senin pazunu kardeşinle güçlendireceğiz. ve nec’alü leküma sultanen fela yesılune ileyküma dahası size öyle etkin bir güç ve yetki vereceğiz ki ikinize de asla erişemeyecekler. Bi âyâtiNA* entüma ve menittebeakümel ğalibun ayetlerimiz sayesinde sizler ve sizi izleyenler galip gelecekler. Allah’ın bu vaadini, bu müjdesini alıyor Hz. Musa orada. Ve bu müjde ile, bu vaatle yola çıkıyor.

Bu müjdeyi almasına rağmen eğer Hz. Musa’nın bu andan itibaren yaşadığı o olayları düşünürseniz Allah, ta başında verdiği bu müjdeyi ona hiç sıkıntı çekmeden gerçekleştiremez miydi diye sorabilirsiniz. Ama sormamalısınız. Çünkü ilahi yasa bu İlahi yasa daha başında kazanacağı kendisine müjdelenmiş olsa da bu kazanmayı hak etmesini gerektiriyor. Peygamber dahi olsa. Yani müjdelenen bu kazancı, bu başarıyı bizzat hak edecek eylem ortaya koyması gerekiyor.

 

36-) Felemma caehüm Musa Bi âyâtiNA beyyinatin kalu ma hazâ illâ sıhrun müfteren ve ma semı’na Bihazâ fiy abainel’evveliyn;

Musa onlara apaçık delillerimiz olarak gelince, dediler ki: “Bu uydurulmuş bir sihir! Önceki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.” (A.Hulusi)

36 – Vaktâ ki Musâ. bunun üzerine açık açık âyetlerimizle onlara vardı bu, dediler: sırf uydurma bir sihir, biz bunu evvelki atalarımızda dahi işitmedik. (Elmalı)

 

Felemma caehüm Musa Bi âyâtiNA beyyinat Musa onların karşısına hakikatin apaçık belgeleri olan ayetlerimizle çıkınca kalu ma hazâ illâ sıhrun müftera bu tasarlanıp ortaya atılmış bir büyüden başkası değildir. ve ma semı’na Bihazâ fiy abainel’evveliyn zira biz önden giden atalarımızın geleneğinde böyle bir şey olduğunu hiç işitmedik. Dediler.

sıhrun müfteran sihir bile değil adeta. Yani sihir zaten bir boyutuyla göz bağcılık, bir boyutuyla el çabukluğu, bir boyutuyla da bir takım eşyanın aracılığına güvenerek yapılan aldatma. Ama müfteran sıfatı gelince, yani uydurulmuş sihir, adeta sihir bile değil bu, sihirden de aşağı bire şey gibi bir şey söylemek istiyorlar. Üfürükçülük diyebiliriz. Böyle suçluyorlar.

Sihir o dönemde bir bilimdi. Onun için sihre saygıları var. Sihir kimya ve fizik biliminin bir boyutunu içeriyordu. Sihirbazlar o dönemin aynı zamanda rahipleri ve bilginleriydiler. Onun için muhataplar Hz. Musa’ya da öyle baktılar. Hz. Musa sarayda yetişmiş bir prens olarak tabii ki döneminin tüm ilimlerini okumuştu. Fakat onun elinde gerçekleşen bu ilahi mucizeye onlar da şaşırmıştılar ki, bu sihir değil ama ne? Adını koyamıyorlardı. Fakat doğru yerden bakmadıkları açık. Camdan bakmaları istenmişti, onlar cama baktılar. Onun içinde göremediler.

 

37-) Ve kale Musa Rabbi a’lemu Bi men cae Bil hüda min ındiHİ ve men tekûnü lehu akıbetüd dar* innehu lâ yüflihuz zâlimun;

Musa dedi ki: “Rabbim daha iyi bilir, O’nun indînden kimin hakikat kılavuzu olarak geldiğini ve yurdun, sonunda kimin olacağını… Muhakkak ki zulmedenler kurtulamazlar.” (A.Hulusi)

37  Musâ da, rabbim daha iyi bilir, dedi: tarafından hidayetle gelen kim? Ve yurdun akıbeti kimin olur? Doğrusu bu: zalimler felâh bulmaz. (Elmalı)

 

Ve kale Musa Rabbi a’lemu Bi men cae Bil hüda min ındiHİ ve men tekûnü lehu akıbetüd dar ve Musa O’nun katından doğru yol kılavuzuyla gelenin kim olduğunu ve bu yurdun sonunda kime kalacağını benim rabbim daha iyi bilir. innehu lâ yüflihuz zâlimun şu bir gerçek ki zalimler asla başarıya ulaşamazlar dedi.

 

38-) Ve kale fir’avnü ya eyyühelmeleü ma alimtü leküm min ilâhin ğayriy* Feevkıd liy ya Hamanü alettıyni fec’al liy sarhan lealliy ettali’u ila ilâhi Musa ve inniy le ezunnühu minel kâzibiyn;

Firavun dedi ki: “Ey önderler… Sizin için benden gayrı bir tanrı bilmemekteyim! Ey Haman, tuğla ocağı yak da (tuğladan) bir kule inşa et, belki tepesine çıkar Musa’nın her şeyin üstündeki Tanrısını görürüm! Doğrusu ben Onun yalancılardan olduğunu düşünüyorum!” (Kadim Hakikat bilgisini elde eden Firavun, bunu şuurun sınırsız kuşatıcılığıyla tüm varlıkta müşahede yerine; birimselliğine hasrederek bedenselliğine vermiş ve bedenselliğinde dilediğini yapma noktasına, nefs-i emmâre yaşamına düşmüştü. Bu yüzdendir ki Musa a.s. ona hakikat bilgisini aktarmak yerine yani Allâh’a iman yerine, Rabb-ül âlemîn’e iman noktasına çekerek, uyarı yapmıştı. Yani Tüm varlıkta tedbir eden Esmâ mertebesine dikkatini çekerek hayalindeki vahdeti bedenselliğinde yaşamak yerine tüm varlığa yaygın Esmâ mânâları çıkışına iman etmesini teklif etmişti. A.H.) (A.Hulusi)

38 – Firavun ise dedi ki: ey millet, ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum, haydi benim için çamura ocağı yak da ya Hâmân bana bir kule yap belki Musâ’nın tanrısına muttali’ olurum, mamafih ben onu her halde yalancılardan sanıyorum. (Elmalı)

 

Ve kale fir’avnü ya eyyühelmeleü ma alimtü leküm min ilâhin ğayriy Firavun ise siz ey efendiler, siz ey soylular dedi. sizin için benden başka hiçbir ilah bilmiyorum, tanımadım.

Aslında burada firavunun reddettiği şey ma alimtü leküm min ilâhin ğayriy sizin için hiçbir ilah bilmiyorum, tanımadım. Yani hayata müdahil olan anlamıyla tanımadım. Yoksa gökleri yaratmadığını, yer yüzünü kendisinin yaratmadığını kendisinin de bir anne babadan doğduğunu bilmez mi. elbet o da bilir. Fakat bu hayata şu otoriteme müdahil, benim iktidarıma müdahil hiç kimse yoktur. Yani bir yerde siyasal tarafı baskın bir ilahlık iddiası bu. Onun için mutlak otoriteyim. Asarım, keserim.

İşte hukuksuzluğun insanı getirdiği yer Firavunluktur. Eğer bir insanın eline gücü verirde ahlakı vermezseniz, eğer bir insanın eline iktidarı verir de imanı vermezseniz, eğer bir insanı servet, güç ve iktidarla baş başa bırakır, ama onu Allah’ın kapısına bırakmazsanız olacağı budur. O güç ve iktidarla firavunlaşacaktır.

Amon kültünde firavunlar tanrının yer yüzünde ki temsilcisi olarak bilinirler ve inanılırdı. Onun içindir ki dokunulmazdı. Mesela eski Mısır’da bir yasaya dayanarak firavunlara dokunanlar öldürülürdü. Yani bir fiil elini dokunanlar öldürülürdü. Çünkü onlar insan sayılmazlardı. Tanrının yer yüzünde ki tecessümü, cisimleşmiş biçimi sayılırlardı. Onun içinde onların tanrı olup olmadığı konusunda kuşkuya düşmek anlamına gelirdi onlara dokunmaya kalkmak ve bunlar öldürülürlerdi. Öyle cezalandırılırdı.

İşte firavun olmak bu, işte haddini aşmak bu, işte kendini unutmak bu. İnsan haddini aştı mı kendini unutur, kendini bilmez. Kendini bilmedi mi etrafına zulmeder, ilahlaşır, tanrılık iddiasına kalkışır ve tabii firavunlaşır.

Feevkıd liy ya Hamanü alettıyni fec’al liy sahran ve sen ey Haman benim için tuğla ocağını tutuştur da bana yüce bir yapı inşa et lealliy ettali’u ila ilâhi Musa kim bilir belki o zaman Musa’nın tanrısına ulaşabilirim. ve inniy le ezunnühu minel kâzibiyn zira ben onun, yani Musa’nın; yalancının teki olduğuna inanıyorum. Demişti.

Şimdi burada tasvir edilen haddi aşmışlık ve şımarmışlığa bir bakın lütfen. Şu ayette gerçekten de 38. ayette tam bir taşkınlık hali. Tam bir haddini bilmezlik hali resmediliyor. Yani bir insan eğer haddini bilmezse, rabbini bilmezse ne hale gelir ve nasıl uçuk iddialarda bulunur. Kendini nasıl, nereye koyar, ne olarak görür; işte burada o resmediliyor.

Aslında belki bu resim sadece Mısır’a firavun olmakla sınırlı bir resim değil. Bu resim her insanın kendi içinde kendisini sorgulaması, Allah’a karşı durduğu yeri sorgulaması. Allah’a karşı duruşunu sorgulaması. Eşya içinde ki sorumluluğunu sorgulaması. Yaratılış amacını, gayesini sorgulaması açısından da çok önem arz ediyor. O nedenle bu ayetlerde bahsedilen tarihin belli bir döneminde geçip gitmiş bir olay değil. Her bir insana bulaşması mümkin bir zihin biçimi, bir düşünce, bir mantık şekli. Onun içinde Firavunlaşma daha çok bir zihni duruştur ve her çağda, her zaman her insanın bir boyutuyla böyle bir tehlike önünde vardır.

 

39-) Vestekbere huve ve cünudühu fiyl Ardı Bi ğayril Hakkı ve zannu ennehüm ileyna lâ yurce’un;

O ve onun orduları, Hak’sız olarak yeryüzünde büyüklenmek istediler ve sandılar ki bize döndürülmeyecekler! (A.Hulusi)

39 – Hem de o ve askerleri yer yüzünde haksızlıkla kibirlenmek istediler ve zannettiler ki onlar bize iâde olunmayacaklar. (Elmalı)

 

Vestekbere huve ve cünudühu fiyl Ardı Bi ğayril Hakk işte o ve onun askerleri yer yüzünde haksız yere büyüklendiler. Hasız yere büyüklenmek, büyüklenme hakkı yegane varlığa aittir; o da Allah..! Yani Mütekebbir. Haşr/23. ayetinde ifade buyrulduğu gibi  ..ul Mütekebbir. (Haşr/23) Mütekebbirdir O. Büyüklenmeye hakkı olan tek varlıktır. O’nun dışında kim büyüklenirse sahte bir ilahlık iddiasına kalkışmış olur.

ve zannu ennehüm ileyna lâ yurce’un ve sandılar ki kendileri bizim huzurumuza hiç çıkmayacaklar, hiç gelmeyecekler. Yani sandılar ki hiç hesap vermeyecekler, bu hayatın hesabını vermeyecekler.

Firavunlaşmanın her türünün temelinde hesap vereceğine inanmama yatar. Belki tüm firavunlaşmaların başlangıç noktası hesap vereceği bir hayatı yaşamamak, ya da yaşadığı hayatın hesabını vereceğine inanmamaktır.

 

40-) Feehaznâhu ve cünudehu fenebeznahüm fiyl yemmi, fenzur keyfe kâne akıbetüz zâlimiyn;

Bunun üzerine Onu ve ordularını tuttuk da denize attık… Zulmedenlerin sonu nasıl oldu bir bak! (A.Hulusi)

40 – Biz de kendisini ve ordularını tuttuk da deryaya fırlatıverdik, şimdi bak o zâlimlerin akıbeti nasıl oldu? (Elmalı)

 

Feehaznâhu ve cünudeh sonunda onu ve askerlerini enseledik fenebeznahüm fiyl yemm ve onları denize gömdük fenzur keyfe kâne akıbetüz zâlimiyn bak, gör işte zalimlerin akıbeti nasıl olurmuş.

 

41-) Ve ce’alnahüm eimmeten yed’une ilennar* ve yevmel kıyameti lâ yunsarun;

Biz onları, ateşe çağıran önderler kıldık… Kıyamet sürecinde de yardım olunmazlar. (A.Hulusi)

41 – Biz onları öyle baş kumandanlar yaptık ki ateşe davet ederler ve kıyamet günü yardım olunmazlar. (Elmalı)

 

Ve ce’alnahüm eimmeten yed’une ilennar ve onları ateşe çağıran rehberler kıldık. Yani kim için; takipçileri için. Arkalarından gelenleri ateşe götüren kılavuzlar kıldık.

Önderlik ikidir zaten, iyiye önderlik, kötüye önderlik. İnsanlık tarihi Musa’lar ve Firavunlar arasında ki mücadelenin tarihi değil mi? Herkes, ama herkes kimin arkasından gittiğine, kimin yolunu izlediğine iyi bakmalı.

ve yevmel kıyameti lâ yunsarun onlara kıyamet günü yardım da edilmeyecektir.

 

42-) Ve etba’nahüm fiy hazihid dünya lâ’neten ve yevmel kıyameti hüm minel makbuhıyn;

Şu dünyada bir lânet taktık peşlerine… Kıyamet gününde ise onlar nefretle bakılanlardan olurlar. (A.Hulusi)

42 – Hem kendilerine bu Dünyada arkalarından bir lâ’net yağdırmaktayız hem de Kıyamet günü bunlar pek menfurlardandırlar. (Elmalı)

 

Ve etba’nahüm fiy hazihid dünya lâ’neten zira biz lanet halkasını onların kâlplerine daha bu dünyada geçirmişizdir.

Metinde kâlp yok, fakat belli ki bu lanet halkasının takılması, kendi akıllarını kullanmak yerine başkalarının yerine görü körüne takıldıkları içindir. Sonuçta kendilerine yabancılaşan ve “ben” idrakinden yoksun kalıp öz kaynaklarını dışlayan biri haline gelir böyle bir insan.

Öz kaynaklarını dışlayan, yani potansiyelini dışlayan, yani kendini dışlayan, yani fıtratını dışlayan. Zaten lanet dışlamak demek değil midir. Allah’ın rahmetinden dışlanmaya lanet denilir. İşte onun için burada da insanın yüreğine bu halka geçirildiği zaman artık aklı kâr etmiyor, çünkü aklını kullanmaz oluyor.

ve yevmel kıyameti hüm minel makbuhıyn kıyamet gününde ise aşağılık ve iğrenç olan yine onlar olacaklar.

Kişi dünyada kendine ne kadar değer veriyorsa ahirette o değeri bulacaktır. Yani dünyada aklını kullanmayanı, Allah pisliğe mahkum edecek. Dünyada kendisini orijinal olarak yaratan Allah’a rağmen, kendisini akan sularda çör çöp gibi gören ve o sulara bırakan insana orada çöp muamelesi yapılacaktır. Bu ibare aslında bunu söylüyor.

 

43-) Ve lekad ateyna Musel Kitabe min ba’di ma ehleknel kurunel ûla besaire linNasi ve hüden ve rahmeten leallehüm yetezekkerun;

Andolsun ki, ilk nesilleri helâk ettikten sonra, Musa’ya Hakikat BİLGİsini (Kitap); insanlar için hakikati gösterici, hakikate erme kılavuzu ve rahmet (kendilerindeki Esmâ kuvvelerini keşfedip yaşama) olarak verdik; belki anıp değerlendirirler diye. (A.Hulusi)

43 – Celâlim hakkı için biz Mûsâ’ya o kitabı kurûnı ûlâyı ihlâk ettiğimizden sonra nâsın vicdanlarını tenvir edecek basîretler, ve bir hidayet-ü rahmet olmak üzere verdik, gerek ki tezekkür ederler. (Elmalı)

 

Ve lekad ateyna Musel Kitabe min ba’di ma ehleknel kurunel ûla besaire linNasi ve hüden ve rahmeten leallehüm yetezekkerun ayeti tüm okudum, umarım içinden çıkarım. Ve lekad ateyna Musel Kitabe min ba’di ma ehleknel kurunel ûla ve doğrusu önceki nesilleri hak ettikleri helâke sürükledikten sonra besaire linNasi ve hüden ve rahmeten leallehüm yetezekkerun insanlık için bir bilinç kaynağı, bir doğru yol rehberi ve bir merhamet kaynağı olarak Musa’ya kitabı verdik ki belki sorumluluklarını hatırlarlar diye.

el kurunel ûla ilk dönem, ilk çağlar diyor. Yani Kur’an ın çağ tasnifi var bu ayette. Çağ açıp çağ kapayan olayları Kur’an böyle görüyor. Yani Firavunun çağının kapanıp Musa’nın çağının açılması, işte önceki çağların sonu, yeni çağların başı. Firavunun ölümü dönüm noktası.

Tevrat insanlık tarihinde yeni bir dönemin adı, başlangıcı. Tedvin edilmiş yasalar döneminin başlama çağı. Ondan sonra şeriatlar dönemi görüyoruz ve tabii Resulallah’la ortaçağ kurunu müstada tamamlanıp yeniçağ, çağlar başlıyor. Son çağ yani.

Hüden ayette ki, yani kılavuz, rehber her vahyin vasfıdır. Her vahiy hidayettir. Yine rahmeten ayette ki vahyin sıfatı olarak geliyor. Her vahiy Allah’ın insana merhametinin eseridir.

 

44-) Ve ma künte Bi canibil ğarbiyyi iz kadayna ila Musel’emre ve ma künte mineş şahidiyn;

Sen batı tarafında değildin biz Musa’ya o emri hükmettiğimizde. Şahitlerden de değildin. (A.Hulusi)

44 – Sen ise Musâ’ya o emri kaza ettiğimiz sıra canibi garbîde değildin, o şahitlerden de değildin. (Elmalı)

 

Ve ma künte Bi canibil ğarbiyyi iz kadayna ila Musel’emr ve sen ey Muhammed, hatibin hitabı doğrudan ilk muhatabına yöneldi. Hz. Musa’ya ilişkin bu uzun ve ayrıntılı anlatımdan sonra sözün ilk muhatabına, yani Hz. Peygambere yönelen hitabı ilahi şöyle diyor; Sen ey Muhammed, biz vadinin karşı yamacında Musa’ya bu emri bildirirken sen vadinin öteki yamacında, lafzen batı yamacında değildin.

ve ma künte mineş şahidiyn dolayısıyla olan biteni oradan izleyen şahitlerden tanıklardan biri de değildin.

El emr ayetin ilk cümlesinde ki el emr; yasa buyruk anlamındaki tora, yani Tevrat anlamına gelir. Eski ahit’in ilk 5 kitabına verilir. Zaten Kur’an ın hiçbir yerinde doğrudan Tevrat ismi, kitabı mukaddesin tümüne atıfla kullanılmaz. Mutlaka Hz. Musa’nın adına atıfla kullanılır. Bu da şunu gösterir;

Kur’an da Tevrat adı bugünkü Tevrat’ın ilk beş kitabını ima eder bir biçimde kullanılmaktadır. Çünkü bugünkü Tevrat 39. kitaptır ve bunların ilk beşi dışında diğer kitapları Hz. Musa’dan sonraki peygamberlere verilen vahiylerdir. Mesela Eyyub kitabı, mesela Yunus kitabı, mesela daha sonraki Yeremya kitabı, mesela İşaya kitabı. Bunlar hep peygamber isimleri. Bu peygamberlere verilen vahiyler daha sonra Hz. Musa’ya indirilen 5 kitabın arkasına ilave edilmiştir. Onun için Kur’an da Tevrat ismi Hz. Musa’ya atıfla kullanılır daima.

Bu olayın ayrıntılarından bu ayette söylenen bu. ancak vahiy sayesinde haberdar olabilirsin. Bu Kur’an bir vahiy ürünüdür diyor yani. Dolayısıyla bu kıssayı sen görmediğine göre, şahitte olmadığına göre, orada bulunmadığına göre eğer vahiy değilse nereden yazacaksın. Öyle ki bu kıssanın ahlaki ders veren bölümler. Bu kıssanın anlatıldığı Tevrat’ta da yer almamaktadır. Tevrat’ta yer alan kıssayı okuduğunuzda Hz. Musa’yı bir peygamberden daha çok bir milli kahraman olarak görürsünüz ve anlatılanların ahlaki ve ebedi değerlere bir atıf göremezsiniz. Çok soyutlanmış maddi bir anlatımdan müteşekkildir.

Hatta bazı anlatımlar peygambere hakaret ve iftira içeren bir çok unsurla doludur. İşte Hz. Lût hakkında, işte Hz. Nuh hakkında, işte Hz. Süleyman hakkında Tevrat’ta geçen bahisler, bölümler bunun en tipik örneğidir.

 

45-) Ve lakinna enşe’na kurunen fetetavele aleyhimül ‘umur* ve ma künte sâviyen fiy ehli medyene tetlu aleyhim âyâtina ve lakinna künna mursiliyn;

Bu arada nice nesiller oluşturduk, yaşayıp geçip gittiler… Sen Medyen halkı içinde de yaşamış değildin ki işaretlerimizi onlara bildiresin… Biziz Rasûlleri irsâl eden! (A.Hulusi)

45 – Ve lâkin biz bir çok karınlar inşa eyledik de onların üzerlerine ömür uzadı, sen Medyen ahalisi içinde ikamet ederek âyetlerimizi onlardan okuyup öğrenmedin de ve lâkin biz olduk risalet verip gönderen. (Elmalı)

 

Ve lakinna enşe’na kurunen fetetavele aleyhimül ‘umur tam aksine biz o günden bugüne nice kuşaklar var ettik ve bunların üzerinden de nice zaman akıp gitti. Yani sen görmedin, o çağda yaşamadın, şahitte olmadın aksine bu olayların üzerinden yüz yıllar geçti hatta bin yıllar geçti. ve ma künte sâviyen fiy ehli medyene tetlu aleyhim âyâtina dahası sen kendilerine bu mesajlarımızı iletmek için Meyden sakinleri asında da bulunmuş değildin.

Buradaki aleyhim deki zamir ilk tefsir otoritelerinden Mukatil’e göre Mekkelileri gösterir. Yani sen Medyen de bulunmadın ki, Medyen’de gördüklerini Mekkelilere aktarasın, nakledesin şeklinde anlayabiliriz. Ama Dahhâk’a göre Medyen’lilere giderki sen Medyenlilerin arasıda Medyenlilere okumak için iletmek için, onları davet için gönderilmedin anlamına gelir ayet. Fakat Elmalılı üstadımız daha farklı bir boyutla yaklaşmış. Musa Meyden de eğitim gördü. Sen ne okuyup yazdın ne de Meyden de eğitim gören Musa gibi bir üstadın oldu, yani senin böyle üstatlarında yoktu, okuma yazman da yoktu onun için sana sadece Allah öğretiyor gibi zımni bir ifade içerse gerektir.

ve lakinna künna mursiliyn fakat bu mesajları öteden beri gönderip duran da bizdik.

 

46-) Ve ma künte Bi canibit Turi iz nadeyna ve lâkin rahmeten min Rabbike litünzire kavmen ma etahüm min neziyrin min kablike leallehüm yetezekkerun;

Biz (Musa’ya) hitap ettiğimizde sen Tur tarafında değildin… Ne var ki, Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman için (bu bilgiler sana vahyoldu). Umulur ki üzerinde düşünürler. (A.Hulusi)

46  Hem biz o nidayı yaptığımız vakit sen Tûrun canibinde de değildin ve lâkin rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki senden evvel kendilerine bir nezîr gelmemiş olan bir kavmi inzar edesin gerek ki tezekkür edeler. (Elmalı)

 

Ve ma künte Bi canibit Turi iz nadeyna yine sen biz nida ettiğimizde Sina dağının yamacında da değildin. ve lâkin rahmeten min Rabbike litünzire kavmen ma etahüm min neziyrin min kablik ve fakat senden önce uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman için rabbin tarafından rahmet olarak gönderildin.

Aslında Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn. (Enbiya/107)hatırlatıyor. Seni başka değil sadece tüm bir aleme rahmet olarak gönderdik. Bütün insanlığa yatay ve dikey. Hem kendi çağının tüm nesillerine, hem de kendisinden sonra ki gelecek bütün insanlığa bir merhamet kaynağı.

Burada bilmem dikkatinizi çekti mi. Arka sayfanın son ayeti olan 43. ayette Hz. Musa’ya verilen vahyin sıfatlarından biri rahmet idi. Ama burada Resulallah’ın kendisi rahmet olarak anılıyor. Yani çok özel bir durum. Rahmet olan vahiy, rahmet olan peygambere inmiş. İki rahmet birleşince rahmet kat kat oluyor. Adeta bütün bir insanlığa gönderilmenin gereği olan böyle sonsuz bir rahmet kaynağı gibi Resulallah resmediliyor. Onun için Resulallah’ın kendisi, kendi fonksiyonu vahyin fonksiyonuyla aynı tutuluyor. Vahiyde rahmet,Resulallah’ta rahmet. İki rahmet birleşince adeta rahmet birbirini çoğaltan, birbirini artıran bir çarpan etkisi gösteriyor.

leallehüm yetezekkerun belki üzerinde düşünüp de akıllarını başlarına alırlar. Yani bu çifte rahmetin ne demeye geldiğini anlarlar da Allah’ın kendilerine nasıl merhametli olduğunu görürler.

 

47-) Ve levla en tusiybehüm musıybetün Bima kaddemet eydiyhim feyekulu Rabbena levla erselte ileyna Rasûlen fenettebi’a âyâtike ve nekûne minel mu’miniyn;

Kendi elleriyle yaptıklarının sonucu olarak (Sünnetullâh sonucu) onlara bir musibet isâbet ettiğinde: “Rabbimiz… Bari bize bir Rasûl irsâl etseydin de senin işaretlerine uysaydık ve iman edenlerden olsaydık” diyecek olmasalardı (Rasûl irsâl etmezdik). (A.Hulusi)

47 – Ellerinin takdim eylediği günahlar yüzünden başlarına birer musîbet gelip de o vakit «ya Rabbenâ bize bir Resûl gönderseydin de âyetlerine uyup verilse ya!» Dediler, (Elmalı)

 

Ve levla en tusiybehüm musıybetün Bima kaddemet eydiyhim ve keşke onların başlarına elleriyle işledikleri yüzünden bir musibet gelme tehlikesi olmasaydı. İlahi hitaba bakınız Rabbimizin hitabına bakınız. Keşke başlarına elleriyle yaptıkları yüzünden bir musibet gelme tehlikesi olmasaydı da biz de bu vahiyleri ve peygamberleri göndermeseydik zımnen.

feyekulu Rabbena levla erselte ileyna Rasûlen fenettebi’a âyâtike ve nekûne minel mu’miniyn ve onlar rabbimiz, keşke bize bir elçi gönderseydin de biz de senin mesajlarına uyup inanan kimselerden olsaydık demesinler diye seni ve vahiyleri gönderdik. Yani bunu diyecekler idi eğer göndermeseydik, eğer peygamber yollamasaydık, eğer vahiyle onlarla konuşmasaydık böyle diyecekler ve mazeret ileri süreceklerdi. İyi de şimdi ne diyecekler? Mazeretleri de kalmadı. Onun için bu ayet aynı zamanda ilahi şefkatin bir ifadesi. Ve tabii Vahyin; Allah’ın şefkatinin bir sonucu olduğunun da ifadesi.

Günümüz dünyasında mazeret yok değerli dostlar. Mazeret yok. Çünkü son vahiy insan aklının tekamül ettiği bir dönemde bir zamanda indi. Mazeret yok çünkü son vahiy kendisinden evvelki tüm vahiylerin ebedi değerlerini bünyesinde toplayarak indi. Mazeret yok çünkü Allah son vahyi indirdiği, gönderdiği insanlık sürecinin artık yeryüzünde, yer yüzünün evrensel bir köye döneceğini biliyordu. Onun için böyle bir dünyaya vahiy gönderdiğini Allah’tan daha iyi kim bilebilir. Onun içinde bugün artık mazeret yok. Gönderilen vahiy indiği tazelikte elimizde. Eğer uyuyorsanız önünüzde vahiy duruyor. Kılavuz edinirseniz sizi götürdüğü yere gidersiniz.

Hatemen Nebiyyiyn.. (Ahzap/40); nebilerin mührü diyor ya Kur’an. Sadece mühür değil, sadece sonuncusu da değil. Bir şeyin sonu onun mührüdür zaten. Aynı zamanda imza demektir.  mühür imzadır. Yani onay, aynı zamanda zirvedir. Nübüvvet sürecinin, risalet sürecinin, vahiy sürecinin zirvesi. Mühürlenmiş onaylanmış ve insanlığa sunulmuş bir ilahi mektuptur Kur’an vahyi.

 

48-) Felemma caehümül Hakku min ındiNA kalu levla utiye misle ma utiye Musa* evelem yekfüru Bima utiye Musa min kabl* kalu sıhrani tezahera* ve kalu inna Bi küllin kafirun;

Oysa indîmizden kendilerine Hak (Rasûl) geldiğinde dediler ki: “Neden Musa’ya verilmiş olanın (mucizelerin) benzeri (Ona da) verilmedi?” Daha önce Musa’ya verilmiş olanı inkâr etmemişler miydi? “Birbirini destekleyen iki sihir” demişlerdi… Ayrıca: “Muhakkak ki biz bunların hepsini inkâr ediyoruz” dediler. (A.Hulusi)

48 – Ya bundan evvel Mûsâ’ya verilene küfretmediler mi? İki sihir tezâhür etti dediler ve biz hiç birisine inanmayız dediler. (Elmalı)

 

Felemma caehümül Hakku min ındiNA ama kendilerine bizim katımızdan gerçeğin ta kendisi geldiğinde; kalu levla utiye misle ma utiye Musa Musa’ya verilenin bir benzeri ona da verilseydi ya derler. Polemik amacıyla bu tür itirazı ederler. İman etmek için değil. İnkar etmek için birer bahane kılarlar bunu. Çünkü ayetin devamında zaten söyleniyor.

evelem yekfüru Bima utiye Musa min kabl peki ama onlar bundan önce Musa’ya geleni de inkar etmemişler miydi? Yani ona iman mı etmişler miydi ki böyle konuşuyorlar. Dahası; kalu sıhrani tezahera* ve kalu inna Bi küllin kafirun bu kez de birbirini destekleyen iki gözbağcılık mahsulü, iki sihir mahsulü diyorlar. Neye? Tevrat, daha doğrusu Kitabı mukaddes ve Kur’an için. İncilin geçmemesi aslında anlaşılabilir bir şey çünkü Hz. İsa’nın da İncil de ifade buyurduğu gibi; Ben benden önceki yasayı inkar etmek için gönderilmedim, onu tasdik etmek için gönderildim diyordu ya. O nedenle Kitabı Mukaddes hem İncili hem Tevrat’ı içeriyor. Bu ikisi dedikleri de o iki kitaba gidiyor.

Ve ilave ediyorlar, ne diyorlar? inna Bi küllin kafirun biz zaten hepsini birden inkar ediyoruz. Yani polemik yapmak için yaptıkları itiraz ortada, Musa’ya verildiği gibi ona da verilseydi ya..! Bununla ne kastediyorlar? Bir anda gelseydi, tek celse de gelseydi. İyi de siz Musa’ya gelene iman etmemişsiniz ki. Demek ki bazı itirazlar daha iyi delili görüp de iman etmek için değil, aslında inkara bahane aramak için ileri sürülür ve böyle bir polemiğe cevap vermek gerekmez.

 

49-) Kul fe’tu Bi Kitabin min indillâhi huve ehda minhüma etebı’hu in küntüm sadikıyn;

De ki: “Eğer sözünüzde sadıksanız, bu ikisinden (Kur’ân ve Tevrat’tan) daha doğru yolu gösteren Allâh indînden bir bilgi (kitap) getirin de ona tâbi olayım!” (A.Hulusi)

49 – De ki: o halde bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin Allah tarafından da ben ona tabi’ olayım eğer sadıksanız. (Elmalı)

 

Kul fe’tu Bi Kitabin min indillâhi huve ehda minhüma etebı’hu in küntüm sadikıyn de ki; eğer doğru sözlü kimselerseniz haydi Allah katından doğru yola bu ikisinden daha iyi yönelten başka bir kitap getirin de ben de ona uyayım.

Sorun hakkın ve hakikatin peşinden gitmektir ayetin ifade ettiği hakikat bu. Yani şunun, bunun değil, hakkın ve hakikatin. Sizin derdiniz hakikati aramak değil. Benim derdim ise hakikati aramak. Bundan daha iyi hidayeti gösteren bir kitap getirinde ben ona uyayım. Onun için sizin derdiniz bu olmadığı için polemik yapıyorsunuz.

 

50-) Fein lem yesteciybu leke fa’lem ennema yettebi’une ehvaehüm* ve men edallu mimmenittebe’a hevahu Bi ğayri hüden minAllâh* innAllâhe lâ yehdil kavmez zâlimiyn;

Çağrına uymazlarsa, bil ki onlar yalnızca kendi asılsız hayallerine tâbi oluyorlar! Allâh’tan (hakikatleri Esmâ mertebesinden, kendilerinde açığa çıkan hakikat ilmi olmaksızın), kendi (vehminin getirisi olan) hayal ve tasavvurlarına tâbi olandan daha sapkın kimdir? Muhakkak ki Allâh zâlimler kavmini hidâyet etmez. (A.Hulusi)

50 – Yine sana icâbet etmek istemezlerse artık bil ki onlar sırf kendi hevaları peşinde gidiyorlar, halbuki Allah dan bir doğru delil olmaksızın mücerret kendi hevası peşinde giden kimselerden daha şaşkın kim olabilir? Muhakkak ki Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez. (Elmalı)

 

Fein lem yesteciybu leke fa’lem ennema yettebi’une ehvaehüm fakat eğer senin bu çağrına cevap veremiyorlarsa iyi bil ki onlar kendi keyfi ve bencil yargılarına, yani hevalarına, heveslerine uyuyorlar. Vahye uymayan keyfine, hevasına uyar. İç güdüsüne uyar Burada söylenen bu. Furkan/43. ayetinde de Eraeyte menittehaze ilâhehu hevahu. (Furkan/43) buyruluyordu ya. Hani şu hevasını, güdüsünü, keyfini tanrı yapanı, tanrı edineni görmedin mi..!

ve men edallu mimmenittebe’a hevahu Bi ğayri hüden minAllâh Allah’ın rehberliği dışında kendi keyfi ve bencil yargılarına uyan kimseden daha sapkın kim olabilir. innAllâhe lâ yehdil kavmez zâlimiyn şüphe yok ki Allah zulmü tabiat haline getirenleri, ez zâlimiyn; sadece bir kez zulmetmiş olan değil, zulmü içselleştirmiş, zulmü ahlak haline getirmiş, yani zulmü sıfat edinmiş olanlar. Onun için zulmü tabiat haline getirmiş bir toplumu doğru yola iletmez.

 

51-) Ve lekad vassalnâ lehümül kavle leallehüm yetezekkerun;

Andolsun ki onlara sözümüzü ardı ardına ulaştırdık… Umulur ki hatırlayıp düşünürler! (A.Hulusi)

51 – Celâlim hakkı için onlar hakkında sözü uladık da uladık ki iyi düşünsünler. (Elmalı)

 

Ve lekad vassalnâ lehümül kavle leallehüm yetezekkerun doğrusu biz bu ilahi sözü onlara adım adım ulaştırdık ki belki sorumluluklarını hatırlarlar. Yani üzerinde uzun uzun durup düşünerek hayata geçmesi için çalışarak tedriciliğe bir dikkat çekiliyor burada. 23 yıllık süreç içinde vassalnâ bir mana; nezzelna. Yani peyderpey, adım adım açıklayarak, tafsil ederek, birbiri ile takviye ederek indirdik.

 

52-) Elleziyne ateynahümül Kitabe min kablihi hüm Bihi yu’minun;

Ondan önce kendilerine Hakikat BİLGİsi (Kitap) verdiğimiz kimseler var ya, onlar O’na (hakikatlerine) iman ederler. (A.Hulusi)

52 – Bundan evvel kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. (Elmalı)

 

Elleziyne ateynahümül Kitabe min kablihi hüm Bihi yu’minun kendilerine daha önce kitap verdiğimiz kimseler ona inanmak durumundadırlar. Hatta hüm Bihi yu’minun ibaresinin, öznenin yüklemden önce geldiğini düşünürsek bu beleğatta anlama, takviye yapar. Yani pekiştirir iyice anlamı. Yani inanmak zorundadırlar diye de çevirebiliriz eğer samimilerse. Eğer daha önceki kitaplara inananlar samimilerse, iyi niyetlilerse, bilinçlilerse buna da inanmak zorundadırlar. Yani bunu demeye getiriyor bu ayet.

Aslında bu ayetin iniş nedeni olarak İbn. Hişam, İbn. İshak ve Beyhaki’nin naklettiği ilginç bir olay var o dönemde yaşanmış olan. Habeşistan dan Cafer bin Ebi Talib’in vesile olduğu 20 ye yakın din adamı Mekke’ye gelirler. Orada Kur’an ı dinler ve Kur’an a vurulurlar tabir caizse ve bunun kaynağından dinlemek ve öğrenmek için Mekke’ye gelirler. Yani inançlarını ciddiye alırlar, imanlarını ciddiye alırlar, vahyi ciddiye alırlar. Dahası kendilerini ve akıbetlerini ciddiye alırlar.

Bu grup Mekke’de Resulallah’la buluşur, Resulallah’ı dinler, göz yaşları içerisinde Kur’an ın vahiy olduğuna tanıklık ederler. Bu manzaraya şahit olan Mekke’de ki küfrün ileri gelenleri onları paylamaya, azarlamaya hatta sürmeye kovmaya kalkarlar. İşte ayette bahsedilen bire bir yaşanmış olay buna bir atıf. Fakat tabii ki ayet sadece sebebi nüzulüyle sınırlandırılamayacak kadar evrensel bir manayı bize iletiyor ve gelecekte eğer ehli kitap samimi iseler, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, kendi inançlarında samimi iseler Kur’an vahyini görür görmez Kur’an vahyine teslim olmaları lazım. Çünkü kendi inandıkları değerleri en güzel biçimde, en eksiksiz biçimde ve korunmuş olarak Kur’an temsil etmektedir. Yani Kur’an İncil ve Tevrat’ı, Resulallah’ta İsa ve Musa’yı temsil etmektedir.

 

53-) Ve izâ yütla aleyhim kalu amenna Bihİ innehül hakku min rabbina inna künna min kablihi müslimiyn;

Onlara bildirildiğinde: “Biz O’na iman ettik… Muhakkak ki O, Rabbimizden Hak’tır… Doğrusu biz O’ndan önce de, Rabbimize teslim olmuşluğumuzun farkındaydık!” dediler. (A.Hulusi)

53 – Hem kendilerine tilâvet olunur olunmaz «biz, dediler: buna iman ettik bu şüphesiz hak, rabbimizden, biz doğrusu evvelinden Müslüman idik».(Elmalı)

 

Ve izâ yütla aleyhim kalu amenna Bihİ innehül hakku min rabbina onlar, kendilerine Kur’an vahyi iletildiğinde; Buna iman ettik, çünkü bu rabbimizden gelen hakikatin ta kendisidir. inna künna min kablihi müslimiyn zaten biz bundan önce de ona kayıtsız şartsız teslim olmuş kimselerdik. Ya da zaten biz daha önce de Müslüman idik derler.

Evet, gerçekten üzerinde durulması, hem de çok durulması gereken bir ayet. Neden Çünkü bu gün “Ben Müslüman’ım” diyenler, dinin nedir sorusuna İslam diyenler; Kur’an ın söylediği manada Müslümanlık ve İslam’ı kastetmiyorlar. Kur’an İslam derken dinlerden bir dini kastetmiyor. Müslüman derken de dinlerden, dini zümrelerden birine mensup olanı kastetmiyor. Kur’an İslam derken Hakikatlerin tümünün tek adını söylüyor.

Allah katında tek Hakk din İslam’dır. (A.İmran/19) Kim İslam’dan başka bir dinle gelirse ondan o kabul edilmez. (A.İmran/85) der. Tüm tarih boyunca geçmiş Hakk ehlinin tek dinidir. Onun için Müslüman da bu tanımdan yola çıkılarak tanımlanır. Nedir? Dini zümrelerden bir zümre değil Allah’a teslim olmuş kimse. Çünkü İslam bir isim olmaktan daha çok bir hal bir duruş bir tavır, yani teslimiyet halidir.

Onun için içinde yaşadığı dini geleneğin zincirini kırarak Mü’min olmuş bu insanların daha önce de “Biz Müslüman’dık” demelerini bugünün bir çok Müslüman’ına anlatamazsınız. Çünkü onlar daha önce de nasıl Müslüman’dılar? Evet, onlar kendi kitaplarına inanırken de Müslüman’dılar. Çünkü zaten Kur’an inmemişti. Kur’an dan evvel ulaştıkları hakikat o vahiy idi. Ulaştıkları hakikatin, ulaştıkları kadarına iman ettiler. Ama ne zaman ki Kur’an a muttali oldular ona da iman ettiler. Çünkü dertleri hakikate teslim olmaktı, Dertleri bir  zümreye ait olmak değil, şucu bucu olmak değil, dertleri Allah’a teslim olmaktı. O nedenle de burada özellikle üzerinde durulması gereken bir husus bu. Onlar daha önce de Müslüman idiler.

Bu ayet, İslam ve Müslüman teriminin yeniden ele alınıp Kur’an a göre anlamlandırılmasını şart koşuyor. Kur’an Nuh’u Müslüman olarak niteler. İbrahim’i Müslüman olarak niteler, Musa’yı ve tüm İsrail oğullarını Müslüman olarak niteler. Hatta Hz. Musa’ya iman etmek üzere sihirbazlıklarından vaz geçen firavunun sihirbazlarını da Müslüman olarak niteler. Yine tüm İsrail oğulları peygamberlerini Müslüman olarak niteler. Ayet rakamlarını ve sure isimlerini çıkarıp gelmeyi isterdim. Fakat merak edenler baştan sona Kur’an da seleme kökünden gelmiş olan kelimelere bakarak bunları tespit edebilirler. Göreceklerdir ki Kur’an da Hz. Süleyman’dan Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’dan Hz. Nuh’a kadar bütün Müslümanlar, bütün peygamberler ve onlara uyan bütün insanlar Müslüman olarak nitelendirilirler. O halde Müslüman olmak sadece son peygamberin getirdiği vahye mensup olmak değil, tüm peygamberlerin getirdiği vahye mensup olmaktır.

Onun için tüm peygamberlerin getirdiği hakikatleri tasdik etmektir. Hz. Nuh’a iman edenler de bizim kadar Müslüman idiler. Hz. İbrahim’e iman edenler de bizim kadar Müslüman idiler. Hz. Lût’un müminleri de bizim kadar Müslüman idiler. O nedenle İslam insanlığın değişmez değerlerine verilen öbür isimdir. İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Müslüman ise Allah’a teslim olan kişidir.

 

54-) Ülaike yü’tevne ecrehüm merreteyni Bima saberu ve yedreune Bil hasenetisseyyiete ve mimma rezaknahüm yünfikun;

İşte onlara sabrettikleri için bunun karşılığı iki kere verilir… Bunlar, kötülüğü güzel davranışla yok ederler ve beslediğimiz yaşam gıdalarından karşılıksız bağışlarlar. (A.Hulusi)

54 – İşte bunlar ecirlerine iki kere nâil kılınacaklar, çünkü sabretmişlerdir, hem de kötülüğünü iyilikle def eyler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayra sarf ederler. (Elmalı)

 

Ülaike yü’tevne ecrehüm merreteyni Bima saberu ve yedreune Bil hasenetisseyyiete ve mimma rezaknahüm yünfikun işte böylelerinin her şeye rağmen hakta direnmeleri, kötülüğü iyilikle salmalarına ve  kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak etmelerine karşılık kendilerine iki kat rızık verilecektir. Hem önceki vahye iman ettikleri, hem de öğrenir öğrenmez son vahye iman ettikleri için iki kat verilecektir ecir kendilerine. Neden iki kat? Çünkü;

1 – İnanç çevresine mensup olduktan sonra o kabuğu ve o zinciri kırarak, o inancın en son versiyonunu tabir caizse görür görmez, öğrenir öğrenmez son gelen vahye de iman etmek öyle kolay bir şey değil. Bunu yapan bu insanlar çevreleri tarafından dışlanacaklar, bir çok zulme maruz kalacaklar, maddi ve manevi açıdan mağdur olacaklardı elbet. Çok ağır bedeller ödemişlerdi ve ondan sonrakilerde ödeyeceklerdir.

Aslında burada Yünfikun diye bitiyor. Fiil muzari olarak geliyor. Gelecek zamanı da içeren geniş zamandır muzari. Yani bundan sonra da yapacaklar. Ehli kitaptan bundan sonra da Kur’an vahyine teslim olan herkesi içeriyor, herkesi muhatap alıyor bu ayet.

[Ek bilgi-1; “Yani, birinci ödül Hz. İsa’ya (a.s) iman etmelerinden, ikinci ödül Hz. Muhammed’e (s.a) iman etmelerinden ötürüdür. Aynı husus, Buhari, Müslim ve Hz. Ebu Musa el-Eşari’den naklen rivayet edilen bir hadisde de açıklanmıştır: “Allah Rasûlü şöyle dedi: “Çifte ödül alacak üç kişiden ehli kitab’a mensup olanı kendi peygamberine içten inanmıştı. Sonra Hz. Muhammed’e (s.a) iman etti.” (Tefhimu’l Kur’an/ Ebu’l alâ Mevdudi)]

[Ek bilgi-2; İyiliğe iyilik her kişinin kârı (işi)

Kemliğe (kötülüğe) iyilik er kişinin kârı (işi)

diye meşhur olan söz de (Atasözü) bu mânâyadır. (ElmalıTefsiri)]

[Ek bilgi-3; {Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Onlara, bir, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce onu bekleyip, ona iman ettikleri, bir de peygamber olarak gönderildiğinde ona iman ettikten için iki kat mükâfaat verilecektir. Bu, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, onların, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildikten sonra, onu tasdik edip, ona iman ettiklerini beyan buyurunca, onların, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden önce de iman etmekte olduklarını beyan buyurmuş, sonra da onların ücretlerinin iki kat olduğunu bildirince, ayetin bu manaya alınması gerekir.

2) Onlar, bir Hz. Muhammed (s.a.s)’den önce yaşamış olan peygamberlere imar ettikleri, bir de Hz. Muhammed (s.a.s)’e iman ettikleri İçin, iki kat ücreti hak etmişlerdir.

3) Mukatll şöyle der: “Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.s)’e iman edince, müşrikler onlara sövüp-saymışlar; ama onlar müşriklerin sözlerine aldırmamışlardır. Bundan dolayı, bir aldırmayışlarına, bir de iman edişlerine karşılık onlara iki ücret verilmiştir.” Rivayet olunduğuna göre, onlar müslüman olunca, Ebu Cehil onlara lanet etmiş, ama onlar ona cevap vermemişlerdi. Süddî ise şöyle der: “Yahudiler, Abdullah b. Selâm’ı ayıplayıp, ona sövüp saydıkça, o, “Selam size” deyip geçmiştir.”  (Tefsir-i Kebir/ Fahruddin Râzi)}]

 

55-) Ve izâ semi’ullağve a’redu anhü ve kalu lena a’malüna ve leküm a’malüküm* selâmün aleyküm* lâ nebteğıl cahiliyn;

Boş laf, dedi-kodu işittiklerinde ondan yüz çevirdiler ve dediler ki: “Bizim yaptıklarımız bizim, sizin fiillerinizin sonucu da sizindir! Selâmu aleyküm! Cahilleri istemeyiz! (Hakikati kavramayanlarla konuşacak bir şeyimiz yoktur!) (A.Hulusi)

55 – Ve lâğiv işittikleri zaman ondan yüzlerini çevirirler de «bize kendi amellerimiz size de kendi amelleriniz, selâmün aleyküm Allaha ısmarladık biz cahillik edenleri aramayız» derler. (Elmalı)

 

Ve izâ semi’ullağve a’redu anh işte onlar düşüncesizce söylenmiş bir söz işittiklerinde ondan yüz çevirirler. ve kalu lena a’malüna ve leküm a’malüküm ve bizim yaptıklarımızın sorumluluğu bize aittir, sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da kendinize aittir derler. selâmün aleyküm* lâ nebteğıl cahiliyn yolunuz açık olsun, biz cahillerle muhatap olmayız derler. Cahillerle bir arada bulunmak istemeyiz derler ve “selâm” der geçerler.

Evet, tarihi olayda, yukarıda naklettiğim Habeşistan’dan gelen o din adamları grubuyla ilgili tarihi olayda Mekke’liler bu insanlara sataşmışlardı. Hatta Ebu Cehil azarlamıştı ve bu kibar insanlar vahyin verdiği terbiyeyi orada da farkı göstermişler ve biz sizinle muhatap olmayız, siz bizim muhatabımız değilsiniz deyip, selâm deyip geçmişlerdi.

 

56-) İnneke lâ tehdiy men ahbebte ve lakinnAllâhe yehdiy men yeşa’* ve HUve a’lemu Bil mühtediyn;

Kesinlikle sen, sevdiğini hakikate erdiremezsin! Ne var ki Allâh dilediğini hakikate yönlendirir! “HÛ” hakikati yaşayacakları bilir! (Çünkü kendi Esmâ’sıyla o istidat ve kabiliyette yaratmıştır onları.) (A.Hulusi)

56 – Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin ve lâkin Allah, kimi dilerse hidayet verir ve hidayete irecekleri o, daha iyi bilir. (Elmalı)

 

İnneke lâ tehdiy men ahbebte ve lakinnAllâhe yehdiy men yeşa’ şüphesiz ki sen istediğin herkesi doğru yola yöneltemezsin. Fakat Allah dileyenin doğru yola yönelmesini diler. Allah isteyenin doğru yola yönelmesini diler.. Orada ki isteyenin yeşa’ fiilinin yapısı gereği, adeta iki özneye de dönük olması sonucunda, ama daha öte Kur’an da ki meşiyeti ilahi, ilahi dilemeyle ve insanın eylemleriyle ilgili bütün ayetleri üst üste alt alta koyup okuma sonucunda, istikrai bir okuma sonucunda tüme varım yöntemiyle ulaştığımız sonuç gereği öyle anlaşılmalıdır. Yani insan dilemezse, istemezse, yönelmezse, niyet etmezse, gayret etmezse Allah onu yöneltmeyecektir ve bu ayet Hz. Peygamberin çok sevdiği amcası Ebu Talip’e; “Allah’a teslim olma” telkinlerinin tüm çabasına rağmen sonuç vermemesi ile ilgili inan bir ayet. Ki bize kadar gelen bir çok sahih rivayet bunu doğruluyor.

Ebu Talip biraz da Ebu Cehil’le dostlarının telkinleriyle babalarının dini üzere olduğunu söyleyerek son nefesini vermişti. Resulallah buna çok üzülmüştü. İşte onu aynı zamanda teskin eden, onu aynı zamanda teselli eden bir ayet. Ama ondan da öte bir insana dışardan birinin hidayet veremeyeceği, onun iç yönelişinin esas olduğunu, bu olmadan peygamber dahi olsa onu hidayete ulaştıramayacağını ifade eden gerçekten çok ilginç, çok çarpıcı daha doğrusu bir hakikat bu.

Hidayet kişinin kendi tercihi ve yönelişini Allah’ın ödüllendirmesidir dostlar. Belirleyici olan insanın arzu ve iradesidir. Değilse Hz. Nuh’un oğluna ne demeli. Baba peygamber ama oğul hidayete ulaşamadı. Değilse Hz. İbrahim’in babasına ne demeli; Oğul peygamber ama baba inkarda direndi. Eğer oğul İbrahim bir kişiye hidayet vermek gibi bir kontenjanı olsaydı bunu babası için kullanırdı elbette. Değilse Hz. Lût ve Hz. Nuh’un eşlerine ve Hz. Lût’un kızına ne demeli bütün bu örnekler boşuna verilmedi bunlardan maksat hidayetin kişinin kendi tercihine uygun olarak Allah’ın onu ödüllendirmesi olduğu gerçeğine bir atıftır.

ve HUve a’lemu Bil mühtediyn işte bunun en güzel şahidi de ayetin sonudur. Zira kimin doğru yola girmek istediğini çok iyi bilen Allah’tır.

[Ek bilgi-1;  {Üçüncü Mesele;

Ehl-i sünnet âlimlerimiz, hidayet ve delalet konusunda bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: “Ayetteki, “Sen, sev­diğini hidayete erdiremezin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder” ifadesi, her iki “hidayet’in de aynı manaya olmasını gerektirir. Çünkü “Sen hidayete erdiremezsin” ifadesindeki hidayet ile bir şey; “fakat Allah dilediğine hidayet eder” ifadesindeki hidayet ile başka bir şey kastedilmiş olsaydı, o zaman ayetin nazmı bozulurdu. Hem sonra ayette gecen hidayet ile, ya delillerin açıklanması, ya cennete davet, veya cennetin yolunu tarif, yahut kalpler de mecburî (zarûrî-kesin) olarak marifetullahı yaratmak, veyahut da kalplerde, mecburî olmaksızın marifetullah kastedilmiştir.

Bununla “delillerin beyan edilmesi” manasının kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bu manada herkese “hidayet” etmiştir. Binâenaleyh bu hidayet, Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanlar için söz konusu olmadığını bildirdiği o hidayetten başkadır.

“Cennete davet” manasındaki hidayet hakkındaki sözümüz de böyledir. “Cennetin yolunu tarif” manasındaki hidayet de bu ayetten kastedilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, bu hidayeti kendi meşîetine bağlamıştır. Cennetin yolunu tarif ise, Allah’ın meşîetine bağlanmamıştır. Çünkü cennetin yolunu tanıtma işi Allah’a vâcibtir. Vâcib olan ise, meşîete (iradeye) bağlanamaz.

On dinar borcu olan kimsenin, “İstersem bu on dinarı veririm” demesi doğru değildir. Zorlama, mecbur etme manasındaki hidayet de caiz değildir. Çünkü böyle bir şey, onlara göre, mükellefler hakkında, Allah’tan sadır olması doğru değildir. Doğru olmayanı (kabîhi) yapmak ise, ya cahilliği, ya o işe olan ihtiyacı gerektirir. Bu ikisi de Allah hakkında imkansızdır. İmkansızı gerektiren de imkansızdır. Binâenaleyh bunun Allah’tan sâdır olması imkansızdır. İmkansızın, Allah’ın meşîetine bağlanması caiz değildir.

Hidayetin manası hususunda saydığımız bu kısımlar bâtıl olunca, geriye ayetteki bu hidayet ile, “Allah, hidayeti ve marifetullahı kalbe yaratmak suretiyle, bu hidayeti bazı insanlara nasip eder, bazılarına ise vermez” manası kastedilmiştir. Çünkü Allah yaptığından mes’ul değildir. Ayetteki bu hidayeti bu manada aldığında, Kâdî’nin bu konuda ileri sürdüğü mazeretlerin tamamı düşer.

Ayetteki, “O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir” cümlesi, Gaybı bilmek Allah’a mahsustur. Binâenaleyh O, bundan sonra hidayete erecekleri de, ermeyecekleri de bilir” demektir. (Tefsir-i Kebir/ Fahruddin Râzi)}]

[Ek bilgi-2 “Gerçi Hz. Rasûl (s.a) herkesin hidayete ermesini yürekten isterdi ama Ebu Talib, yatağında imansız giderken onu derin endişelere sevk eden, şahsî sevgi ve saygı bağı yüzünden hidayetini en çok arzuladığı şahıstı. Fakat ona bile hidayet etmede çaresiz kaldığına göre bir kimseyi hidayete erdirmek yahut bir başkasından hidayeti esirgemek Rasûl’ün (s.a) elinde değil, bütünüyle Allah’ın kudretindedir. Ve Allah bu nimeti dilediğine verir, ailevî durumuna, kabilevî münasebetlerine bakmadan, kişinin samimiyetini, kabiliyetini ve kalbinin meylini esas alarak ihsan eder. (Tefhimu’l Kur’an/ Ebu’l alâ Mevdudi)]

 

57-) Ve kalu in nettebi’ıl hüda meake nütehattaf min Ardına* evelem nümekkin lehüm Haramen Aminen yücba ileyhi semeratü külli şey’in rizkan min ledünNA ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun;

Dediler ki: “Eğer seninle birlikte hakikate uyarsak, yerimizden sökülüp çıkarılırız”… Biz onları, indîmizden (lütfederek), yaşam gıdası olarak her şeyin ürünlerinin toplandığı, güvenli bir Harem’e yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğunluğu (kıymetini) bilmezler. (A.Hulusi)

57 – Bir de, doğrusun amma biz o doğru yolu tutar seninle beraber olursak derhal yerimizden yurdumuzdan olur çarpılırız dediler, ya biz onlara darül’emân bir haremi mekân kılmadık da mı? Ona ledün nümüzden rızk olarak her şeyin semaları toplanacak ve lâkin ekserîsi bilmezler. (Elmalı)

 

Ve kalu in nettebi’ıl hüda meake nütehattaf min Ardına bir de eğer seninle birlikte doğru yola girersek yurdumuzdan yuvamızdan koparılırız dediler. Yani Mekke’lilerin tarihi korkusu bu. Bizi Araplar Mekke’den çıkarır, eğer burada onların putlarına saygı göstermez onların her birinin putunu Kâbe ye koymazsak bizi buradan çıkarır dediler.

evelem nümekkin lehüm Haramen Aminen yücba ileyhi semeratü külli şey’in rizkan min ledünNA ama onları sayemizde her tür ürünün gelip rızık olarak kendisinde toplandığı kutsal bir dokunulmazlığa sahip olan güvenli bir yerde yerleştirmedik mi biz. ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun ne ki onların çoğu bunun farkında bile değil.

Hz. İbrahim’in duasına bir atıfta var gibi burada Bakara/126. ayetinde ki.

 

58-) Ve kem ehlekna min karyetin batırat maîşeteha* fetilke mesakinühüm lem tüsken min ba’dihim illâ kaliyla* künna nahnül varisiyn;

Dünyalığın getirdiği refahla şımarmış nice şehri yok ettik! İşte onların meskenleri! Onlardan sonra, azı hariç, oturanı olmadı! Vârisler biz idik. (A.Hulusi)

58 – Bununla beraber biz maişetiyle şımarmış nice memleket helâk ettik, işte meskenleri bir daha arkalarından meskûn olmadı meğer ki pek az, ve hep biz vâris olduk. (Elmalı)

 

Ve kem ehlekna min karyetin batırat maîşeteha ama biz refahın şımartıp azgınlaştırdığı nice ülkeyi helak etmişiz fetilke mesakinühüm bakın işte onların yaşadıkları mekanlar. Araplar ticaret yaparken onun içinden geçip geliyorlardı Yani Medain-i Salihten, Salih peygamberin helak olan kavminin yaşadığı yerden. lem tüsken min ba’dihim illâ kaliyla pek azı dışında arkalarından oralarda bir daha kimse yerleşmedi. künna nahnül varisiyn ve zaten her şeyin mutlak varisi sadece biziz.

 

59-) Ve ma kâne Rabbüke mühlikel kura hatta yeb’ase fiy ümmiha Rasûlen yetlu aleyhim âyâtiNA* ve ma künna mühlikil kura illâ ve ehlüha zâlimun;

Rabbin, kendilerine işaretlerimizi bildiren bir Rasûlü, ileri gelenler arasında bâ’s etmedikçe, o ülke halkını yok etmez! Zaten biz sadece ahalisi zâlim olan şehirleri yok etmişizdir. (A.Hulusi)

59 – Hem rabbin memleketleri, ana noktasında kendilerine âyetlerimizi okur bir Resul göndermedikçe helâk edici değiller, hem de biz o memleketleri hep ahalisinin zulümleri halinde helâk etmişizdir. (Elmalı)

 

Ve ma kâne Rabbüke mühlikel kura hatta yeb’ase fiy ümmiha Rasûlen yetlu aleyhim âyâtiNA ama senin rabbin hiçbir ülkeyi onların ana kentine kendilerine mesajlarımızı okuyup açıklayan bir elçi göndermedikçe asla helak etmez. Ana kenti; fiy ümmiha yani medeniyetin merkezi. ve ma künna mühlikil kura illâ ve ehlüha zâlimun zaten biz başkalarını değil sadece bireyleri birbirine zulmeden toplumları helâk etmişizdir. Yani dostlar iktidarlar uygarlıklar, medeniyetler küfürle değil zulümle yıkılmışlardır. Onun için zulüm bir toplumun mutlak çöküşünün en belirgin sebebidir.

Allah zulmedenlerden kılmasın.

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Kasım 2012 in KUR'AN

 

Etiketler: , ,

Yorum bırakın