RSS

Tefsir Dersleri ZUHRUF SURESİ (40-89) (155)

28 Haz

5

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları Zuhruf suresinin 40. ayeti ile dersimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

40-) Efeente tüsmi’us summe ev tehdil ‘umye ve men kâne fiy dalâlin mubiyn;

O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut o âmâları ve apaçık sapma içinde olanları sen mi hidâyet edeceksin? (A.Hulusi)

40 – O halde sen mi işittireceksin o sağırlara? Yahut hidâyet edeceksin, o körlere ve açık bir dalâl içinde bulunanlara. (Elmalı)

 

Efeente tüsmi’us summe ev tehdil ‘umye ve men kâne fiy dalâlin mubiyn şimdi sen ey peygamber sağıra işittirebilir, köre, kalbi körleşmiş olana gösterebilir misin. Yani açıkça derin bir sapıklığa gömülüp orada karar kılan birine gösterebilir misin hakikati.

Değerli dostlar, ayeti kerime aslında geçen ders işlediğimiz son pasajla bağlantılı. Orada özellikle de 36. ayette; Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn (36)Rahmanın uyarıcı vahyine kim kör davranırsa, tavuk karası bir gözle bakarsa, yaklaşırsa ona şeytanı musallat ederiz. Yani onun içinde ki negatif damarı ona musallat ederiz. Öteki kişilik haline getiririz. Nefsini başına bela ederiz bir başka ifadesi ile. Fehuve lehu kariyn, kendisi onun yörüngesi olur, yörüngesine girer. O kendisinin merkezi haline gelir ve etrafında döner. Artık tüm hatta hareketini o belirler ayetiyle bağlantılı olarak okumak lazım.

Sağırlık ve körlük fiziki bir olay değil Kur’an a göre Kur’an kendine has bir özürlü dili oluşturur. Onun için gözü görmeyene Kur’an kör demez. O kör değil. Kulağı duymayana Kur’an sağır demez. Asıl sağır yüreğinin kulağı duymayan, asıl kör, kalbi kör olandır.

..lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46)gözler değil kör olan, asıl kör olan göğüstekilerdir. Yani Akleden kalptir. Eğer akletmiyorsa kördür, sağırdır, dilsizdir.

 

41-) Feimma nezhebenne Bike feinna minhüm müntekımun;

Eğer seni (dünyadan) götürsek dahi, doğrusu biz onlardan intikam alıcılarız. (A.Hulusi)

41 – Şu halde şayet biz seni alır götürür isek elbette onlardan intikam alacağız. (Elmalı)

 

Feimma nezhebenne Bike feinna minhüm müntekımun biz ister seni çekip katımıza alalım, daha sonra onlardan öcümüzü nasıl olsa alırız. Yani istersek seni katımıza alırız ve daha sonra da onlardan öcümüzü alırız, devamı var;

 

42-) Ev nüriyennekelleziy ve’adnahüm feinna aleyhim muktedirun;

Yahut da onlara vadettiğimizi sana gösteririz… Biz onlar üzerinde istediğimizi yapma gücüne sahibiz! (A.Hulusi)

42 – Yahut onlara yaptığımız vaadi sana gösterirsek şüphe yok ki biz ona da muktediriz. (Elmalı)

 

Ev nüriyennekelleziy ve’adnahüm feinna aleyhim muktedirun isterse onları tehdit ettiğimiz azabı sana da gösterir, yani onların başına gelen azabı senin de görmeni sağlarız. Her durumda felinna aleyhim muktedirun, her durumda biz onlara güç yetiririz. Onlar üzerinde mutlak bir hükümranlık yürütürüz. Yani onları alt edecek gücümüz vardır. Nitekim bu ayetin hükmü Bedir de tecelli etti. Bedirde gördüler. Allah Resulü Bedirde bire birer yıkılan müşrik reislerinin baş ucunda durmuş ve şöyle demişti

– Ben Allah’ın bana vaad ettiği şeyi buldum ve gördüm. Siz de Allah’ın sizi tehdit ettiği şeyi buldunuz ve gördünüz mü?

Evet, görmüştüler. O manzara aslında bunun delili idi. Onun için rabbimiz yıllar öncesinden, ki bu olay 9. yılda indiğini düşünürsek bu ayetlerin, daha Bedir’e yaklaşık 5 – 6 yıl var. 5 – 6 yıl önceden onlara bu uyarıyı bildirmişti. Oysa ki bu mucizevi uyarı gerçekten mucizevi idi. Bedir bu mucizenin mütemmim cüzüydü, yani bir başka mucizeydi.

Henüz Bedir öncesinde Allah Resulü; “İlahi” diyordu. Allah’ım, “in tuhlik hazihil ıshabe, lâ tu’bet fiyl ard.” Eğer şu bir avuç insanı da yok edecek olursan, ya da yok olmasına izin verirsen, yer yüzünde layıkıyla sana kulluk eden kalmayacak.

Bu kadar hassas, bu kadar ince bir noktadaydı imanın var olma savaşı. Ama gerçekten de Allah vaadini yerine getirdi.

 

43-) Festemsik Billeziy ûhıye ileyk* inneke alâ sıratın müstekıym;

Sana vahyolunana sıkı sarıl! Muhakkak ki sen doğru yol üstündesin! (A.Hulusi)

43 – Sen hemen o sana vahyolunana tutun muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin. (Elmalı)

 

Festemsik Billeziy ûhıye ileyk* inneke alâ sıratın müstekıym sana vahy edilene sımsıkı sarıl, çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin.

 

44-) Ve innehu lezikrun leke ve likavmik* ve sevfe tüs’elun;

Muhakkak ki O, sen ve toplumun için bir zikirdir (hatırlatma)! Yakında sorumluluğunuzdan sorgulanacaksınız! (A.Hulusi)

44 – Ve muhakkak ki o, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ileride ondan mesul olacaksınız. (Elmalı)

 

Ve innehu lezikrun leke ve likavmik* ve sevfe tüs’elun kuşkusuz bu vahiy senin ve kavmin için bir şeref ve itibardır. Bir uyarıdır diye de çevirebiliriz. Ama doğrusu İbn. Abbas ve Hz. Ali’nin şeref ve itibar olarak anlaması çok daha hoş bir anlam. Yani Kur’an vahyi bir şeref ve itibar. Hem Resul için, hem de o toplum için. Düşünsenize bir eğer Kur’an vahyi olmasaydı yeryüzünün herhangi bir tarihinde herhangi bir toplum olan, hatta çölün ortasında hiç kimsenin bilmediği, tanımadığı bir bölge de mahsur kalmış gibi, tarihin dışında yaşayan bu insanlardan kimin haberi olurdu. Hangimiz bilirdik.

Kur’an sadece kendisine iman edenleri tarihte yaşatmakla kalmadı, kendisine küfredenleri bile yaşattı. Bugün Ebu Cehil’i, Ebu Leheb’i, Ümeyye Bin Halef’i Ubey Bin Halefi, Utbe’yi, Şeybe’yi kim bilir, kim duyar, kim hatırlardı. Ama Kur’an sadece dostlarına bir şeref ve itibar olmakla kalmadı, düşmanlarının bile adını unutturmadı. İşte bu, dolayısıyla vahiy aslında indiği toplum için dostu ve düşmanıyla, iman edeni ve inkar edeniyle büyük bir nimet olduğunu gösterdi. Büyük bir devlet olduğunu gösterdi.

ve sevfe tüs’elun fakat zamanı gelince sorguya çekileceksiniz. Yorumumuzu destekleyen bir son cümle bu, ayetin son cümlesi. Zamanı gelince sorguya çekileceksiniz. Yani hepiniz vahyin bir biçimde ekmeğini yediniz. Vahiy hepinize şeref ve itibar getirdi. Zaten Utbe öyle diyordu, hiçbir zaman da iman etmemişti Utbe ama öyle diyordu. “Bırakın onu kendi davasıyla baş başa. Eğer başaramazsa zaten Araplar onun hakkından gelir, siz de kurtulmuş olursunuz. Fakat başarırsa itibar sizin itibarınızdır. Şeref sizin şerefinizdir. Onur sizin onurunuzdur. Dolayısıyla o onurdan siz de payınızı almış olursunuz.” Diyordu Utbe. Ama dediğini tutmadılar tabii ve helak oldular.

ve sevfe tüs’elun zamanı gelince hesaba çekileceksiniz in karşılığı gerçekten de uhrevi olarak hayli anlamlı, hayli manidar. Bu noktada aklıma bir başka ayet geliyor;

Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn.(A’raf/6) Yemin olsun kendilerine peygamber gönderilenlerden hesap soracağız, Ve yine and olsun ki gönderilen peygamberlerden de hesap soracağız. Gönderilen peygamberlerden neden hesap soracak diye sormayın, soracak, hepsinden hesap soracak. Soracağına öylesine emindi ki Resul, bu kaygı onun saçlarını ağartmış, veda hutbeleri sırasında her bir hutbenin sonunda cemaate dönerek;

– Ey insanlar, tebliğ ettim mi? Onlar;

– Evet ya Resulallah tebliğ ettin. Emaneti eda ettin, yerine getirdin görevini diye şahitlik yaptıklarında gözlerini göğe dikerek;

– Allah’ım sen de şahit ol..! demişti.

Bu bir sorumluluk, bu ağır bir sorumluluktu. Gerçekten Resul o sorumluluğu yerine getirdi ve bize mirası olduğu gibi aktardı. Asıl biz o mirası ne yaptık. Biz de sorulacağız, bizden de hesap sorulacak. O peygamberliğini yerine getirdi siz de ümmetliğinizi yerine getirdiniz mi denilecek. İşte onun kaygısını herkes duymak zorunda. Ve bu ayet ve sevfe tüs’elun derken sadece ilk muhataplarına hitap etmiyordu, son muhatabı olan bizlere de hitap ediyor. Ve açıkça kendisine bakana gözlerinin içine baka baka hesap sorulacaksınız, zamanı gelince hesaba çekileceksiniz diyor.

 

45-) Ves’el men erselna min kablike min Rusulina ece’alna min dunirRahmâni aliheten yu’bedun;

Rasûllerimizden, senden önce irsâl ettiklerimize sor (onlara verilen bilgiyi incele)! Rahmân’dan gayrı, kulluk yapılası tanrılar mı oluşturmuşuz? (A.Hulusi)

45 – Senden evvel gönderdiklerimize sor Resullerimizden! biz Rahmandan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız? (Elmalı)

 

Ves’el men erselna min kablike min Rusulina senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin hayatını araştır sorgula, ves’el. Sor manasına gelir düz olarak. Fakat daha önce gelip geçmiş peygamberleri kabirlerinden kaldırıp ta sormak söz konusu değil tabii. Hatta bu çerçevede bazı rivayetler bile zikredilmiş. Fakat bu zorlama olur. Soruştur manasına da zaten gelir. Yani düşün, tefekkür et, dinle, tarihi verileri kontrol et, geçmiş kavimlerin hayatlarına bak. Geçmiş kitaplardan, ya da kitap ehlinden bu güne kadar gelen verileri dikkate al ve sor bakalım. Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin hayatını araştır.

ece’alna min dunirRahmâni aliheten yu’bedun bak bakalım hiç Rahman’dan başka tapınılacak tanrılar tayin etmiş miyiz? Rahman dışında kulluk edilecek bir başkasını tayin etmiş miyiz? Bu pasajın ilerde gelecek ayetlerden yola çıkarak öncelikle Hz. İsa’ya işaret ettiğini, yani Hz. İsa’yı tanrılaştıran Hıristiyanların bu yaptıklarından yola çıkarak peygambere yamuk bakışı dile getirdiğini düşünebiliriz.

 

46-) Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ila fir’avne ve meleihi fekale inniy Rasûlü Rabbil alemiyn;

Andolsun ki Musa’yı işaretlerimizle Firavun ve onun ileri gelenlerine irsâl ettik de (Musa) dedi: “Ben Rabb-ül âlemîn’in Rasûlüyüm.” (A.Hulusi)

46 – Celâlim hakkı için Musâ’yı âyetlerimizle Firavuna ve cemiyetine gönderdik, vardı haberiniz olsun, dedi: ben bütün âlemlerin rabbinin Resulüyüm. (Elmalı)

 

Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ila fir’avne ve meleii fekale inniy Rasûlü Rabbil alemiyn Burada Hz. Musa’yı ve mücadelesini dile getirdi model olarak örnek olarak. Ve diyor ki ayet; Doğrusu Musa’yı mucizevi mesajlarımızla firavuna ve kadrosuna böyle göndermiştik. İşte böyle gönderdik, yani seni gönderdiğimiz gibi ve demişti ki; “Bakın ben Alemlerin rabbinin elçisiyim.”

Bu pasajın amacı Resulallah’ı teselli etmek. Hz. Musa ve mücadelesi bir model olarak sunuluyor. Resulallah’ın tasavvuru inşa ediliyor. 9. yılı hatırlayalım. Hüzün yılı, sevdikler bir bir yok olmuş. Ebu Talip gitmiş, büyük destek. Hz. Hatice gitmiş ve mü’minlerin bir çoğu göç etmişler. Resulallah düşman bir okyanusun ortasında küçücük bir adada kalmış, küçücük bir dost adasında, bir avuç dost insan. Ve işte böyle bir ahval içre bu ayetler neyin tesellisini yaptığını daha iyi anlayabiliriz bu ayetleri.

Acaba olağan üstü bela silsilesi şu Mekke’yi ve müşrikleri kuşatsa adam olurlar mıydı sorusu da aklına gelmiş olabilir Resulallah’ın. Yani bunlar inkarda bu kadar direndiler, acaba bunları Allah olağan dışı bir takım cezalarla kuşatsaydı adam olurlar mıydı sorusu cevabını buluyor burada. Değişmezdi diyor o cevap. Hiçbir şey değişmezdi. Delil mi arıyorsun değişmeyeceğine dair, al sana delil; Musa’nın ve Firavunun örneğine bak. İşte burada o delilleri sıralayacak şimdi.

 

47-) Felemma caehüm Bi âyâtiNA izâhüm minha yadhakûn;

Onlara işaretlerimizle geldiğinde, onlar hemen bunlara güldüler! (A.Hulusi)

47 – Vaktâ ki onlara böyle âyetlerimizle vardı, birdenbire onlar bunlara gülüverdiler. (Elmalı)

 

Felemma caehüm Bi âyâtiNA izâhüm minha yadhakûn fakat ardından onların önüne mucizevi ayetlerimizi sürünce onlar hemen alay etmeye başladılar. Bu mucizevi ayetler içerisinde başlarına açılan belalar da var. Ama alay etmeye başladılar. Yani ibret alacakları yerde dalga geçtiler.

 

48-) Ve ma nuriyhim min ayetin illâ hiye ekberu min uhtiha* ve ehaznâhüm Bil azâbi leallehüm yerci’un;

Onlara gösterdiğimiz her bir mucize, öncekinden daha büyüktü… Belki bize dönerler diye onları azapla da yakaladık. (A.Hulusi)

48 – Her ne âyet de gösteriyorsak onlara mutlak birbirinden büyüktü, tuttuk onları azâba da çektik ki rücu’ edeler. (Elmalı)

 

Ve ma nuriyhim min ayetin illâ hiye ekberu min uhtiha oysa ki onlara gösterdiğimiz her mucizevi ayet, yani her bela bir öncekinden daha büyüktü. ve ehaznâhüm Bil azâbi leallehüm yerci’un bir de onları belki dönerler diye cezalarla kuşattık.

Demek ki hem mucizeler gösteriliyor, hem cezalarla kuşatılıyorlar. Önce mucizeler gösteriliyor. Yani önce iyilikle yola getirilmeye çalışılıyor. Önce peygamberin peygamberliğine dair mucizeler gösteriliyor. Onunla destekleniyor peygamberlik, onunla destekleniyor davet. Fakat kar etmiyor. Ondan sonra ceza silsilesi yağmaya başlıyor. Ödülle de ceza ile de yola gelmiyorlar, zımnen bu ayetlerin söylediği bu.

[Ek bilgi; FİRAVUNA KARŞI GERÇEKLEŞEN BELÂLAR

1 – Kan belası

2 – Kurbağa belası,

3 – Sivrisinek belası,

4 – At sineği belası

5 – Hayvanların ölümü,

6 – Çıban belası,

7 – Dolu belası,

8 – Çekirge belası

9 – Karanlık belası.

{A’raf/133 ayetine bakınız}]

 

49-) Ve kalu ya eyyühes sahır ud’u lena Rabbeke Bima ahide ‘ındeke innena le mühtedun;

Dediler ki: “Ey büyücü! Senin anlaşman dolayısıyla bizim için Rabbine dua et! Biz doğru yolda olalım!” (A.Hulusi)

49 – Bu halde diyorlardı ki: gel ey sâhir!( Büyücü, büyü yapan, sihir yapan) bizim için rabbine bir duâ et, sende olan ahdi hürmetine, çünkü biz artık yola geleceğiz. (Elmalı)

 

Ve kalu ya eyyühes sahır ud’u lena Rabbeke Bima ahide ‘ındeke innena le mühtedun sen ey sihirbaz dediler, seninle yaptığı sözleşme hatırına Rabbine bizim için yalvar. Kesinlikle biz artık doğru yola yöneleceğiz diye yalvar yakar oldular. Hz. Musa’ya yalvardılar.

Eski Mısır’da sihirbazlar Mısır’ın bilge kişileri idi. Onun içinde ey sihirbaz, ey büyücü diyorlar. Bu bir hakaret değildi o toplumda. Birine sihirbaz demek ona ikram etmek, ona iltifat etmekti hatta. Bir konum biçmekti. Mısır’lıların yalvarırken böyle hitap etmelerinde  şaşılacak bir şey yoktu dolayısıyla.

Burada eğer sen bizden bu belaları def edersen biz de getirdiğin şeye inanırız diyorlardı. Yani zoru görünce inanacaklarına söz verdiler. Peki ne oldu?

 

50-) Felemma keşefna anhümül azâbe izâhüm yenküsûn;

Kendilerinden azabı kaldırdığımızda, onlar hemen sözlerini bozdular! (A.Hulusi)

50 – Bunun üzerine kendilerinden azâbı açtığımız vakit da derhal cayıverdiler. (Elmalı)

 

Felemma keşefna anhümül azâbe izâhüm yenküsûn ama cezayı kaldırır kaldırmaz derhal sözlerinden caydılar. İzâhüm yenküsûn. Sözlerini arkaya attılar, üstüne yattılar, verdikleri sözü unuttular.

İnsanoğlunun tipik davranış biçimi, zoru görünce boyun eğip yalvarıp, ondan kurtulunca onu hiç görmemiş gibi davranmak. Belayı görünce boyun eğip, beladan kurtulunca meydan okumaya devam etmek. Tekebbüre, kibirli havalara girmek.

 

51-) Ve nada fir’avnu fiy kamihi kale ya kavmi eleyse liy mülkü mısra ve hazihil enharu tecriy min tahtiy* efela tubsırun;

Firavun, halkı içinde nida edip dedi ki: “Ey halkım! Mısır’ın varlığı ve altımdan akan şu nehirler benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (A.Hulusi)

51 – Ve Firavun kavminin içinde şöyle bağırdı: ey kavmim! Mısır mülkü benim ve hep şu nehirler benim altımdan akıyor değil mi? Artık gözünüzü açsanız a.(Elmalı)

 

Ve nada fir’avnu fiy kamihi kale ya kavm derken Firavun kavminin arasındayken ey kavmim diye seslendi, Ey kavmim, Firavunun ulusa seslenişi yani. Onu görüyoruz şimdi. eleyse liy mülkü mısra ve hazihil enharu tecriy min tahtiy Mısır’ın hakimiyeti bana ait değil mi ey kavmim şu gördüğünüz nehirler, sulama kanalları, bu bütün insanlığı hayrette bırakan en ileri teknoloji ile donatılmış bu muhteşem kanallar benim ayağımın altından akmıyor mu? efela tubsırun ne yani bunu da mı görmüyorsunuz.

Evet, Firavunla ilgili tüm ayetlerden tarihler üstü firavunluk mantığını anlıyoruz, görüyoruz. Firavunlar tarihte kalmış olabilir, ama firavunluk tarihte kalmadı. Firavunluk her çağda geçerli. Her çağda görebilirsiniz. Malikül mülk; Mülkün gerçek maliki Allah’tı. Fakat firavun mantığı mülkün maliki kendisi zanneder. Yani kendisinin sahip olduklarını sadece kendisine ait bilir. Onun mutlak maliki zanneder kendisini. Onu emanet olarak görmez.

Demek ki firavunlaşmaya başlayan benliğin ilk yaptığı şey sahip olduklarının maliki olduğunu zannetmek. Yani onların emanet olduğu gerçeğini unutmak. Her firavunlaşan bu noktadan yola çıkarak firavunlaşır. Kendisini imtihan edilmek için verilmiş değerleri, benim zanneder, mülkiyeti zanneder. Ve tabii değerin sahibini unutmak aslında şükrü unutmaktır. Şükrü unutan Allah’ı unutur. Allah’ı unutan kendini unutur, kendini unutan kendini kaybeder, kendini kaybeden hiçbir şey kazanamaz. Bu da tekebbürdür işte. Firavunu firavun yapan tekebbürü idi.

 

52-) Em ene hayrun min hazelleziy huve mehiynün ve lâ yekâdü yübiyn;

“Yoksa şu basit ve ne demek istediğini açıklayamayandan daha hayırlı değil miyim?” (A.Hulusi)

52 – Yoksa ben şundan daha hayırlı değil miyim ki o hem hakîr hem de meramını anlatamıyor. (Elmalı)

 

Em ene hayrun min hazelleziy huve mehiynün ve lâ yekâdü yübiyn bakın nasıl kara propaganda yapıyor, muhalifi için nasıl bir propaganda yöntemi kullanıyor; Yoksa ne demek istediğini bile açık seçik anlatmaktan aciz olan şu değersiz adamdan daha iyi değil miyim. Hz. Musa’yı kastediyor. Hz. Musa’da ki konuşma zorluğunu kastediyor. Malum Hz. Musa’nın dilinde konuşma zorluğu vardı. Onun için peygamber gönderilirken bile kendisini peygamber atayan rabbine yalvarmış, beni değil kardeşim Harun’u öne geçir, hatta onu bana yardımcı ver demişti.

Bu konuşma zorluğunu aslında bir tür mesaj olarak alabiliriz. Bir peygamberin peygamberlik mahareti sadece dilinde değildi. Kaldı ki eğer Allah seni bu halinle peygamber olarak seçiyor ve davet için gönderiyorsa, onu telafi edecek başka şeyler verir.

Haddi zatında bir nükte olarak söylemek gerekirse Hz. Musa’ya diğer peygamberlerde ender gördüğümüz yedi Beyza ve asayı Musa mucizelerinin verilmesi belki de dilinde ki bu konuşma zorluğuna takviye içindi. Yani eğer dilinde konuşma zorluğu varsa elin konuşur ey Musa. Allah eline dil verir elin konuşur. Hatta o kadar konuşur ki sadece elin konuşmakla kalmaz, elinde tuttuğun değnek bile konuşur. Yeter ki sen Allah’ın yardımını hak et. Yeter ki seni Allah görevlendirsin. Yeter ki destekçin Allah olsun.

Gayret dil gayreti değil ki, peygamberlik çenebazlık değil ki, peygamberlik bambaşka bir şey. Onun için firavunda peygamberliği çenebazlık zannetmiş olmalı ki daha ne dediğini bile doğru dürüst anlatmayı beceremeyen şu adamdan ben üstün değil miyim diyor.

[Ek bilgi; Hz. MUSA’NIN KEKEME OLUŞU

Mûsâ (a.s.) kekeme olduğu için kelimeleri anlatmakta zorluk çekiyordu. Bunun için Firavun kavmine «Ey kavmim, ben sözü açık söyleyemeyecek derecede zavallı olan şu adamdan daha üstün, daha değerli değil miyim?» diyerek kavmini Mûsâ ta.s.)’ya iman etmekten alıkoymaya çalışmıştır.

Hz. Mûsâ, Firavun’un sarayında çocukken bir gün o kâfirin sakalından tutmuş hınçla çekip birkaç tüy koparmıştır. Buna çok sinirlenen Firavun onu öldürmek istemiş, karısı «Bunu çocukluktan yaptı» diyerek ona mani olmak istemiştir.

Fakat bunu hazmedemeyen Firavun «bunu bir deneyelim, o zaman çocukluktan yapıp yapmadığı ortaya çıkar» diyerek bir kabın içine altın, diğer bir kabın içine de ateşin korunu koyarlar ve getirip çocuğun önüne bırakırlar. Şayet o yavru elini altının bulunduğu kaba uzatacak olursa, Firavun bunu bilinçli yaptığım kabul ederek onu öldürecekti. Eğer elini ateşin bulunduğu kaba uzatırsa gerçekten çocukluktan yaptığına kanaat getirerek, ona bir şey yapmayacaktı.

Tam o anda Cebrail gelir o küçük yavrunun elini ateşin bulunduğu kaba sokar ve Hz. Mûsâ oradan bir kor alır, ağzına atar. îşte o kor Mûsâ (a.s.)’nın ağzını ve dilini yakar, bu yanıktan mütevellid kekeme olur. Bunun için «(Ey Rabbim) dilimdeki düğümü çöz» diye duâ etmiştir.  {Ebü’l-Leys Semerkandi – Tefsir – ül Kur’an}]

[Ek bilgi; Hz. Musa kekeme değildi.

Biliyor musunuz Hz. Musa ile ilgili Tâhâ suresinde bir şeyler anlatılıyor. Hz. Musa ne diyor;

Kale Rabbişrah liy sadriy. (25), niye böyle diyor? Ve yessirliy emriy.(26) Vahlül ‘ukdeten min lisaniy. (27) yefkahu kavliy. (28) Niye öyle diyor? Çünkü Şu’arâ suresinde Ve yedıyku sadriy ve lâ yentaliku lisaniy..(Şu’arâ/13) içim daralıyor, dilim dönmüyor diyor. Oradan hareketle dediler ki Hz. Musa kekemedir.

Yahu kekemeden peygamber olur mu, delimizsiniz yahu. Nasıl tebliğ edecek? Yani Ve lehüm aleyye zenbün feehafü en yaktülun. (Şu’arâ/14) Kur’an ın tamamını okumayınca parçacı mantıklarla hakikat paramparça ediliyor maalesef. Onlar lehinde benim aleyhinde bir günah var. Hani kavga ediyordu iki delikanlı da birine bir tokat yapıştırdı, onun da öleceği tuttu öldü. Ondan sonra korkuyor oraya gitmeye. Siz sizi tutuklayacaklarından ya da öldüreceklerinden endişe ettiğiniz bir ortamda rahat esip savurabilir misiniz. Diyor ki; Ve ehıy Harunu huve efsahu minniy lisanen. (Kasas/34) yani onun dili daha güzel feersilhu me’ıye rid’en.. onu benimle beraber bana destekçi ver, başka bir ayette de ona risalet ver diye yalvarıyor. Mesele içi daraldığı için rahat konuşamamaktadır, yoksa Hz. Musa kekeme olduğu için değil. Ne korkunç hatalar yapılıyor görüyor musunuz. Niye Tâhâ suresinde ki ayetleri okuyor konu ile ilgili Şu’arâ suresinde ki ayetlere gitmiyor. Parçacı okumak bir felakettir. (Mehmet okuyan Envaru’l Kur’an 1. video)]

53-) Felevla ulkıye aleyhi esviretün min zehebin ev cae meahül Melaiketü mukteriniyn;

“(Eğer Musa dediği gibiyse) Onun üzerine altından bilezikler gönderilmesi yahut onunla beraber yakını olarak melekler gelmesi gerekmez miydi?” (A.Hulusi)

53 – Eğer o dediği gibi ise üzerine altın bilezikler atılsa ya! Yahut yanında Melâikeler dizilse gelse ya! (Elmalı)

 

Felevla ulkıye aleyhi esviretün min zehebin ev cae meahül Melaiketü mukteriniyn Hem neden ona altın künyeler, altın bilezikler, altın takılar bahşedilmemiş. Ya da beraberinde saf saf dizili melekler gelmemiş. Öyle diyor firavun, devam ediyor kara propagandaya. Neden ona altın bilezikler vermemiş. Aslında bu altın bilezikler eski Mısır’da bir statü işareti. Yani günümüzde takım elbisenin ya da kravatın yerini almış. O gün bir statü işareti. Kendisini firavuna nispet edenlerin, ya da yönetime nispet edenlerin, yönetim içinde bir görevi bulunanların taktığı, ya da toplum içerisinde yüksek tabakanın kullandığı bir takım aksesuarlar.

Fakat ilginçtir biz geçmişten bu güne gelen tüm firavun heykellerinde firavunların bir elinde kamçı bir elinde altın bir halka görürüz, haçlı halka. Bir ucunda haç vardır bu halkanın. Firavun bir elinde bu halkayı tutar ama ucunda haç vardır. Bir elinde de kamçı görürüz. Böyle dururlar ve hep bu iki şey vardır ellerinde, tüm heykellerde. Aslında kamçı firavunun iktidarını temsil etmektedir. Halka da firavunun dini liderliğini temsil etmektedir. Aslında o ucundaki haçlı halka.

İlginçtir değil mi Hz. İsa’dan binlerce yıl evvel firavunlar ellerinde haç taşıyorlar. Haç kadim putperest kavimlerde kullanılan bir totemdi aslında. Yani bu da tarihi bire veri olarak bu güne kadar gelmişti. Asıl kamçıyı taşıyor olmaları ki hiçbir firavunun birebir heykeli yoktur. Heykelleri kendilerinden en az beş kat, 10 kat büyüktür. Daha büyük olanları da vardır. Kahire de eski meclis binasında ki firavun heykelleri görmeye gidenler iyi bilirler, firavunlar azametli heykeller yaptırmakla aslında halkı böyle korkutmayı tercih etmişler.

Halka görünmezlerdi, sarayı halka kapatmışlardı, halkın huzuruna hiç çıkmazlardı. Hatta eski Mısır da bir yasa vardı, bir firavuna dokunan öldürülürdü. Çünkü o tanrısal bir varlıktı, güneşin yer yüzünde ki oğluydu, Ra’nın yer yüzünde ki oğluydu dolayısıyla ona diğer bir insan dokunamazdı. Böylesine bir dokunulmazlık, böylesine korkunç bir dokunulmazlık zırhına bürünmüştüler. İşte aslında Hz. Musa’nın elinde ki çoban değneğinin bir mucizeye dönüşmüş olması, firavunun elinde ki kamçıya bir cevaptı.

Ey firavun sen elindeki kamçıyı milleti korkutmak için kullanıyorsun, bir çobanın elinde ki asa, bir çobanın elindeki çoban değneği ile baş edemiyorsun. Yani senin karizmanı işte böyle çizer Allah bunu diyordu belki amiyane bir ifade olacak ama böyleydi verilen mesaj

İlk muhatapların Resulallah’a bakışını da ele veriyor aslında bu ayetler. Firavunî bir bakışla bakıyorlardı Resulallah’a. Düşünsenize Mekke’nin soylularının Resulallah’a bakışını İbn.-i Ebi Kebşe derlerdi hakaret için. Böyle bir künye uydurmuştular. Dahası Abdul Muttalib’in yetimi derlerdi. Yani yetim ne olacak, sahipsiz ne olacak ve hakaret ederlerdi erkek çocuğu olmadığı için. Onu kimsesiz addederlerdi. Ki Allah onlara kendi hakaretlerini çevirecek ve etter diyecektir. Yani öyle bakıyorlardı.

Bir insanı yücelten gücün, onun parası, pulu, statüsü, mevkii ve evladı, nüfusu, insan kaynakları, insan gücü olduğunu düşünüyorlardı. Onlar hiçbir insanın aklına, fikrine, ahlakına, imanına bakmıyorlardı. Yani ulvî değerleri değer olarak görmediler. Hep sayılabilir olanları değer olarak gördüler. Elle tutulanlara değer dediler. Ama yüce değerleri değer olarak görmediler. Onun içinde bir peygamberi takdir edemediler, asla takdir edemediler.

 

54-) Festehaffe kavmehu feeta’ûh* innehüm kânu kavmen fasikıyn;

(Firavun) halkını aşağıladı… Onlar da ona itaat ettiler… Muhakkak ki onlar inancı bozulmuş bir toplumdu! (A.Hulusi)

54 – Bu suretle kavmini istihfaf etti onlar da ona itaat eylediler, çünkü dînden çıkmış fâsık bir kavim idiler. (Elmalı)

 

Festehaffe kavmehu feeta’ûh işte böylece firavun kavmini tahrik etti, onlar da bu tahrike kapıldılar. Burada ki festehaffe; hafifleştirdi manasına gelir düz manası Ama buna bazı otoriteler aptallaştırdı anlamını vermişler. Ahmaklaştırdı. Doğrusu güzel bir anlam, toplumunu böyle ahmaklaştırdı. Fakat üstteki ayetlerle bağlantısı açısından ben tahrik etti anlamının daha uygun düşeceğini düşünüyorum. Ki Ferra da istefezze karşılığını vermiş korkuttu, tahrik etti. Onu telaşa düşürdü anlamında istefezze manası vermiş ki, bence de tahrik ediyor. Yani ulusa seslenişinde firavun ulusunu tahrik ediyor, etrafındaki insanları tahrik ediyor, Musa’ya karşı tahrik ediyor ki, kendinden yana olsunlar.

innehüm kânu kavmen fasikıyn zaten onlar öteden beri yoldan çıkmış bir kavimdiler.

 

55-) Felemma asefunentekamna minhüm feağraknâhüm ecme’ıyn;

Ne zaman ki bizi öfkelendirdiler, yaptıklarının sonucunu yaşattık; onları toptan suda boğduk. (A.Hulusi)

55 – Böyle vaktâ ki bizi gadaba davet ettiler biz de kendilerinden intikam aldık hepsini birden gark ediverdik. (Elmalı)

 

Felemma asefunentekamna minhüm feağraknâhüm ecme’ıyn bizim gazabımızı davet ettikleri zaman, ne zaman bizim gazabımızı davet ettiler, aslında esefuna; ne zaman bizi kızdırdılar, ne zaman bizi gazaba getirdiler, yani açık anlamı bu. Ne oldu peki? ekamna minhüm onlara yaptıklarının acısını tattırdık. İntikam; öç almak diye çevirmiyorum çünkü basit kaçıyor, etimolojik karşılığı birine yaptığının acısını tattırmaktır. Yaptıklarının acısını onlara tattırdık. feağraknâhüm ecme’ıyn topunu boğulmaya terk ettik.

 

56-) Fece’alnahüm selefen ve meselen lil ahıriyn;

Onları sonradan gelenlere bir geçmiş ve bir ibretlik örnek kıldık! (A.Hulusi)

56 – Gark ediverdik de onları sonrakiler için hem bir selef hem bir mesel kıldık. (Elmalı)

 

Fece’alnahüm selefen ve meselen lil ahıriyn ve onları sonraki nesiller için geçmişin acı hatırası ve ibret vesikası kıldık. Gelecek nesillere acı bir hatıra kıldık ki nesilden nesile ibreti alem olarak anlatılsınlar ki, kendilerinden tam 3.300 yıl sonra dahi, işte bakınız. Bu olayın üzerinden 3.300 yıl geçti. M.Ö. 1.300 lere tekabül eder firavunun ve hempalarının uğradığı bela, boğulması. 3.300 yıl öteden bu güne kadar ibreti alem olarak nesilden nesile geldiler. Hala lanetlenirler ve bizden sonraki nice 3.300 yıllarca dahi lanetlenmeye devam edecekler.

 

57-) Ve lemma duribebnü Meryeme meselen izâ kavmüke minhü yesıddun;

Meryemoğlu bir ibretlik örnek olarak ortaya konulduğunda, toplumun hemen ondan yüz çevirdiler. (A.Hulusi)

57 – Ve vaktâ ki Meryem’in oğlu bir mesel olarak ortaya atıldı derhal kavmin ondan çığrıştılar. (Elmalı)

 

Ve lemma duribebnü Meryeme meselen izâ kavmüke minhü yesıddun yeni bir pasaja girdi sure 57. ayetle. Burada da Hz. Musa’nın arkasından Hz. İsa, daha doğrusu Hz. İsa’nın ardından tanrılaştırılması dile getiriliyor. Yani Hz. Musa’nın yaşarken başına gelen anlatılıyor, Hz. İsa’nın da vefat ettikten sonra başına gelen anlatılıyor. Burada ilginç iki farklı sapma olayı var; Birincisi bizzat peygamberin hayatında kendisine karşı mücadele biçiminde gerçekleşiyor, ikincisi peygamberin bıraktığı risalet mirasına karşı sapma anlatılıyor.

İşte şimdi bu ikincisine geçtik. Bir peygamberin kendisine yönelik tehdit mi, mirasına yönelik, yani davetine yönelik tehdit mi daha büyük. Aslında belki bu soruyu sorduruyor bize. Hz. Musa’nın şahsına yönelik tehditler vardı, Allah o tehditleri bertaraf etti. Bu firavun da olsa, yer yüzünün süper gücü de olsa baş edemedi. Fakat bir peygamberi bekleyen en büyük tehdit, onu yaşarken onun hayatına yönelik tehdit değil, o vefat ettikten sonra bıraktığı risalet mirasına yönelik tehdit dercesine işte şimdi de Hz. İsa’nın risaletine yönelmiş olan saptırma, tahrif etme tehdidine getirdi sözü.

İmdi; ne zaman Meryem’in oğlu gündeme getirilse senin kavmin bu yüzden başlar şamata yapmaya, başlar taş kale yapmaya, ortalığı velveleye ve gürültüye vermeye.

Hıristiyanların Hz. İsa’ya yükledikleri tanrısal misyonu kendi şirklerinden daha geri ve saçma buluyor Mekke müşrikleri. İlginç değil mi. Aslında kendileri meleklerin simgelerine tapıyorlardı biliyorsunuz. Melekler insandan Allah’a daha yakın diye düşünüyorlardı müşrikler. Dolayısıyla Hıristiyanların sapmaları bizden daha berbat bir sapma, şamataları bunun için. Ne zaman Resulallah ayetlerin içinde Meryem oğlu İsa’dan söz edecek olsa, ayetlerin içinde Hz. İsa geçecek olsa hemen gürültüye başlıyorlardı. Ah..! onun ki bizden de daha beter. Yani biz hiç olmazsa meleklere tapıyoruz, onlar insana tapıyor diye ortalığı şamataya velveleye veriyorlardı.

Aslında bütün bunların özünde şu tabiat yatıyor; Başkalarının yanlışı benim meziyetimdir. Burada dile getirilen zamanlar üstü sapma, ahlaksızlık bu. Mekke müşrikleri sapmış Hıristiyanların yanlışlarını kendi meziyetleri gibi takdim etmeye kalkıyorlardı. Tabii bu mazeret olamaz. Hiç kimsenin sapması sizin sapmanıza mazeret teşkil etmez. Bunu söylüyor aslında ayet.

 

58-) Ve kalu ealihetüna hayrun em hu* ma darebuhü leke illâ cedela* belhüm kavmün hasımun;

Dediler ki: “Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?”… Bunu sadece seninle çekişmek için ileri sürdüler! İşte onlar çekişmeyi seven bir toplumdur! (A.Hulusi)

58 – Ya! dediler: bizim ilâhlarımız mı hayırlı? Yoksa o mu? Bunu sana sırf bir cidal olarak fırlattılar, doğrusu onlar çok husumetli bir kavimdirler. (Elmalı)

 

Ve kalu ealihetüna hayrun em huve ve bizim tanrılarımız mı daha değerli yoksa o mu diyorlar. Yani kendilerinin meleklere taptıklarını ima ederek. ma darebuhü leke illâ cedelen belhüm kavmün hasımun onlar bu karşılaştırmayı sadece seninle polemiğe girmek için yaparlar. Ya gerçekte onlar müzmin muhalif bir kavimdirler.

Evet, yani, aslında seninle polemiğe girmek için böyle bir karşılaştırma yapıyorlar ama özüne bakarsan ona da sana da, Musa’ya da karşılar. Yani haydi o zaman İsevi olun desen onu da olmazlar. Musevi olun desen onu da olmazlar. Yani Allah’ın hayatlarına müdahil olmasına karşılar. Dolayısıyla samimi değiller.

 

59-) İn huve illâ ‘abdün en’amna aleyhi ve ce’alnahü meselen libeniy israiyl;

O ancak kendisine in’amda bulunduğumuz ve kendisini İsrailoğullarına bir ders alınası örnek kıldığımız bir kuldur. (A.Hulusi)

59 – Hayır o ilâh değil, halîs bir kuldur, biz ona in’am ettik ve kendisini Benî İsraîl için bir mesel yaptık. (Elmalı)

 

İn huve illâ ‘abdün en’amna aleyhi ve ce’alnahü meselen libeniy israiyl İsa’ya gelince o sadece kendisine ihsan ettiğimiz ve İsrail oğullarına model kıldığımız bir kuldur.

Meselen; model, dünyevileşmiş bir inanca sevgiyi taşıyarak dengelemek için gönderilmiş bir modeldi Hz. İsa. Yahudilik Hz. Musa’nın dünyevileştirilmiş mesajıydı. Hz. Musa’nın ilahi mesajını Yahudiler içeriğinden boşaltarak ruhsuzlaştırdılar. Hz. İsa ruhsuzlaştırılmış Hz. Musa’nın mesajının içine bir ruh olarak girdi. Dengelemeye gönderildi onu.

Fakat Bir başka şey oldu bu sefer. Yani dengelemek için gönderilmiş olan Hz. İsa’nın mesajı parça olarak bütüne eklenmek yerine parça olarak tutuldu ve o da bir başka dengesizliğe dönüştürüldü. Hz. İsa’nın takipçileri tarafından, şimdi ona getiriliyor söz.

 

60-) Velev neşau lece’alnâ minküm Melaiketen fiyl Ardı yahlufûn;

Eğer dileseydik, sizden melekler oluştururduk, arzda halife olacak (ama melekiyeti bünyesinde barındıran beşer olarak meydana getirdik sizi)! (A.Hulusi)

60 – Ve dilersek sizlerden de Melâike yaparız Arzda halef olurlar. (Elmalı)

 

Velev neşau lece’alnâ minküm Melaiketen fiyl Ardı yahlufûn isteseydik elbet sizi de bir biri ardınca gelen melekler yapabilirdik. Gerçek melekler yapabilirdik, ya da melek gibi günahsız insanlar yapardık. İki anlama da gelebilir. Gerçekten melekler yapardık. Ama ikincisi daha doğru. Melek gibi yaşayan günahsız insanlar.

İyi de melek gibi yaşayan günahsız insan olmak için iradesiz olmak lazım. Eğer böyle bir insan tipi olsaydı o zaman cennete ve cehenneme gerek yoktu ki. Günahın olmadığı bir yerde sevabın değeri, karanlığın olmadığı yerde aydınlığın değeri, kötülüğün olmadığı bir yerde iyiliğin değeri, küfrün olmadığı bir yerde imanın değeri nasıl bilinecekti. Kaldı ki kötünün olmadığı bir yerde iyiye niçin ödül verilecekti. Çünkü ödül tercih sonucudur. Eğer alternatifi yoksa, yani seçme yoksa, seçmek için gerekli olan irade de gerekmez.

Dolayısıyla melekler olsaydınız o(insan) olmazdı ama melek yaratmadı Allah. Bu anlamda sizden meleklik istemiyoruz, zımnen bu söyleniyor. Allah’ın sizden istediği Hıristiyanlıkta ki ruhbanlar gibi meleklik değil, dünyadan el etek çekmek değil. Dolayısıyla dengeli olun. Yani Yahudiler dünyevileşti, Hıristiyan ruhbaniyeti de uhrevileşti. Yani sadece vicdanileşti.

Bir mağara da bir post, bir dost yeter bana mantığıyla tüm dünyayı Sezara terk etti. Bu olmaz, bu denge değil. Denge ikisini birleştirmekti. Ruhu kaçmış, ruhu öldürülmüş Musa’nın şeriatının içine İsa’yı bir ruh gibi sokmaktı ve ruhuna yeniden kavuşturmaktı. Ama bu ikisi ayrı ayrı durdu ve dengesizlik devam etti.

 

61-) Ve innehu le ‘ılmün lissaati fela temterunne Biha vettebi’un* hazâ sıratun müstekıym;

Muhakkak ki O, o Saat için bir ilimdir… Ondan şüphe etmeyin ve bana tâbi olun! Bu, işin doğrusudur! (A.Hulusi)

61 – Ve hakkı kat o, saat için bir ilimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi’ olun, işte bu yegâne doğru yoldur. (Elmalı)

 

Ve innehu le ‘ılmün lissaati fela temterunne Biha vettebi’un Bu başka bir pasaj; İmdi iyi bilin ki O, son saatin geleceğine ilişkin bir bilgidir. Ve innehu le ‘ılmün lissa’a O son saatin geleceğine ilişkin bir bilgidir. fela temterunne Biha vettebi’un şu halde bu konuda asla şüpheye düşmeyin ve bana uyun.

Burada ayetin başında ki Ve innehu da ki zamir; Hasan Basri’ye göre, Katade’ye göre, Said Bin Cübeyr’e göre Kur’an a racidir. Kur’an ı gösterir, öznesi Kur’an dır. Fakat İbn. Abbas’a, Mücahid’e göre Hz. İsa’dır. Hz. İsa’nın yer yüzüne yeniden döneceğini Kur’an dan delil ile savunanlar bu ayeti gösterirler. Fakat taberi bütün tarafların görüşlerini nakletmiş. Bu ikinci görüş, yani burada ki “He” zamirinin Hz. İsa’ya gittiği görüşü takdiri bir muzaf ister. Yani Ve innehu le ‘ılmün lisa’a. Ve inne nüzule ‘ıysa demektir. Ama nüzul kelimesini muzaf olarak takdir etmemiz için bir delilimiz yok. Ki  , büyük müfessir Tahir Bin Aşur onun için de bu uzak bir yorumdur der, delil yoktur der.

Kaldı ki ilk muhataplar yaşarken gerçekleşmeyen bir şey onlar için son saatin bilgisi olamaz. Çünkü bu ayetler evvel emirde ilk muhataplara hitap ediyor. Onlar yaşarken gerçekleşmiş bir şey olmalı ki, ya da onlardan önce gerçekleşmiş bir şey olmalı ki son saatin bilgisi olsun. Çok sonra gerçekleşecek bir şey son saatin bilgisi olarak takdim edilemez.

Gerçi buna şöyle bir itiraz yapılabilir; Onlar yaşarken olmadı ama onlar yaşarken den çok önce olmuş olan Hz. İsa’nın babasız gelmiş olması son saatin gerçekleşeceğinin bilgisi olamaz mı? O çok daha geri bir şey. Eğer son saate çok daha yakın bir şey olarak arıyorsak bunu, bu Kur’an olmalı, bu Resulallah olmalı. Çünkü baştan beri surenin ekseni Kur’an dır ve surenin başından buraya kadar verkaç yöntemiyle sure bir çok konuya gitmiş, geri dönüp Kur’an a sözü getirmiştir tam 8 kez bunu yapmıştır.

Ve çok daha açık bir delil ayetin son cümlesidir. Son cümle yani hazâ sıratun müstekıym işte bu dosdoğru bir yoldur cümlesi Kur’an a delalet eder. Çünkü İsa bir yol değildir. Bu mana da Kur’an da sıratun mustakıym nerede geçiyorsa  mutlaka vahye bir atıf içerir. İhtinasSıratalmustakıym de olduğu gibi. Allah’ın yolu vahyin yoludur. Dolayısıyla innehu da ki zamir Kur’an a racidir diyenler daha isabetlidir diyebiliriz.

İkinci yoruma bazı hadisler delil gösterilmiştir. Gerçekten de Buhari’de, Müslim’de, Ebu Davud’da, Tirmizi’de ve daha başkalarında Hz. İsa’nın kıyametten önce yeniden yer yüzüne döneceği ile ilgili haberler yer alır. Bu haberler ayeti belirlemez. Çünkü ayetler asıl, hadisler ferdir. Fer asla tabi olur. Asıl fere tabi olmaz. Dolayısıyla tabi olan hadistir, metbu olan ayettir. Ama şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki bu haberlere bakarak söyleyebiliriz ki Resulallah’ın döneminde ve ondan sonraki ilk kuşaklar içerisinde, onların yaşadığı dönemde bu mevzuu ilk nesilleri çok birinci dereceden meşgul etmiş ciddi bir gündem oluşturmuş bir mevzuu idi. Biz bunu açıkça anlıyoruz.

[Ek bilgi; Hz. İsa geri gelecek mi? Bayraktar Bayraklı.]

 

62-) Ve lâ yesuddennekümüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvun mubiyn;

Şeytan sizi engellemesin! Kesinlikle o sizin için apaçık bir düşmandır! (A.Hulusi)

62 – Ve sakın sizi Şeytan çelmesin, çünkü o size belli bir düşmandır. (Elmalı)

 

Ve lâ yesuddennekümüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvun mubiyn şeytanın sizi saptırmasına izin vermeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.

 

63-) Ve lemma cae ‘Iysa Bil beyyinati kale kad ci’tüküm Bil hikmeti ve li übeyyine leküm ba’dalleziy tahtelifune fiyh* fettekullâhe ve etıy’un;

İsa apaçık deliller olarak açığa çıktığında dedi ki: “Gerçekten size hikmeti (sistem ve düzenin gerçeklerini) getirdim ve hakkında ayrılığa düştüklerinizin bir kısmını size açıklayayım diye (geldim)… O hâlde Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu yaşatacağı için) korunun ve bana itaat edin.” (A.Hulusi)

63 – Isâ da o beyyinelerle geldiği vakit şöyle dedi: ben size hikmet ile ve ihtilâf edip durduğunuz şeylerin bazısını size beyan edeyim diye geldim, onun için Allah dan korkun ve bana itaat edin, (Elmalı)

 

Ve lemma cae ‘Iysa Bil beyyinati kal İsa hakikatin apaçık bilgileri ile geldiğinde demişti ki kad ci’tüküm Bil hikmeti ve li übeyyine leküm ba’dalleziy tahtelifune fiyh ben size hikmetle hakkında tartıştığınız bazı konuları açıklamak için geldim. fettekullâhe ve etıy’un artık Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilin ve bana uyun.

 

64-) İnnAllâhe HUve Rabbiy ve Rabbüküm fa’buduh* hazâ sıratun müstekıym;

“Kesinlikle Allâh, “HÛ”; benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir! Öyle ise O’na kulluk edin! Bu, yolun doğrusudur!” (A.Hulusi)

64 – haberiniz olsun Allah benim rabbim sizin de rabbiniz ancak odur, onun için hep ona ibadet edin, işte bu yegâne doğru yoldur. (Elmalı)

 

İnnAllâhe HUve Rabbiy ve Rabbüküm fa’buduh elbet Allah benim rabbimdir, sizinde rabbiniz yalnızca O’dur. Sadece O’na kulluk edin hazâ sıratun müstekıym bu dosdoğru yoldur demişti.

Evet, Hz. İsa’nın ağzından, yine Resulallah’ın söylediği sözler aktarıldı. Burada aslında temel bir nükte şu; Her peygamber muhataplarına benzer vahiylerle gelmişlerdir. Peygamberlerin mesajı bir birine benzer. Peygamberler mesajları bir kırılma meydana getirmez. Çünkü kaynakları aynıdır. Öncelikle bize bunu öğretiyor. İsa’da tıpkı Musa gibi bir İslam peygamberi idi.

Dolayısıyla getirdiği vahiy Hz. Muhammed’e, Hz. Musa’ya gelen vahiyden farklı bir kaynaktan değildi. Onun için her peygamber temelde aynı öze davet etiler, aynı şeye davet ettiler. Biz bunu görüyoruz burada. Zaten hazâ sıratun müstekıym derken yukarıda Resulallah’a hitaben inan aynı ibare, aşağıda Hz. İsa’nın dilinden veriliyordu.

 

65-) Fahtelefel ahzâbü min beynihim* feveylün lilleziyne zalemu min azâbi yevmin eliym;

Anlayışta ayrılığa düşenler kendi aralarında zıtlaştılar! Feci bir sürecin azabından dolayı yazıklar olsun o (nefslerine) zulmedenlere! (A.Hulusi)

65 – Sonra o hizipler kendi aralarında ihtilâf ettiler, onun için elîm bir günün azâbından vay o zulmedenlere. (Elmalı)

 

Fahtelefel ahzâbü min beynihim peki daha sonra ne oldu, dosdoğru yol geldikten sonra? Fakat onlar kendi aralarından çıkan hizipler yüzünden birbirleri ile anlaşmazlığa düştüler. Evet, Burada verilen mesaj açık. Yani peygamberler net mesajlar getirdiler, fakat peygamberi sevdiğini söyleyenler, peygamberin net mesajını bulandırarak adeta peygamber yarıştırmaya kalktılar.

Aslında Fahtelefel ahzâbü derken Hıristiyanlığın kendi içinde çıkan mezheplerden daha çok, Hz. Musa’nın mü’minleri ile Hz. İsa’nın mü’minleri arasında ki hizipleşmeye dikkat çekiyor. Hz. İsa’yı İsrail oğullarına gönderilmiş bir peygamberdir. Dolayısıyla İsrail oğulları peygamberidir ve Yahudileşmiş İsrail oğullarına hitap ediyordu. Zaten ben bir türedi değilim diyordu. Ben yasayı inkar etmek için gönderilmedim diyordu İncil’de. Yasa dediği Tevrat. Ben yasayı tamamlamak için gönderildim diyordu.

Gerçekten de burada dikkat çekilen şey de o. Bir dengeye kavuşturmak için gönderilmişti. Fakat ne oldu? Hizipleştiler, yani peygambere iman yerine tabir caizse takımdaşlığı tercih ettiler. Belki yine amiyane tabirle amigoluğu tercih ettiler. Peygamber yarıştırmayı tercih ettiler ve birbirlerine düştüler. İşte burada da o dile getiriliyor.

feveylün lilleziyne zalemu min azâbi yevmin eliym artık acı bir günün azabından dolayı yazıklar olsun zulme gömülüp gidenlere. Bu zulüm ne zulmü? Bu zulüm peygamberin bıraktığı ilahi mirasa, yani risalet mirasına sahip çıkmama zulmü. Risalet mirasını param parça etme zulmü. Onu paylaşma zulmü, onu kendi aralarında bölüşme zulmü. Tıpkı Kur’an da ifade buyrulduğu gibi küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun.(Rûm/32) her hizip kendi elinde ki parça ile övünüp durmaya başladı, kendi elindeki. Bu ne demek? Önce parçaladı bütünü, sonra her hizip elinde ki parçayı bütünün kendisi sandı. Ben bütünün kendisini tutuyorum dedi.

Körün fiili tarifini biliyorsunuz değil mi? Körleri çağırmışlar biri filin ayağını, birine hortumunu, birine kulağını, birine kuyruğunu tutturmuşlar. Her biri tarif etmiş, tuttuğu parçayı tarif etmiş. İşte bu fildir deyince fili tuttuğu parça zannetmişler. Yani fili kuyruğu, fili hortumu, fili kulağı, fili ayağı zannetmişler. Filin ayağı olmakla fil olmak ayrı şey. Filin kulağı olmakla fil olmak ayrı şey. Parça bütünü temsil eder, fakat parça bütünün kendisi değildir. Bütünden ayrılan parça anlamını kaybeder. Dolayısıyla hakikat parçalanınca hakikat olmaktan çıkar. İşte bunu göz ardı ettiler, göz ardı edince de dinlerini paramparça ettiler.

Burada kime öğüt veriliyor sizce? Elbette bu vahyin muhataplarına. Siz de nebinizin mirasını paramparça edip her parçasına biriniz kurulmayın deniliyor. Herkes elinde ki parça ile başlasın öğünmeye, işte o zaman siz de Hıristiyanlaşmış olursunuz, Yahudileşmiş olursunuz deniliyor.

 

66-) Hel yenzurune illes saate en te’tiyehüm bağteten ve hüm lâ yeş’urun;

Onlar farkında olmadıkları hâlde iken, o saatin (ölümün – kıyametin) ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar! (A.Hulusi)

66 – Hep o saate, hiç farkında değillerken ansızın onun başlarına gelivermesine bakıyorlar. (Elmalı)

 

Hel yenzurune illes saate en te’tiyehüm bağteten ve hüm lâ yeş’urun şimdi onlar kendileri farkına varmadan ansızın başlarına gelecek olan son saat dışında başka bir şey mi gözetliyorlar. Yani başka bir şeyi mi hak ediyorlar. Ansızın başlarına gelecek, hiç farkında olmadan başlarına gelecek son saat dışında bir şeyi gözlemesinler. Böyle yapanlar bunu hak ediyorlar. Yani ödül mü bekliyorlar, cennet mi bekliyorlar, aferin mi bekliyorlar, bravo iyi yaptınız mı bekliyorlar.

Bunları beklemesinler. Son saatin dehşetini beklesinler. Ansızın kopacak son saati beklesinler ki hesap sorulsun, niçin peygamberin getirdiği bütünü parçaladınız, niçin risalet mirasını paramparça ettiniz, anlamını kaybettiniz, hakikatin bütününe bakmadınız da hakikati parçalayarak hakikatin anlamını yok ettiniz. Hakikatin etkisini yok ettiniz, hakikatin gücünü yok ettiniz. Çünkü hakikati parçaladığınızda etkisini yok ederdiniz, gücünü yok ederdiniz. Hakikat bizatihi güçlü olmasına rağmen batıl karşısında güçsüz duruma düşerdi ve bu da sizin parçalamanız dolayısıyla olurdu. Bunun hesabını vereceksiniz, bunu bekleyin, ne bekliyorsunuz, aferin denilmesini mi.

 

67-) El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn;

O süreçte dostlar (dünyalık zevk arkadaşları), bazısı bazısına düşmandır! Sadece korunanlar müstesna! (A.Hulusi)

67 – Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar, müstesnâ ancak muttakîler. (Elmalı)

 

El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn can dostlar, eski dostlar bir başka ifade ile. O gün birbirlerine can düşman olacaklar. Neden? Çok ilginç bir ifade değil mi? Can dostlar, o gün birbirlerine can düşman. Bu can dostlar ne dostları? Parçalama dostları. Hani o parçayı temsil edenler birbirlerine öyle sarılacaklar ki, dini parçalamamış olmanın vebalini dahi unutacaklar. Ama orada can düşman olacaklar, neden? Çünkü yaptıklarının başlarına bela açtığını, yaptıklarının cenneti değil cehennemi getireceğini görecekler. Onun içinde savunamayacaklar, savunmayacaklar ve suçu birbirine atacaklar. O gün can düşman olacaklar.

[Ek bilgi: DOST EDİNMEK

Aklı olanlar bundan ibret alıp kıyamet günü birbirini suçlayacak ve davacı olacak dostlar edinmemelidirler. Birbirlerinin lehine şahitlik edecek dostlar edinmelidirler.

Abdullah İbn Ömer üç çeşit dost olduğunu söylemiştir;

Bunların her biri birbirinden üstün dostlardır. Kişi ölüm anında bunlardan birincisine gider «benim başıma böyle bir olay geldi, bana yardımcı ol ne olur?» der. O dostu «Bu mevzuda benim sana hiçbir yardımım olmaz, sen diğer dostlarına git, onlardan yardım iste» der.

Bunun üzerine ikinci dostuna gider ve «Benim başıma böyle bir hal geldi, ne olur bana yardım et» der. İkinci dostu da «Ben seninle beraber bir yere kadar giderim, oradan geri dönerim, seni yalnız bırakırım» der.

Ondan da bir netice alamayınca üçüncü arkadaşına gider ve ey dostum, berim başıma böyle bir hal geldi, ne olur bana yardımcı ol» der. O «ben her zaman seninle beraberim, hiçbir zaman senden ayrılmam. Çünkü beni kazanan sensin» der.

Birinci dost maldır. Ölümle beraber sahibinden ayrılır, mirasçılara kalır. Onlar, bunu istedikleri gibi sarf ederler. Sahibini hiç tanımaz, bilâkis ona yük olur. Şayet haram yoldan kazanılmışsa sahibinin hakkında davacı olur.

İkinci dost aile efradı, hısım-akrabadır. Bunlar da kabrin başına kadar giderler ve oradan geri donarlar, bir saat bile onu kabirde beklemezler. Hemen geri dönerler.

Birinci dost maldır. Ölüm esnasında sahibinden ayrılır, onu hiç tanımaz, bilâkis sahibine yük olur.

İkincisi aile efradı, hısım akraba vs çoluk çocuktur. Onlar da kabrin başına kadar gider, oradan geri dönerler.

Üçüncü dost ameldir. O hiç sahibinden ayrılmaz, onunla kabre girer. Bu, ister sâlih amel olsun, ister kötü amel olsun sahibi ile kabre girer. Salih amel olursa sahibine şefaat eder, kötü amel olursa sahibinin aleyhine döner. Aklı olanlar bundan ibret alıp, kendi lehine şahadette bulunacak amel etmelidir.

Bu âyetin mânâsından Hz. Ali’ye sorarlar, o bunu şöyle izah eder:

Mü’minlerden biri öldüğü zaman diğeri onun arkasından dua eder. O da öldüğü zaman kıyamet günü buluşup birbirlerini medhü sena ederek, biri diğerine «Sen ne güzel dostsun, beni hiç unutmadın» der. Kâfirler ise kıyamet günü birbirlerini suçlayarak, birbirlerine «sen ne kötü arkadaşsın, beni bu duruma sen düşürdün» derler ve birbirlerinden kaçarlar. Mü’minlerin hem dünyada, hem de âhirette birbirlerine faydaları vardır. Yüce Halik onları medhü sena etmiştir. {Ebü’l-Leys Semerkandi – Tefsir – ül Kur’an}]

 

El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn fakat sorumluluk bilincini kuşananlar hariç, onlar hariç. Devam edelim; 

 

68-) Ya ‘ıbadi lâ havfün aleykümül yevme ve lâ entüm tahzenun;

“Ey kullarım… Bu süreçte size bir korku yoktur… Mahzun da olmazsınız!” (A.Hulusi)

68 – Ey benim kullarım! size hiç korku yoktur bu gün ve siz mahzun da olmayacaksınız. (Elmalı)

 

Ya ‘ıbadi lâ havfün aleykümül yevme ve lâ entüm tahzenun ey sorumluluk bilincini kuşanan kullarım. Bir önceki ayetin sonundan başlayıp öyle anlamak lazım. Ey kullarım bugün ne gelecekten korkmanıza, ne de geçmişten üzüntü duymanıza gerek yok.

Evet, Havf ve hûzn; zamanlı kelimeler. Havf geleceğe tekabül eder Arap dilinde, hûzn geçmişe. Dolayısıyla gelecekten kaygı ve korku duymamak, geçmişten dolayı da üzüntü duymamak. Bu nedir? Geçmişte hiç hata yapmamış olmak anlamına mı geliyor? Yoksa geleceğe ilişkin bir garanti ve sigorta elde etmek mi. Hayır bu Allah’a sığınmak, Allahlı olmak ve yukarıda söylenenleri işlememeye çalışmaktan geçiyor. Yoksa melekleşmek anlamına gelmediğini daha önce 59. ayeti işlerken işlemiştik.

 

69-) Elleziyne amenû Bi âyâtiNA ve kânu müslimiyn;

Onlar ki varlıklarındaki işaretlerimize iman ettiler ve teslimi kabul edenlerden oldular… (A.Hulusi)

69 – Benim âyetlerime iman edip de halîs Müslüman olan kullarım. (Elmalı)

 

Elleziyne amenû Bi âyâtiNA ve kânu müslimiyn siz ey ayetlerimize iman eden ve kayıtsız şartsız teslim olanlar.

 

70-) Udhulül cennete entüm ve ezvacüküm tuhberun;

Siz ve eşleriniz (bilinç ve ruhanî bedenleriniz) neşe ve keyifle cennete dâhil olun! (A.Hulusi)

70 – Girin Cennete: siz ve zevceleriniz, sürurlar, neşeler içinde. (Elmalı)

 

Udhulül cennete entüm ve ezvacüküm tuhberun siz ve eşleriniz, ruha safa veren bir müzik eşliğinde girin haydi cennete. Onlara böyle denilecek. Şimdi cenneti hak etmiş insanlar gündeme getirildi ve onları ahirette bekleyen büyük sürprizlerden söz ediliyor.

Tuhberun; İlginçtir, el hubur; şiddetli sevinç, insana neş’e veren, sevinç taşıyan şey manasına geliyor kökü. Fakat ikinci kuşaktan Veki’, cennet şarkıları dinlerler şeklinde anlıyor bunu.

Yine Hz. Peygamber kendisine sorulmuş bir soru üzerine Tirmizi’de sıfatul cenneh bölümünde geçen bir hadiste, cennetlikleri cennette muhteşem şarkılarla bir koronun karşılayacağını, muhteşem bir koro ile karşılanacaklarını ifade buyuruyor. Cennete girerken muhteşem bir müzik dinletisi sunulacağını, insanı sevinçten, neş’e den hazdan dört köşe eden muhteşem bir müzikle karşılanacağını ifade ediyor. Cenneti nasıl, ne kadar tasvir edebilirsek, o müziği de sanırım öyle tasvir edebiliriz. Ama şu yalan dünyada güzel müziklerin bile insanın içini nasıl alıp götürdüğü düşünüldüğünde, cennetin müzikten mahrum kalması zaten düşünülemezdi. Ki zaten 30. surede bu yine benzer bir ayetle müjdeleniyor ve işte böyle bir müjde sunuluyor cennetliklere.

 

 71-) Yutafü aleyhim Bi sıhafin min zehebin ve ekvab* ve fiyha ma teştehiyhil enfüsü ve telezzül a’yün* ve entüm fiyha halidun;

Altından tabaklar ve testiler döndürülür üstlerinde… Onda nefslerin (bilinç boyutunun yaşamayı arzuladığı) iştah duyduğu ve gözlerin (basîretin zevkle seyretmek istediği kuvveler) keyif aldığı şeyler vardır! Sizler onda ebedî yaşarsınız! (A.Hulusi)

71 – Altından tepsiler ve küplerle üzerlerine dönülür dolaşır, nefislerin hoşlanacağı, gözlerin lezzet alacağı şeyler hep orada ve siz orada muhalledsiniz. (Elmalı)

 

Yutafü aleyhim Bi sıhafin min zehebin ve ekvab orada huzurlarında altın tepsilerle kadehler dolaştırılacak ve fiyha ma teştehiyhil enfüsü ve telezzül a’yün orada canlarının çektiği her şey ve gözleri kamaştıracak tanımsız hazzın her türünü bulacaklar.

Ve telezzül a’yün; ilginç bir ibare. Gözleri lezzetlendirecek diyor. Gözleri zevkten mayıştıracak..! Çok ilginç bir ibare. Cennette Allah’ın müşahede edilmesidir demiş bazı otoritelerimiz. Yani cemalullah’ın görülmesi. Ahirette böyle bir müjdenin verilmiş olması dahi insanı gerçekten dört köşe etmeye yeter. Böyle bir şeyin nasıl olabileceğini tahayyül dahi edemeyiz. Zaten dünya için bu söz konusu olmaz. Fakat keyfiyeti bilinmez ve tabii ki bu gözle değil, bambaşka bir alemde, bambaşka bir düzlemde, yani bambaşka bir müşahede. Bu galiba secde/17. ayeti ile de doğrulanıyor.

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) cennette kendisini nasıl göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse hayal dahi edemez.

İşte bu kadar. Burada söz bitiyor, burada tahayyül de bitiyor, tasavvur da bitiyor, hayal de bitiyor, hepsi bitiyor. Çünkü insanın hayali gördüklerinden müteşekkil. İnsanın hayali nihayetinde şu dünyada elde ettiği bilgilerin toplamından müteşekkil. Görmediği bir şeyi, hayal dahi edemiyor insan. O halde hayal bile edemez derken, bilemez asla, tasavvur dahi edemez derken neyi anlamamız gerektiğini biliyoruz.

ve entüm fiyha halidun işte siz orada kalıcı bir biçimde yerleşeceksiniz.

 

72-) Ve tilkel cennetülletiy uristümuha Bima küntüm ta’melun;

İşte yaptıklarınızın sonucu olarak kendisine mirasçı kılındığınız cennet budur! (A.Hulusi)

72 – Ve işte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle vâris kılındığınız Cennet. (Elmalı)

 

Ve tilkel cennetülletiy uristümuha Bima küntüm ta’melun işte yapa geldikleriniz sayesinde varisi olduğunuz cennet böyledir. Yaptıklarınız sayesinde mirasçısı olacağınız cennet işte böyledir diyor. Yani cennetin nasıl olduğunu mu merak ediyorsanız Allah’tan öğrenin çünkü görmediniz. Allah’tan başka size cenneti tarif edecek kim var.

Cennet bedel değil ödüldür. Bu ayeti doğru anlamak lazım. Doğru anlamak içinde şu ayetle birlikte anlamak lazım; sevaben min indillâh. Allah katından bir ödül olarak vAllâhu ‘ındeHU husnüs sevab. (A. İmran/195) ödüllerin en güzeli Allah katındadır.

[Ek bilgi; CENNET.

…..Cennet boyutunda, o kişinin ilmiyle sınırlı olmak şartıyla, Allâh isimlerinin özellikleri açığa çıkacak; o boyutta yaşayanlar; Allâh’ın kuvvet-kudret ve yaratıcılığıyla, diledikleri her şeyi istedikleri anda, istedikleri şekilde yaşayabileceklerdir! (A. Hulusi)]

 

73-) Leküm fiyha fakihetün kesiyretün minha te’külun;

Sizin için orada pek çok meyve (marifet türü) vardır… Onlardan yersiniz. (A.Hulusi)

73 – Sizin için onda çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz. (Elmalı)

 

Leküm fiyha fakihetün kesiyretün minha te’külun orada amellerinizin meyvelerini bol bol verecek onlardan yiyeceksiniz. Gayb olan cennetin sembolik dille tasvirinde meyvenin sembolize ettiği şey nedir? Şudur; meyve karın doyurmak için yenmez. Onun içinde acıktığınız zaman yemezsiniz. Zevk ve keyif almak için yenilir. Yani cennette yiyeceksiniz fakat acıktığınız için değil, acıkmak zaaftır. Cennette zaaf olmayacak. Keyif almak için yiyeceksiniz, lezzet almak için yiyeceksiniz, zevk almak için yiyeceksiniz.

 

74-) İnnel mücrimiyne fiy azâbi cehenneme halidun;

Muhakkak ki suçlular (şirk ehli) cehennem azabı içinde ebedî kalıcılardır. (A.Hulusi)

74 – Haberiniz olsun ki mücrimler Cehennem azâbında muhalledirler. (Elmalı)

 

İnnel mücrimiyne fiy azâbi cehenneme halidun ne var ki günahı hayat tarzı haline getirenler, mücrimiyn i böyle çevirdim, Çünkü bir kez günah işlemiş olan mücrim olmaz. Mücrim günahı isim haline getirmesi lazım, günahı hayat tarzı haline getirmesi lazım. Suç adı olmuş, günah adı olmuş adamın. İşte onun için mücrimiyn i; günahı hayat tarzı haline getirenler diye çevirdim. Cehennem azabı içinde yerleşip kalacaklar.

 

75-) Lâ yüfetteru anhüm vehüm fiyhi müblisun;

Onlardan (azap) hafifletilmez! Onlar onun içinde gelecekten umutsuzdurlar! (A.Hulusi)

75 – Kendilerinden o azâb gevşetilmez ve onlar onun içinde her ümidi kesmişlerdir. (Elmalı)

 

Lâ yüfetteru anhüm vehüm fiyhi müblisun onlardan azap hiç eksilmeyecek, dahası hiç aralık verilmeyecek, fetret olmayacak azaplarında ve onlar derin bir umutsuzluğa gömülüp gidecekler. Fiyhi mublisun. Derin bir umutsuzluğun içine, gayyasına düşecekler. ya leyteniy küntü turaba. (Nebe’)/40) diyen nefis işte bu nefis. Keşke toprak olup gitseydim. Derin bir umutsuzluk müblisun; iblisleşmek, yani dünyada iblisin askeri olanlar ahirette iblisleşecekler. İblis umutsuz vaka demektir. Allah’tan umut kesmek iblisliktir.

 

76-) Ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu hümüz zâlimiyn;

Biz onlara zulmetmedik… Ne var ki onlar nefslerine zulmedenlerdendi! (A.Hulusi)

76 – Ve biz onlara zulmetmemişizdir ve lâkin kendileri zalim idiler. (Elmalı)

 

Ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu hümüz zâlimiyn ne ki; onlara haksızlık eden biz değiliz. Fakat asıl haksızlık yapan onların kendileridir. Bu ayeti şu ibare ile birlikte belki düşünmek lazım ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun (Çok yerde, Ör; Bakara/57) fakat onlar kendi nefislerine, kendilerine zulmettiler. ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd. (Kaf/29) bizim kullarımıza zulmetme ihtimalimiz bulunmamaktadır. İşte bu.

 

77-) Ve nadev ya Malikü li yakdı aleyna Rabbük* kale inneküm makisûn;

“Ey (cehennem’in bekçisi) Mâlik! Rabbin aleyhimize hüküm versin (vefat ettirsin)!” diye nida ettiler… (Mâlik) dedi ki: “Muhakkak ki siz (burada, böyle) yaşayacaklarsınız!” (A.Hulusi)

77 – Ve şöyle çığrışmaktadırlar: ya mâlik! Rabbin işimizi bitiriversin, o demiştir ki: her halde siz duracaksınız. (Elmalı)

 

Ve nadev ya Malikü li yakdı aleyna Rabbük ve şöyle yalvaracaklar; Ey cehennemin bekçileri; rabbinize söyleyin de işimizi bitirsin. Li yakdı aleyna. Evet işimizi bitirsin. Ne dehşet bir şey olduğunu ancak böyle bir ifade beyan edebilirdi. Ne diyordu Furkan/14. ayeti; Lâ ted’ul yevme süburen vahıdenved’u süburen kesiyra. (Furkan/14)

Sübur mevtten farklı bir şey. Mevt dirilmek üzere ölmek demektir. Sübur ise dirilmemek üzere ölmektir. Böyle bir şey yok, ama onlar bunu isteyecekler. Yani dirilmemek üzere bir ölüm ver ey Allah’ım diyecekler. Ey melekler, ey cehennemin bekçileri rabbinize  söyleyin de bize dirilmeyecek bir ölüm versin. Kur’an işte buna cevap veriyor Furkan suresinde. Bugün bir tek süburu, bir tek yok oluşu çağırmayın, bir çok ölümü, birçok yok oluşu çağırın. Bir tek yetmez.

kale inneküm makisûn o cehennemin bekçisi şöyle cevap verecek; Şunu kafanıza iyice sokun siz kalıcısınız, geçici değilsiniz. Sonsuz bir hayatınız olsaydı sonsuza kadar küfredecektiniz zımnen belki de bu.

 

78-) Lekad ci’naküm Bil Hakkı ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun;

Andolsun ki size Hak olarak geldik! Ne var ki sizin çoğunluğunuz Hak’tan nefret ediyordunuz! (A.Hulusi)

78 –      Celâlim hakkı için biz size hakkı gönderdik ve lâkin ekseriniz hakkı hoşlanmayanlarsınız. (Elmalı)

 

Lekad ci’naküm Bil Hakkı ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun doğrusu biz hakikati, ayağınıza kadar getirmiştik. Evet, Bu da çok ilginç ve dokunaklı bir ifade. Hakikati ta ayağınıza kadar, ben sizin rabbiniz olduğum halde, ben sizi yarattığım halde hakikati ayağınıza kadar getirdim. Oysa akıl vermiştim arayın bulun derdim, bunu da demedim. Peygamber gönderdim. Bir tekte göndermedim, bir tek gönderdim haydi onu arayın bulun da demedim, bir çok gönderdim. Onu göndermekle de yetinmedim kitaplar gönderdim. Hatta arayın bulun kitabı kaybettiğiniz gibi demedim, onu korudum, muhafaza ettim, ayağınıza kadar getirdim hakikati. Fakat birçoğunuz hakikatten hiç hoşlanmadı. Bu ifade çok çarpıcı;

ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun bir çoğunuz hakikatten hiç hoşlanmadı. Hakikat bazılarınızın hoşuna gitmedi. 57 – 60 ve 63 – 65 te işlenen İsa konusuna geri dönüldü aslında bu ayetle. Hakikat İnsanoğlu İsa idi. Fakat yalan daha tumturaklı geldi, Tanrı oğlu İsa. Onun için hakikati bırakıp yalana sarıldınız. Hakikati sevmemek, hakikatin ne olduğu hakkında ki kararı kimin vereceğini şaşırmaktır ki işte hemen bir sonra o geliyor.

 

79-) Em ebremu emren feinna mubrimun;

Yoksa Hakk’ın ne olduğuna onlar mı hüküm verecekler! Neyin Hak olduğunu biz belirleriz! (A.Hulusi)

79 – İşi sıkı mı büktüler, fakat işte sıkı büken biziz. (Elmalı)

 

Em ebremu emren feinna mubrimun yoksa hakikatin ne olduğu hakkında ki kararı onlar mı verecekler, yoksa biz mi vereceğiz. Yani zımnen. Hayır feinna mubrimun asıl karar verici biziz, biz vereceğiz yani, onlar vermeyecekler. Hakikatin ne olduğu konusunda ki kararı biz vereceğiz.

 

80-) Em yahsebune enna lâ nesme’u sirrahüm ve necvahüm* bela ve RusülüNA ledeyhim yektübun;

Yoksa onların gizlediklerini ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanırlar? Evet (işitiyoruz)! Yanlarındaki Rasûllerimiz de yazmaktadırlar. (A.Hulusi)

80 – Yoksa biz onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanıyorlar? Hayır işitiriz hem de yanlarında elçilerimiz vardır yazarlar. (Elmalı)

 

Em yahsebune enna lâ nesme’u sirrahüm ve necvahüm yoksa onlar içlerinde sakladıklarını ve gizli kapaklı konuşmalarını duymadığımızı mı zannediyorlar. Bela asla, böyle zannetmesinler ve RusülüNA ledeyhim yektübun aksine duyarız, üstelik elçilerimiz kayda bile geçer. Yani sadece duymakla kalmayız, elçilerimiz onları kayda bile geçirirler.

Bu ayet Dârun Nedve ile ilgili olarak ta anlaşılmış, İznik konsülü ilgili olarak ta. Dârun Nedve olarakta anlaşılması Mukatilden gelen bir rivayete dayanıyor. Darun Nedve de bu dönemde Resulallah’ı katletmek için tüm müşrik reisleri, tüm kabileleri temsilen birer kişinin Dârun Nedve de toplanıp Resulallah’ı getirip, ya da Resulallah’a bir biçimde ulaşıp ortaklaşa katletme kararı almışlar.

İşte burada onların gizli kararlarını, fısıldaşmalarını, gizli kapaklı  işlerini bilmediğimizi mi zannediyorlar ibaresi ona delalet eder diyen. Mukatil’in yanında bazı müfessirler de, ki modern müfessirler, çağdaş müfessirler bu ayeti İznik konsülü ile irtibatlandırırlar. Gerçekten de İznik konsülünde -ki M.S. 325 te gerçekleşti-  o güne kadar Hz. İsa’nın mesajında muvahhit öğeler baskın unsurdu Arius Hıristiyanlığı muvahhit idi, tevhidi idi. Hz. İsa bir peygamber olarak görülüyordu.

Ama İznik konsülünde o konsülü toplayan, müzaheret eden ve arkasında dayısı olan Bizans Kralının, Roma kralının da etkisiyle Roma’nın putperest unsurları konsül eli ile Hıristiyanlığın içine sokuldu. Ve artık baba oğul ruhül Kudüs üçlüsü,üçlemesi teslis, kilisenin tek inancı olarak kabul edildi. Onun dışında muvahhit Hıristiyanlar kovuşturmaya, ölüme mahkum edildiler. Ve yakalandıkları yerde katledildiler.

İşte onların ne dümenler çevirdiklerini sahih akideyi bozmak için nasıl fırıldaklar döndürdüklerini bilmediğimizi mi zannediyorlar şeklinde de anlaşılabilir.

 

81-) Kul in kâne lirRahmâni veledün, feena evvelül ‘abidiyn;

De ki: “Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, ona ibadet edenlerin ilki bendim!” (A.Hulusi)

81 – De ki: Rahmanın bir veledi olsa ben ona tapanların birincisi olurdum. (Elmalı)

 

Kul in kâne lirRahmâni veledün, feena evvelül ‘abidiyn de ki ey peygamber, eğer rahman, o sonsuz merhamet sahibi bir erkek çocuk sahibi olsaydı, edinseydi, ona ilk tapan ben olurdum de. Evet, çarpıcı bir ifade.

 

82-) Subhane Rabbis Semâvati vel Ardı Rabbil ‘Arşi ‘amma yesıfun;

Semâlar ve arzın Rabbi, arşın Rabbi onların tanımlamalarından münezzehtir! (A.Hulusi)

82 – Tenzih o sübhâna o Göklerin ve Yerin rabbi, rabbül’arşe onların vasıflarından. (Elmalı)

 

Subhane Rabbis Semâvati vel Ardı Rabbil ‘Arşi ‘amma yesıfun göklerin ve yerin rabbi, yüce hükümranlık makamının rabbi; onların yakıştırdığı bu tip her şeyden münezzehtir, berî dir, asla O’na böyle şeyler yakıştırılamaz.

 

83-) Fezerhüm yehudu ve yel’abu hattâ yulaku yevme hümülleziy yu’adun;

Bırak onları, vadolundukları sürece kavuşuncaya kadar (dünyalarına) dalsınlar ve oynasınlar! (A.Hulusi)

83 – Şimdi bırak onları dalsınlar, oynaya dursunlar tâ vaad olundukları günlerine çatasıya kadar. (Elmalı)

 

Fezerhüm yehudu ve yel’abu hattâ yulaku yevme hümülleziy yu’adun artık onları bırak, geleceği vaad olunan günlerine kavuşuncaya kadar lafazanlıkla oyalansınlar. Yehudu; aslında yürüyerek havuzun derin kısmına dalmak demektir. Ama burada mecazen Arap dilinde lafa dalmak, lafazanlık yapmak olarak görülüyor lügatlarda. Ki burada ki anlamı da o. Dalsınlar, lafazanlıkla oyalansınlar ve kelimelerle oynasınlar.

Zaten öyle yaptılar. Kelimelerle oynadılar. Aslında baba derken mecaz kullanmışlar da, Allah’a baba demek mecazi imiş de, işte oğul derken de biraz mecaz kullanmışlar, bu mecazı bazıları hakikat sanmış ve onun içinde bazıları karıştırmışlar. İşte İsa’nın bedeni değil asıl, ruhu temsil edermiş tanrıyı. Dolayısıyla onlar ruhunu kastederek öyle söylemişler. Vs. vs. İşte lavzanlık, lafazanlığa dalmak söz konusu olunca en yanlış bile lavgarlıkla izah edilmeye kalkılır. Tabii ikna edici olmaz o ayrı mesele.

 

84-) Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh* ve “HU”vel Hakiymül Aliym;

“HÛ”dur (Esmâ’sıyla) semâda da ilâh (olarak düşünülen), arzda da ilâh (olarak düşünülen)! “HÛ”; Hakiym’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

84 – Hem o odur ki Gökte de ilâh Yerde de ilahtır ve hakîm odur alîm o. (Elmalı)

 

Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh zira gökte de ilah olan, yerde de ilah olan yalnızca O’dur. Evet, bu müstakil bir cümle olarak da anlaşılmalı. Gökte de ilah olan yerde de ilah olan O’dur. Kime; Herkese Allah’ı göklerin tanrısı olarak görüpte kendi hayatına karıştırmak istemeyen herkese bir uyarıdır bu.

ve “HU”vel Hakiymül Aliym ve O sonsuz hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. Her tür seküler ve düalist mantığı reddeder bu ayet. Allah hayata müdahildir der. Ey Allah’ı hayatına karıştırmak istemeyenler. Alemi yaratan sana müdahildir. Yer yüzüne de karışır, hayatına da karışır, karışacaktır.

 

85-) Ve tebarekelleziy leHU Mülküs Semâvati vel Ardı ve ma beyne hüma* ve ‘ındeHU ‘ılmüs saati ve ileyHİ turce’un;

Semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin mülkü kendisi için olan ne yüce mübarektir! O’nun indîndedir, o saatin (ölüm – kıyamet) ilmi… O’na döndürüleceksiniz! (A.Hulusi)

85 – Ve ne yücedir o ki Göklerin Yerin ve bütün aralarındakilerin mülkü onun, saate ilim de onun nezdindedir ve hep döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

 

Ve tebarekelleziy leHU Mülküs Semâvati vel Ardı ve ma beyne hüma göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkü kendisine ait olan Allah ne yüce, ne mübarektir, ne büyük bir bereketin kaynağıdır. ve ‘ındeHU ‘ılmüs saah son saatin bilgisi sadece onun katındadır.

Yani buradan yola çıkarak hiç kimse spekülasyon yapmasın, hiç kimse kendisini mehdi ilan etmeye  kalkmasın, hiç kimse son saat şu zaman kopacak, kıyamet şu zaman gelecek, veya kıyametten önce şunlar şunlar olacak. Biz bunları biliyoruz diye ortaya çıkmasınlar. Şifre çözmeye kalkmasınlar, şifrecilik yapmasın. Hiç kimse haddini bilmezlik yapmasın. ve ‘ındeHU ‘ılmüs saah son saatin bilgisi sadece onun katındadır. ve ileyHİ turce’un dönüş yalnızca O’nadır.

 

86-) Ve lâ yemlikülleziyne yed’une min dûnihiş şefaate illâ men şehide Bil Hakkı ve hüm ya’lemun;

O’nun dûnunda olarak yöneldikleri şefaate sahip olamazlar; ancak bilerek Hak olarak şahit olanlar müstesna! (A.Hulusi)

86 – Ondan başka yalvarıp durdukları şeyler şefaat de edemezler ancak bilerek hakka şahadet eden kimseler müstesnâ. (Elmalı)

 

Ve lâ yemlikülleziyne yed’une min dûnihiş şefaah ondan başka yalvarıp yakardıkları varlıklar hiç kimseye şefaat edemezler. illâ men şehide Bil Hakkı ve hüm ya’lemun ne ki; Hakikate şahit olanlar var ya, işte sadece onlar bilir bunu. Bu gerçeği sadece hakikate şahit olanlar bilir.

 

87-) Ve lein seeltehüm men halekahüm le yekulünnAllâhu feenna yü’fekûn;

Yemin olsun ki eğer onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allâh” diyecekler… (Hak’tan) nasıl çevriliyorlar peki? (A.Hulusi)

87 – Celâlim hakkı için sorsan onlara: kendilerini kim yarattı elbette Allah derler, o halde nasıl çevrilirler? (Elmalı)

 

Ve lein seeltehüm men halekahüm le yekulünnAllâh ve eğer onlara kimin yarattığından sual etsen, hiç tereddütsüz Allah yarattı derler. Hem Hıristiyanlar ve müşrikler gibi putlaştıranlar, hem de melekler ve Hz. İsa gibi putlaştırılanlar için geçerli bu ibare. Yani eğer Hz. İsa’yı gitseniz de ruhu İsa’dan sorsanız kim yarattı seni, elbette hiç tereddütsüz Allah’tır. Meleklere gitseniz de ki müşrikler melekleri put ittihaz ediyorlardı, sizi kim yarattı deseniz Allah’tır derler. Yine müşriklere gitseniz onlar da öyle derler. Hz. İsa’yı ilahlaştıranlara sorsanız sizi kim yarattı, herhalde İsa demezler. Allah derler. Ama neden İsa’ya tanrılık yakıştırıyorsunuz o zaman, neden melekleri tanrı biliyorsunuz o zaman. Yani bu çelişki ne oluyor. Aslında bu soruyu sormamızı istiyor.

feenna yü’fekûn şu halde nasıl da savruluyorlar. Zaten sordu. Yani siz sorun, biz soralım; Nasıl savruk düşünmüyorsunuz, nasıl savruluyorsunuz, nasıl bu iftirayı atıyorsunuz. İfk olmayan bir şeyi icat etmek, oldurmaya kalkmak, yalan uydurmak anlamına. Nasıl böyle savruk bir zihinle bakıyorsunuz.

 

88-) Ve kıylihi ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun;

Onun sözü: “Yâ Rabbi, bunlar iman etmeyen bir toplumdur!” (A.Hulusi)

88 – Onun ya rab! demesi hakkı için her halde onlar imana gelmez bir kavımdırlar. (Elmalı)

 

Ve kıylihi ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun ve o birilerinin içleri yanarak, daha doğrusu o elçinin içi yanarak şöyle diyeceğini de bilir. Ey rabbim, ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun işte bunlar inanmamakta direnen bir kavimdir. Aslında bu bana Furkan suresinde Resulallah’ın şikayetini akla getirdi, hatırlattı. Ya rab; inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) bu kavim Kur’an ı terk edilmiş bir kitap olarak bıraktı. Tıpkı buna benzeyen bir şikayet. Onun içinde öznesi belli olmayan ve öznesine sadece bir zamirle yer alan özne, Allah’u alem Allah’ın elçisi olsa gerek. Öyle okumak doğru okumaktır.

 

89-) Fasfah anhüm ve kul Selâm* fesevfe ya’lemun;

(Rasûlüm!) Sen onlara aldırma ve: “Selâm” de! Yakında bilecekler (işin hakikatini)! (A.Hulusi)

89 – Şimdi sen onlardan sarfı nazar et de selâm: de, artık ileride bileceklerdir. (Elmalı)

 

Fasfah anhüm ve kul Selâmun  fesevfe ya’lemun fakat sen verdikleri selamı güzel bir tavırla karşıla. Aslında verdikleri selam ibaresi ayette yok. Fakat Hud/69. ayetine dayanarak böyle anlıyorum selâmun gelmesinden dolayı. Selamen gelseydi böyle anlamayacaktım. Güzel bir tavırla onların selamını karşıla ve size selâm olsun de. Nasıl olsa gerçeği zamanı gelince öğrenecekler.

Evet, verdikleri selamı al, her ne olursa olsun onlarla irtibatı yine de kesme. Yani onlardan umut kesme. Ölünceye kadar onlara daveti götür. Unutma Allah umut kesmiyor, senin umut kesmen gerkemiyor. Bu anlamda ..idfa’ Billetiy hiye Ahsen… (Fussilet/34) tezini en güzel şekilde savun ayetini, bu ayetin ışığında anlamak lazım.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
2 Yorum

Yazan: 28 Haziran 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

2 responses to “Tefsir Dersleri ZUHRUF SURESİ (40-89) (155)

  1. mustafa metin

    15 Mart 2022 at 08:41

    Değerli hocam, cümlelerdeki kelimelerde çeşitli bariz hatalar var. Anlamı, bazen de okunuşu zorlaştırıyor. Düzeltilmesi gereken sözcükler var. Allah’ım razı olsun.

     
    • ekabirweb

      15 Mart 2022 at 18:44

      Aleykümselam. Yazıların tarihleri eski olduğu için ve çok inceleme şansımız olmadığından gözümüzden kaçan hatalar olabilir. Yerlerini bildirirseniz elimden geldiğince düzeltmeye gayret ederim. Teşekkürler. Allah sizlerden de razı olsun.

       

Yorum bırakın