RSS

İslamoğlu Tef. Ders. RA’D SURESİ (19-43)(80)

20 Oca

 

 

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Sevgili Kur’an dostları geçen dersimizde rablerinin çağrısına icabet edenlerin kavuşacakları güzel akıbet, yani cenneti müjdeleyen Ra’d suresinin 19. ayeti ile son bulmuştu. Bu dersimiz 19. ayetle devam ediyor.

19-) Efemen ya’lemu ennema ünzile ileyke min Rabbikel Hakku kemen huve a’ma* innema yetezekkeru ulül ‘elbab;

Rabbinden sana inzâl olunan Hak’tır; gerçeğini gören kişi, buna kör olan kişi gibi midir? Yalnızca, derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler! (A.Hulusi)

19 – Şimdi Rabbinden sana indirilenin hakikaten Hakk olduğunu bilir kimse âmâ olan gibi olur mu? Fakat onu ancak akıl ve vicdanı temiz olanlar idrâk eder. (Elmalı)

Efemen ya’lemu ennema ünzile ileyke min Rabbikel Hakku kemen huve a’ma hiç rabbin katından sana indirilenin hakikat olduğunu bilen kimse, böyle biri: Hakikate karşı kör davranan kimseyle bir tutulabilir mi. Yüreğinin gözü görmeyenle, yüreğinin gözü gören bir olur mu? Yüreğinin gözü kör olan biri bir şeye gülerken, yüreğinin gözü gören biri aynı şeye ağlar. Yüreğinin gözü kör olan birinin sevindiğine, açık olan biri üzülebilir. Onun üzüldüğüne de diğeri sevinebilir. Dolayısıyla ikisinin yaşayışı bir olmaz, hayatı algılayışı bir olmaz, okuyuşu bir olmaz, tabii ki duruşu bir olmaz. Bir olmayan bakışın eylemleri de bir olmaz. Eylemleri aynı olmayan iki farklı hayatın akıbeti bir olur mu? Elbette iki farklı hayatın akıbeti de iki farklı hayat olmalı. Cennet ve cehennem. İşte böyle bir başlangıcın öylesine sonucudur, akıbetidir.

innema yetezekkeru ulül ‘elbab; elbet ancak basiret sahipleri öğüt alırlar. Yani Allah’ın bu kıyaslamasından yüreğinin gözleri görenle yüreğinin gözleri görmeyen insanla ne kastettiğini tabii ki basiret sahibi biri kavrar, basiret sahibi olursa zaten yüreğinin gözü görüyor demektir. Görene basiret sahibi derler. Çünkü basiret; yürek gözü ile görmektir.

20-) Elleziyne yufune Bi ahdillâhi ve lâ yenkudunel miysâk;

Onlar (hakikate erenler), Allâh ahidlerine uyarlar (Allâh’ın varlıklarında açığa çıkardığı hakikat bilgisinin gereğini yaşarlar), mîsaklarını (yaratılış fıtriyetlerini) bozmazlar. (A.Hulusi)

20 – Onlar ki Allahın ahdine vefâ ederler ve misâkı bozmazlar. (Elmalı)

Elleziyne yufune Bi ahdillâhi ve lâ yenkudunel miysâk; onlar ki Allah’a verdikleri söze sadakat gösterirler ve tabii ki fıtrat sözleşmesine uyarlar, onu ihlal etmezler.

Vahye göre akıllılık nedir sorusunun cevabı burada. Yani innema yetezekkeru ulül ‘elbab; dedi bir önceki 19. ayet. Yani elbet ancak düşünen akla sahip olanlar, yani akleden kalbe sahip olanlar bunu bilirler, fark ederler, düşünürler.

Peki akleden kalbe sahip olmanın özelliği nedir. İşte akıllılık nedir Allah’a göre, vahye göre o sorunun cevabı burada işleniyor ve diyor ki; Allah’a verdikleri söze sadakat gösterirler. ..evfu Bi ahdillâh. (Nahl/91) Birinci şartı bu. Bunun içinde ondan önce bir şart daha var; ve lâ yenkudunel miysâk misakı çiğnemezler.

Ben burada miysak’ı fıtrat sözleşmesi olarak aldım. Yani insanın yaratılıştan getirdiği temel değerler, ontolojik değerler. Dolayısıyla sapma ilk defa orada başlıyor. Önce yaratılıştan getirdiği değerlere yabancılaşıyor. İşte Miysak’a ihanet budur. Çünkü Miysak insanın yaratılışta sahip olduğu, Allah’ın daha yaratırken ona yüklediği temel değerler. Kendisi, temiz özü, temiz aslı, nüvesi, çekirdeği, belki ilk hafızası demek lazım. Allah’ın yüklediği ilk format demek lazım.

İşte onunla arası açılan bir insan. Ona ihanet eden, onu ihlal eden bir insan. Hemen ardından Allah’a da yabancılaşıyor. Allah ile yaptığı sözleşmeyi de bozuyor. Kendisine karşı yabancılaşanın Allah a karşı yabancılaşması doğal bir sonuç oluyor. Kendisi ile barışık olmayan birinin, Allah ile barışık olmama gibi bir sonuç elde ediliyor.

İşte burada bu iki şey dile getiriliyor. ..evfu Bi ahdillâh. (Nahl/91) Allah ile sözleşmesine sadık kalır. Çünkü ve lâ yenkudunel miysâk kendi fıtratıyla olan sözleşmesini bozmaz. Anlaşmayı ihlal etmez. İki şart.

21-) Velleziyne yasılune ma emerAllâhu Bihi en yusale ve yahşevne Rabbehüm ve yehafune sûel hısab;

Onlar, Allâh’ın BİRleştirilmesini emrettiği şeyi BİRleştirirler (“oluşmuş benlik”le “orijin benlik”in “bir”leşmesiyle oluşan yaşam boyutu); Rablerinden (Esmâ özelliklerinin muhteşem sonsuzluğundan) haşyet duyarlar; hesabın kötüsünden (hakkını vermemenin sonuçlarından) korkarlar. (A.Hulusi)

21 – Ve onlar ki Allahın riayet edilmesini emrettiği hukuka riâyet ederler, Rablerine saygı besler! ve hisâbın kötülüğünden korkarlar. (Elmalı)

Velleziyne yasılune ma emerAllâhu Bihi en yusal yine o kimseler. Kimler? Akıllılar. Ne yaparlar? 3. olarak Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kurarlar. Evet, akleden kalbe sahip olanlar, Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kurarlar. Bitiştirilmesini emrettiğini bitiştirirler. İrtibatlandırılmasını emrettiği şeyi irtibatlandırırlar. Bakara 27 nin ve bu surenin 25. ayetinin müspet cümlesi bu. Oralarda menfisi gelmiş bunun. Yani akılsızlar. Dolayısıyla kendisine ihanet edenler ve tabii ki Allah’a ihanet edenler ne yaparlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği bağları koparıp ayırırlar. Onun için bunlar birbirinin zıddı.

Burada akıllı insanların yapmaları gereken ilk şey nedir? Öncelikle fıtrat sözleşmelerine ihanet etmemek. Sonra Allah ile olan ilişkilerini bozmamak, sonra Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmamak. Aslında bunlar birbirinin devamı; ..üdhulû fiys silmi kâffe.. (Bakara/208) der Kur’an. Silme, yani İslam’a topyekun girin, parça parça değil.

Bunu şöyle de anlayabiliriz. Sadece inancınızı Müslüman etmeyin, aklınızı da Müslüman edin. Düşünce biçiminizi de Müslüman edin. Duygunuzu da Müslüman edin. Hatta oradan yola çıkın elinizi ayağınızı, gözünüzü kulağınızı, dilinizi dudağınızı da Müslüman edin. Yani komple Müslüman olun. Bu kamil Mümin olmanın ön şartıdır. Onun için aklı Müslüman etmek insanın ilk çabası olmalıdır. Akıl bağ demektir. Ukâl; Hayvan yuları manasına gelir, o kökten türetilir. Onun için akıl; bir şeyi bir şeye bağlayan bağdır. Peki neyi neye bağlar; Neyi neye bağlamaz ki..!

Burada kadiym tefsir geleneğimiz sadece sıla-i rahm, yani akrabalık bağlarından söz etmiş. Fakat bu muhteşem uyarıyı sadece akrabalık bağlarına hasretmemizi gerektirecek hiçbir gerekçe yok. Aksine çok büyük, çok geniş bir anlam alanı içeriyor. Dünyayı ahirete bağlar Müslüman aklı.

Aklını Müslüman etmiş bir kişi, dünyayı ahiretten ayrı düşünmez.

Aklını Müslüman etmiş bir kişi ruhu cesetten, cesedi ruhtan, bedeni ruhtan ayrı düşünmez. Onun için böyle bir kişi sadece bedeninin güzelliği ile değil ruhunun güzelliği ile de ilgilenir. Böyle bir kişi sadece bedenini beslemez, ruhunu da besler. Böyle bir kişi bedeni acıktığı zaman harekete geçmez, ruhunun da acıktığının farkında olur. Bunun için bu ikisi arasında bağ kuran bir akıl şart.

Daha neyi neye bağlar? Maddeyi manaya bağlar. Elde ettiği her bir maddi varlığın, aslında kendisine bir emanet, ilahi bir emanet olduğu sonucuna işte bu bağ dolayısıyla varır

Ve tabii ki imanı amele bağlar. Amelsiz iman, imansız amel düşünmez.

Dini topluma bağlar. Toplumsuz bir din, dinsiz bir toplum düşünmez.

İktidarı bilgiye bağlar, bilgisiz bir iktidarın zulüm, iktidarsız bir bilginin ise muktedir olmayan, güçsüz ve kendi yatağına çekilmiş boş bir bilgi olduğunu bilir. Dolayısıyla dini, dünyanın her alanına bağlar. Siyasete, ticarete, ekonomiye bağlar. Dinsiz bir para, parasız bir din düşünemez. Ahlaksız bir servet, servetsiz bir ahlak ta düşünmez. Onun için bunları hep birbirine bağlar.

İşte bu İslam aklının en temel özelliğidir, bağ, bağlamak. Burada da ifade edilen en geniş anlamıyla budur. Varlığı zincirleme birbirine bağlar. Varlığa olan şefkat ve merhameti sadece kendisine yakın olanla sınırlı kalmaz. Halka halka tüm bir varlığı kuşatır. Çünkü o bu şefkat ve merhametini, Allah’ın şefkat ve merhametinden almıştır. Onun için mahlukata bakışı şefkat ve merhametle kuşatılmıştır. Bu bağ sonucunda, dağa bakarken, toprağa bakarken, ekine bakarken, insana bakarken hep Allah’ı hatırlar. Çünkü bağ kurar. Gördüğü her şeyin arkasındaki ilk sebebi görür ve dolayısıyla her gördüğü bir ayettir, onu okur. İşte

İslam aklının bağ kurması bu demektir ve burada; Velleziyne yasılune ma emerAllâhu Bihi en yusal derken ayet, Allah’ın kurulmasını emrettiği bağlar bu kadar çeşitli ve kurulunca onu kuran aklı ise bu kadar muhteşem bir akıl haline gelir.

ve yahşevne Rabbehüm ve yehafune sûel hısab; zira onlar, rablerinin sevgisini yitirme kaygısıyla titrerler ve hesabı kötü vermekten pek korkarlar.

Sevgili Kuran dostları ve yahşevne Rabbehüm ibaresini; Rablerinin sevgisini kaybetme korkusuyla titrerler diye çevirdim. Çünkü Haşyet, sıradan bir korku değildir. İnsanın yılandan, ya da fareden korkmasına haşyet denilmez. Haşyet; sevgiyi yitirme korkusudur. Haşyet, beni sevmez diye korkmaktır, beni döver diye değil. Haşyetle havf arasındaki fark budur. Onun için Allah korkusu, aslında sevgiye dayalı bir korkudur. Neden; Rabbimin sevgisini yıpratırım, bana olan sevgisini zedelerim diye tir tir titremesi haşyettir.

Burada da iki madde sayıldı yukarıdakilere ek olarak, üç madde olmuştu yukarıda, burada ise; Rab sevgisini yitirme korkusuyla titrerler ve bir de ahiret ve akıbet endişesi, yani hesabı kötü vermekten korkarlar. Kimler; Akıllı olanlar. O akıllıların hala özellikleri sayılıyor. Buraya kadar beş özellik oldu. Devam ediyoruz;

22-) Velleziyne saberubtiğae vechi Rabbihim ve ekamus Salâte ve enfeku mimma razaknahüm sirran ve alaniyeten ve yedreune Bil hasenetisseyyiete ülaike lehüm ukbeddar;

Yine onlar Rablerinin vechini (cennet yaşamı olan rabbanî kuvvelerin açığa çıkışı yaşamını) arzulayarak sabrettiler (mevcut şartlarına); salâtı ikame ettiler ve kendilerinde açığa çıkardığımız yaşam gıdasından gizli ve açık olarak bağışta bulundular… Yaptıkları yanlışları (arkasından yapacakları) güzel fiillerle yok ederler… İşte onlarındır geleceğin vatanı! (A.Hulusi)

22 – Ve onlar ki Mevlâlarının rızasına ermek için sabretmekte, namazı dürüst kılmak da, kendilerine verdiğimiz rızklardan gizli açık infak eylemektedirler, ve seyyieyi hasene ile defederler, işte bunlar, Dünya yurdunun ukbası onlara. (Elmalı)

Velleziyne saberubtiğae vechi Rabbihim işte onlar rablerinin rızasını elde etme yolunda direnirler, sabrederler, sabır direniştir. Allah’ın rızasını elde etmek için direnmek.

Allah’ın rızasını elde etmek için direnmek mi gerekir, her halde. Çünkü Allah’ın razı olduğu yolda durmak, o yolda yürüyüşü sürdürmek, o uzun maratonu sürdürebilmek için direnmek, dişini sıkmak gerekir. Çünkü önünüze ne engeller çıkartılacak, ne sınavlardan geçeceksiniz, ne heyelanlar göreceksiniz. Önünüze gelen engelde eğer oraya oturup kalırsanız, işte direnmemiş olacaksınız. Yok önünüze çıkan bir heyelanda servis yolu yapıp, orayı aşıp yolculuğunuzu sürdürür iseniz o zaman sabırlı olan sizsiniz.

Bu ayetten bu ibareden yola çıkarak sabrın yatmak demeye gelmediği herhalde anlaşılmıştır. Ben uyumaya sabrettim denilemez. Sabretmek için mutlaka orada bir iş yapıyor olmanız lazım, bedel ödemeniz lazım. Bedel ödemeyen kimsenin sabrettim deme hakkı bulunmamaktadır.

ve ekamus Salâh bir başka şart, ve salatı ikame ederler.

Namaz salatı ikame etmenin şer’i boyutu. Ama bir de bunun, salatı ikame etmenin özü var. Yani varlık boyutu, ontolojik boyutu var ki, o da Allah karşısında esas duruşu korumaktır. Namaz bu esas duruşun, sembolün dili ile ifadesidir. Asıl namazın aracısı olduğu şey, İnsanın Allah karşısında esas duruşudur. O nedenle namaz anlamına gelen salât kelimesi; İnsanın omurga kemiğine, insanı dik tutan, onu baştan başa dik tutan omurga kemiğine verilen sözcükten türetilmiştir. Sâl. Yani Allah karşısında esas duruşunu koruyan.

ve enfeku mimma razaknahüm sirran ve alaniyeten ve kendilerine verdiğimiz nimetlerden gizlice ya da açıktan sarf ederler. Yani fazla olandan değil, işe yaramaz olandan değil, atacaklarından değil, nimet olarak gördüklerinden, kendilerinin sevdiklerinden kendilerinin kullanabileceklerinden gizli ya da açık. Sadece gizli vereceğim kaygısıyla vermekten geri durmakta riyanın ters dönmüş biçimidir. Tabii ki sadece herkes görsün diye vermek ne ise, onun tersi olan kimse görmesin diye şeytanın kendisini aldattığı ve bu sayede vermekten de geri duran insan da yine bir başka tür, yani bu sefer önden değil arkadan gelen tarafından gelen tarafından aldatılmıştır.

ve yedreune Bil hasenetisseyyie ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldırırlar. Bunun bir manası, daha doğrusu bunun bireysel manası; yaptıkları kötülüğü tevbe ile silerler. Allah’tan af dilerler ve Allah’a yönelirler. Bir başkasında yaptığı kötülüğü özür dileyerek ve o kötülüğün sonuçlarını izale ederek silerler. Bir başkasının kendilerine yaptığı kötülüğü onlara, mukabil bir kötülük yapmak yerine iyilikle, belki buradaki iyilik, makul bir tavırla, mümkün olan iyi bir tavırla, o anda ona ne yapılması gerekiyorsa. Çünkü size yapılan kötülüğün misli ile mukabele etmeniz Kur’an tarafından müsaade edilen bir şeydir. Fakat afla bağışlamanız evla ve Ahsen görülmüş, tavsiye edilmiştir. İyilikle savarlar.

ülaike lehüm ukbeddar; ( 23 – Cennatü Adnin) İşte onlar bu diyarın mutlu sona ulaşacak sakinleridir kalıcı mutluluğun merkezi cennetlerdir. Onların ulaşacağı mutlu son.

Önceki ibare tam 9 maddelik bir akıllı insan profili çizdi. 4 madde de burada geldi. Daha önce 5 madde gelmişti, burada da 4 madde gelince tam 9 özellik sahibi olan bir akıllı insan profili. Kur’an a göre akıllı insanın özellikleri işte onlar.

Peki, bir insan böyle akıllı olunca ona ne var sorusunu mu soruyorsunuz. İşte hemen arkadan gelen ayetin son cümlesi ile müteakip ayetin ilk cümlesi bunun cevabını veriyor. İşte onlar diyor; ülaike lehüm ukbeddar; ( 23 – Cennatü Adnin) bu diyarın mutlu sona ulaşacak sakinleridir ki, o mutlu son nedir? Kalıcı mutluluğun merkezi olan cennetlerdir. Cennatü Adnin.

Adnin; mutluluk merkezi diye çevirdim. Ma’din, maden de aynı kökten gelir. Arapçası Ma’din dir. Madene neden maden demişler? Çünkü eşyanın yoğunluk, ağırlık ve çekim merkezime Ma’din denir Arapçada. Yani kökünün bulunduğu ve üretildiği yer. Kökünün, aslının, tohumunun bulunduğu, ya da üretildiği yere maden derler. Onun için adn cenneti, tüm güzelliklerin adeta üretildiği yer. Kendisinden fışkırdığı yer. Adeta güzellik tohumunun ekildiği tarla, cennet. Adeta güzelliğin madeni, işte o. Onun için mutluluk merkezi cennetler verilecek o insanlara. Akıllı adamların akıbeti; mutluluğun üretildiği merkez olan cennettir. Yukarıda ki 9 özelliğe sahip olan akıllılar.

23-) {Cennatü Adnin} yedhuluneha ve men saleha min abaihim ve ezvacihim ve zürriyyatihim vel Melaiketü yedhulune aleyhim min külli bab;

(Geleceğin yurdu) Adn cennetleridir (hakikatlerindeki Esmâ kuvveleriyle bilinçli olarak Yaşama mertebesi)… Ana-babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salâha erenler (düzelip uyumlu hâlde yaşayanlar) ile BİRlikte (aynı hakikati yaşayarak) oraya girerler… Melekler de her kapıdan onların üzerine girerler (o boyutun yaşamı için gerekli kuvveler de her kanaldan kendilerinde açığa çıkar)! (A.Hulusi)

23 – Adin cennetleri: onlara girecekler, atalarından ve zevcelerinden ve zürriyetlerinden Salih olanlar da beraber, öyle ki Melekler her kapıdan yerlerine girerek diyecekler. (Elmalı)

{Cennatü Adnin} yedhuluneha ve men saleha min abaihim ve ezvacihim ve zürriyyatihim Onlar ve onların atalarından, eşlerinden ve nesillerinden erdemli kimseler oraya girecekler.

Cennet dediğin bile tek başına yaşanmaz. Çünkü sevdiğin, sevdiklerin, dostun, dostlarının olmadığı bir yer cennet bile olsa buruktur. Onun için burada, bu ayette, senin yanına, senin gibi Allah’la olan sözleşmesine sadık, senin gibi fıtrat sözleşmesine ihanet etmemiş olan ve o 9 şartı yerine getiren akıllı sevdiklerin insanlar da beraber olacaklar. Atalarından çocuklarından ya da eşlerden.

 vel Melaiketü yedhulune aleyhim min külli bab; {24 – Selâmün alayküm Bima sabertüm fenı’me ukbed dar;}

24-) Selâmün alayküm Bima sabertüm fenı’me ukbed dar;

“Selâmun aleyküm (Selâm ismiyle işaret edilen kuvvesi sizde açığa çıksın) sabretmenizin sonucu… Son vatan ne güzel!” (“Vatan sevgisi imandandır” hadisinde işaret edilen “vatan” budur. A.H.) (A.Hulusi)

24 – Selâm sizlere, sabrettiğiniz için bakın ne güzel: yurdun ukbası. (Elmalı)

{23. den: vel Melaiketü yedhulune aleyhim min külli bab} Selâmün alayküm Bima sabertüm fenı’me ukbed dar; Ve melekler bütün kapılardan onların huzuruna girecekler ve şöyle seslenecekler; Selâm sizlere. Selâmün alayküm ey cennet ehli. Bima sabertüm bu rabbinizin rızasını elde etme yolundaki direncinizin bir sonucudur. Hani yukarıda geçmişti ya, tırnak içinde onu 22. ayetteki onu, o açıktan gelen cümleyi burada zımni olarak geçtiği varsayımına dayanarak burada da zikrettim. Yani Rabbinizin rızasını elde etme yolunda ki direncinizin bir sonucudur bu, bu cennet.

İşte Dar-ı dünyanın ardından gelen mutlu son ne muhteşemdir. fenı’me ukbed dar Bu dünya diyarının ardından gelen ukba diyarı cennet, ne muhteşem, ne güzel bir sonuçtur.

Allah’tan haber alacağımız gayb alanından söz ediyor bu ayet. Bu haberi başka kimden haber alabilirdik. Bize böyle bir haberi verecek başka bir ajans ya da haber kaynağı var mı? Allah verir. Cennetten Allah haber verir ve O haber veriyor.

Ukba, son, akıbet manasına gelir. Tüm dilciler ve müfessirler ittifakla bu anlamı tercih etmişler. Müspet ve menfi anlamda da kullanılıyor. Tüm Kur’an da ki ukba geçen ayetleri alt alta dizdiğimizde bunu anlıyoruz. Burada fenı’me yani ne güzel nitelemesiyle geldiği için biz de bu akıbetin güzel bir akıbet olduğunu anlıyoruz.

25-) Velleziyne yenkudune ahdAllâhi min ba’di miysâkıhı ve yaktaune ma emerAllâhu Bihi en yusale ve yüfsidune fiyl Ard* ülaike lehümülla’netü ve lehüm suüddar;

Mîsaklarına rağmen (yaratılışlarındaki mutlak teslimiyet fıtratına rağmen) sonradan Allâh Ahdini (şartlandırılmaları ya da bilgileri yanlış değerlendirmeleri yüzünden) bozanlar; Allâh’ın (şirk anlayışının kaldırılarak) BİRleştirilmesini/vusûlünü emrettiği şeyi kesip koparanlar (oluşmuş benliğin orijin benden ayrı bir yapı olduğunu kabul edenler) ve arzda (bedeni amacına uygun kullanmayarak, karındaki beyinin esiri olarak) ifsad yapanlara gelince, işte Allâh’tan uzaklaştırılmışlık (hakikatlerine bahşedilmiş Esmâ kuvvelerinden uzak düşmek) onlar içindir! Vatanın kötüsü de onlaradır! (A.Hulusi)

25 – Amma Allahın ahdini misak ile tevsik ettikten sonra nakzedenler ve Allahın raptedilmesini emrettiği rabıtaları koparanlar ve yer yüzünü fesada verenler, işte bunlar, lânet onlara, ve yurdun kötüsü onlara. (Elmalı)

Velleziyne yenkudune ahdAllâhi min ba’di miysâkıhı ve yaktaune ma emerAllâhu Bihi en yusale ve yüfsidune fiyl Ard ama fıtrat sözleşmesinin ardından Allah’a verdikleri sözü ihlal edenler ve Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kesip kopararak sonunda yeryüzünde sosyal çürümeye neden olanlar var ya, ülaike lehümülla’netü ve lehüm suüddar; işte onlar Allah’ın rahmetinden kesinlikle dışlanmışlardır. Allah onları rahmetinden dışlamıştır ve dar-ı dünyanın ardından gelen kötü akıbet onları beklemektedir.

Evet dostlar, yukarıda müspet olarak Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini birleştirenler dile getirildi. Burada ise, onların tam zıddı bir tip ele alınıyor, bir tipoloji. O tipolojinin vasfı şu. Allah’la olan sözleşmesini bozar.

..yenkudûne ahdAllahi min ba’di miysakın.. (Bakara/27) Çok ilginç bir ibare bu; Fıtrat sözleşmesine rağmen diye de çevrilebilir bu. Yani fıtrat sözleşmesini bozduktan sonra bir de dönüp Allah’la olan sözleşmesini ihlal eder. Zaten kendine yabancılaşırsa rabbine yabancılaşması kaçınılmaz olur. Onun için kendisini bilen rabbini bilir. Kendisiyle barışık olmayan biri, rabbiyle de barışık olmayacaktır. İşte burada ifade buyrulan hakikat budur ve tabii o kendisiyle ve rabbiyle olan ilişkisini koparınca böyle bir akla sahip. Bu aklın temel özelliği nedir; ..ve yaktaune mâ emerAllahu Bihî en yûsal.. (Bak. /27) Buna benzer bir ibare bakara suresinde de gelmişti hatırlayınız; Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparırlar. Kesip ayırırlar. Yaktau, kesip koparmak. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği her şeyi.

O zaman da biraz önce yukarıdaki ayeti tefsir ederken de dile getirmiştik. Dünya ve ahireti birbirinden koparırlar. Koparınca dünya ahiret siz kalır ve tek dünyalı düşünmeye başlar. Tek dünyalı düşünen dünyasını elinden alınca hayatı bitmiş gibi olur. Tek dünyalı düşüneni, dünya ile korkuturlar. Ahireti olanı ahiretle.

Onun için çift dünyalı olan biri tek dünyası elinden alınınca işi bitmiş biri gibi davranmaz. Onu mahveden ve kahreden, diğerine pek bir şey yapmaz. Yıkamaz onu. Çünkü onun ikinci bir dünyası daha var. Çünkü o bağı koparmadı. Dünya ile ahiret arasındaki bağı koparmadı. Bedenine bir arıza gelirse, b u onun hayatının sonu değildir. Yani onu umutsuzluğa sürüklemez. Çünkü onun bir dünyası ve o dünyada bir bedeni daha olacak. Onun için onunla teselli bulur.

İman teselli ve tedavi edicidir işte bu manada ve bu imana ait akıl da daima bağlanması gerekli unsurları bağlar. Akılla nakil arasını bağlar. Allah’ın vahyini akılla bağladığı için; Aklı insanın içindeki bir peygamber, vahyi insanın dışındaki bir akıl gibi okur. Bağları bağladığı için dini dünyadan ayırmaz. Onun dünyası dinli bir dünyadır, dinsiz bir dünya değil.

Bağlanması gerekli şeyleri ayırmadığı için yaptığı her işte Allah’ı müdahil olarak görür. Eğer ticaret yapıyorsa Allah’ı hatırından bir an uzak tutmaz, kazandığı şeylerin bir emanet olduğunu işte bu bağ sayesinde anlar. Bağı koparmış bir akıl, benim değil mi der. Kendi kendine yettiğini zanneder. Dolayısıyla o aklı karşılıksız olarak vermeye ikna edemezsiniz. Dolayısıyla o aklı israfın haram olduğuna ikna edemezsiniz, benim değil mi demiştir, çünkü bağı koparmıştır.

İşte burada o akıldan söz ediliyor ve bu aklın akıbeti nedir, Allah’ın bağlanmasını emrettiği şeyleri kesip koparan aklın akıbeti; ülaike lehümülla’ne Allah’ın rahmetinden kesinlikle dışlanmaktır. La’net, rahmetten dışlanmak anlamına gelir. Onun için birine lanet etmek; Allah seni rahmetinden dışlasın demektir. ve lehüm suüddar; Böyle birinin akıbeti ne olsa ki, ne olsa gerek, İşte burada söyleniyor. Ve dar-ı dünyanın ardından gelen kötü akıbet onları beklemektedir.

Yukarıda Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparanların yer yüzünde yol açtıkları bir felaket daha var. Nedir o; ..ve yüfsidûne fiyl’Ard.. (Bakara/27) ayetin içinde geçti. Yer yüzünü fesada verirler.

Fesat; ahlaki çürümeden tutun da, sosyal, siyasal, ekonomik, ilmi, teknolojik çözülmeye ve kokuşmaya kadar her türlü yozlaşmaya verilen addır. Onun için böyle bir akıl eğer hakim olursa yer yüzüne, yer yüzüne hakim olan medeniyet böyle bir akıldan neş’et ederse, böyle bir akla yaslanırsa o zaman yer yüzünün dengeleri bozulur. Çürüme ve yozlaşma başlar, ahlaki kokuşma başlar. İşte bugün olduğu gibi. Çünkü bugün yer yüzüne hakim olan akıl, Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları koparan bir akıl. Eşya ile Allah arasındaki bağı görmüyor. Görmediği için eşyayı Allahsız niteliyor. Onu Allahsızlaştırıyor, ona çabalıyor, anlamsızlaştırıyor yani. Çünkü Allah demek anlam demektir.

Onun için de bir emanet olarak görmüyor. Suyu, yeri, göğü, dağı, taşı bir emanet olarak görmüyor. Emanet olarak görmeyince emanete sadakatten ya da ihanetten söz edemiyor. İhanet ediyor ama bunun hainlik olduğunu bilmiyor. Çünkü kurulması gereken bağı kopardı. Allah’ın yer yüzünde ki bir görevlisi olduğunu unutuyor akan ırmakların. Doğan güneşin Allah’a iman etmiş şuursuz bir Müslüman olduğunu unutuyor. Dağların, Allah’ın emrine amade olmuş iradesiz bir mümin olduğunu unutuyor. Onun için de bağ kuramıyor. Peygamber gibi bağ kuramıyor. Bağ kursaydı;

Uhudun, cebelun yuhibbune ve yuhıbbu. Uhud, o bir dağ. Fakat o bizi sever, biz onu severiz.

Diyebilmek bağ kurmakla olur. Dağ tarafından sevilmek ve dağı sevmek, işte böyle bir aklın ulaştığı muhteşem bir bakış açısıdır.

26-) Allâhu yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir* ve ferihu Bil hayatid dünya* ve mel hayatüd dünya fiyl ahireti illâ meta’;

Allâh dilediğine yaşam gıdasını bollaştırır, dilediğininkini de daraltır! (Onlar) dünyalıklarıyla ferahlayıp şımardılar… (Oysa) gelecek sürecine göre dünya hayatı, sadece geçici avuntudur! (A.Hulusi)

26 – Allah dilediği kimseye rızkı genişletir, daraltır da, onlar ise Dünya hayat ile ferahlamaktalar, halbuki Dünya hayat Âhiretin yanında bir yol azığından ibarettir. (Elmalı)

Allâhu yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir Allah rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. ve ferihu Bil hayatid dünya ve rızkı genişletilenler dünya hayatında sevinirler. ve mel hayatüd dünya fiyl ahireti illâ meta’; ne var ki dünya hayatı ahirete nazaran geçici ve tadımlık bir lezzettir. Geçici bir hazdır.

Böyle bir ayet hemen buracıkta neden geldi derseniz, bu tipik bir mantığa cevaptır. O mantık ta bu ayetin ilk muhataplarında yaygın olan bir mantık. Hayatlarında, dünyada eğer refah içindelerse, bolluk ve bereket içindelerse, bu bolluk ve bereketi yaşantılarının doğruluğuna bir referans sayıyorlardı ve biz haklıyız, haklı olmasaydık Allah bize bu kadar nimeti verir miydi diyorlardı.

Bu korkunç bir bakış açısı gerçekten işte bağlantıyı koparan aklın sahibini içine düşürdüğü çukurdur bu. Çünkü içinde bulunduğunuz maddi refah ile, Hakk üzere olduğunuz arasında bağlantı kurmak ancak bir zalimin veya bir zalim yöneticinin güç bende, demek ki ben haklıyım demesinden farkı bulunmamaktır. Gücü olan her zaman Hakka sahip değildir. Maddi refah içinde bulunanın her zaman hakikat üzere olmadığı gibi. Böyle bir mantık bugün de yer yüzüne baktığında neden falancalar teknolojiyi geliştiriyorlar, şunu buluyorlar, bunu buluyorlar, demek ki onlar haklı veya demek ki onlar şöyle mantığı, işte bu mantığın bir gölgesi, bir iz düşümü.

Bu doğru değil. Çünkü yer yüzünde ne ile sınanıyor olduğunuz sizin akıbetinizin göstergesi değil. Çok güzel ve iyi insanlar acılarla sınanabilir. Çok kötü insanlar da bir takım servetler ve nimetlerle sınanabilir.

Bu manada işte bağ kurmayı bilmeyen bir akıl böyle davranır. Böyle bakar. Burada da müşrik aklı dünyada bol bol lûtfa nail olmayı Allah’ın sevdiğinin bir göstergesi olarak görüyor ve Resulallah’a karşı çıkarken işte bu argümanı kullanıyor, bu aklı kullanarak diyordu ki; Allah eğer biz Hakk üzerinde olmasaydık bu kadar nimete gark etmezdi. Bize bu kadar nimeti verdiğine göre biz doğruyuz, haklıyız. Yani onların ebedi felaketlerine böyle bir akıl yürütme sebep olmuştu.Çünkü akıl, bağ kuramayan bir akıldı. Bağ kursaydı eğer servetin imtihan için verildiğini, malın ve mülkün, hayat standardının, insanın sınanması olduğunu, bu sınavı veremeyen için bunların bir bela, bir musibet anlamına geldiğini anlarlardı.

27-) Ve yekulülleziyne keferu levla ünzile aleyhi ayetün min Rabbih* kul innAllâhe yudıllu men yeşau ve yehdiy ileyHİ men enab;

O hakikat bilgisini inkâr edenler: “O’na Rabbinden bir mucize inzâl edilseydi ya?” derler… De ki: “Muhakkak ki Allâh dilediğini saptırır, kendisine dönüp yöneleni de hakikate erdirir.” (A.Hulusi)

27 – Yine o küfredenler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir âyet indirilseydi ya!.. De ki, hakikat Allah dilediği kimseyi şaşırtıyor kim de gönül verirse kendini hidayet buyuruyor. (Elmalı)

Ve yekulülleziyne keferu levla ünzile aleyhi ayetün min Rabbih Yine küfürde direnenler; ona rabbinden bir mucize indirilmesi gerekmez miydi. Yine aynı akıl diyor dikkat buyurunuz. Biraz önce kendisinin içinde bulunduğu dünyevi refahı, hakikat üzerinde oluşuna bir delil olarak gösteren, bağlantıyı koparmış akıl, yani bağ olduğunu unutup referans olduğunu zanneden akıl. Aracı olduğunu unutup amaç olduğunu düşünen akıl. İp olduğunu unutup kendinsin merkez olduğunu düşünen akıl, böyle bir akıl. İyi ve kötüyü tanımakla görevli olduğunu unutup tanımlamaya kalkışan akıl. İşte böyle uzatabiliriz.

O diyordu bunu. Ne diyordu levla ünzile aleyhi ayetün min Rabbih ona rabbinden bir belge, bir mucize indirilmesi gerekmez miydi. Neden. Bağ koparmış bir akıl söyler bunu. Eğer bağlantıyım koparmamış olsaydı en büyük mucize ile yüz yüze olduğunu fark etmesi lazımdı vahiyle. Şu vahyin büyük mucizesini görmeyen bir akıl, başka mucizeler gelse ne yapacak ki. Zaten daha önceki toplumlara gelmiş ve onlarda hiçbir şey değişmemişti. Onun için onlar gözlerinin önündeki büyük mucizeyi görmüyorlar. Çünkü bağlantı kuramıyorlardı. Onun için ek ve ilave olağanüstülükler istiyorlardı.

Kul bu akla şu cevabı ver bu müşrik akla innAllâhe yudıllu men yeşau ve yehdiy ileyHİ men enab; Allah dileyen kimsenin sapmasını diler, kendisine yönelen kimseyi ise doğru yola yöneltir.

Çok ilginç değil mi. Gerçekten de Kur’an da yehdiy men yeşau , yudıllu men yeşau ibarelerini çift failli olarak çeviririm. Yani Yeşa’ fiilinin öznesi hem Allah açık özne. Gizli özne ise sonunda bir “H” zamiri varmış gibi takdir edilerek insan. Onun için de şöyle çeviririm. Dileyenin hidayetini diler, isteyenin sapmasını diler şeklinde. İşte bu çevirimin bir numaralı dil dışındaki açık delili de bu ayettir. Bakınız 1. cümlede yudıllu men yeşau dileyen kimsenin sapmasını diler diye çeviriyorum. Neden; Çünkü gizli failinin insan olması bir yana, açıkça Kur’an ı bir istikraya tabi tuttuğunuzda, yani tüme varım için okumaya tabi tuttuğunuzda hemen şu ayeti görüyoruz;

..ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn; (Bakara/26) O yoldan sapmış olanlar dışında kimseyi saptırmaz.

Açık değil mi, ispata ne gerek var. Yani aslında saptıran O değil, sapanı saptırıyor. Daha doğrusu sapmayı tercih edenin tercihine saygılıdır Allah. Onu tercihiyle baş başa bırakıyor. Verdiği iradeye müdahale etmiyor ve tercihi yönünde o da iradesini diliyor. İşte 2. Cümlede bu açığa çıkıyor. Gizli özne 2. cümlede açık özneye dönüşüyor ve yehdiy ileyHİ men enab kendisine yönelen, enab, yani tevbe ile eş anlamlıdır, inabe, yönelmek, dönmek, kendisine yönelen kimseyi de doğru yola yöneltir. Yöneleni yöneltir. Burada ortaya çıkıyor 2. özne, açıkça ortaya çıkıyor. Başka ayetlerde gizli kalan özne işte bu ayette, Ra’d suresinin 27. ayetinde ortaya çıkıyor.

Onun için Kur’an da ki tüm bu formda gelen ayetleri iki özneli olarak çevirdim: Hidayetini isteyenin hidayetini ister, sapmak isteyeni saptırır. Bu Allah’ın iradesi insanın tercihi sonunda gerçekleşir demektir. Yani Allah iradesini, insanın tercihinden bağımsız tecelli ettirmiyor. Bunu yasa olarak kendisi koymuştur. Vermeyi dilemeseydi, dilemeyi vermezdi sözünde, özdeyişinde anlamını bulan hakikat işte budur.

28-) Elleziyne amenû ve tatmeinü kulubühüm Bizikrillâh* ela Bi zikrillâhi tatmeinnül kulub;

Onlar ki iman etmişlerdir ve şuurları Allâh’ı hakikatlerinde olarak hatırlayıp hissetmenin tatminini yaşar! Kesinlikle biline ki, şuurlar Bizikrillâh (Allâh’ı, Esmâ’sının işaret ettiği anlamlar doğrultusunda hakikatinde HATIRLAYIP hissetmek) ile mutmain olur! (A.Hulusi)

28 – Onlar ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allahın zikri ile yatışır, evet Allahın zikriyledir ki kalpler yatışır. (Elmalı)

Elleziyne amenû ve tatmeinü kulubühüm Bizikrillâh İşte onlar iman eder ve kalpleri Allah’ın vahyi ile mutmain olan kimselerdir. Onlar iman ederler ve kalpleri Allah’ın vahyi ile mutmain olur.

Ben burada zikrullah tamlamasını, yani zikri vahyin bir sıfatı olarak çevirdim ki doğrusu budur. Bunu Allah’ı anmak diye de çevirenler olur, fakat bu bağlamda hem siyad hem sibat vahiyden söz etmektedir burada. Onun için bu bağlamda Zikrullah’ın anlamı Allah’ın vahyidir. Zaten;

İnna nahnu nezzelnez Zikra.. (Hicr/9) ayetinde olduğu gibi; zikri biz, işte biz indirdik derken vahiy kastediliyordu. Tüm vahiylerin ortak özelliklerinden biri de zikir olmasıdır.

Kalbi tatmin eden vahiy, siz ne ile tatmin oluyorsunuz. Herkes benin gibi bunu kendisine sormalı. Ey nefsim, ey öz benliğim, sen ne ile tatmin oluyorsun. Küçük ruhlar, küçük akıllar basit şeylerle tatmin olurlar. Büyük akıllar büyük değerlerle tatmin olurlar. İlahi değerlerden aşağısıyla tatmin olan akıllar, bir şekere razı olan küçük, bebe aklına benzer. Olgunlaşmamış akıllardır.

ela Bi zikrillâhi tatmeinnül kulub; Bakın, akleden kalpler yalnızca Allah’ın vahyi ile tatmin olur.

29-) Elleziyne amenû ve amilus salihati Tûba lehüm ve hüsnü meab;

İman edip imanın gereğini yaşayanlar var ya, onlara Tûba (cennet ağacı) ve hakikatlerindekini yaşamanın güzellikleri vardır. (A.Hulusi)

29 – Onlar ki iman etmişlerdir ve Salih ameller işlemektedirler, ne hoş, tubâ onların, istikbal güzelliği onların. (Elmalı)

Elleziyne amenû ve amilus salihati Tûba lehüm ve hüsnü meab; iman eden ve Salih amel ortaya koyan bu kimseler var ya, göz aydınlığı onlarındır. Güzel yurt, muhteşem gelecek onlarındır. Yani Allah’tan aşağısıyla, ilahi değerlerden aşağısıyla tatmin olmayanlar ödüllerin en büyüğünü hak edecekler. Cennetten aşağısıyla razı olmayanlar, cennetle ödüllendirileceklerdir. Neye razı olduğunuz, ne ile tatmin olduğunuza bağlı.

30-) Kezâlike erselnake fiy ümmetin kad halet min kabliha ümemün litetlüve aleyhimülleziy evhayna ileyke ve hüm yekfürune BirRahmân* kul HUve Rabbiy lâ ilâhe illâ HU* aleyHi tevekkeltü ve ileyHİ metab;

İşte böylece, kendinden önce nice toplumlar gelip geçmiş bir topluluk içinde seni açığa çıkardık ki; Rahmân’ı inkâr edenlere, sana vahyettiğimizi okuyup bildiresin… De ki: “Rabbim ‘HÛ’! Tanrı yoktur sadece ‘HÛ’! Tevekkülüm O’nadır ve metab (tövbe – dönüş) O’nadır.” (A.Hulusi)

30 – İşte böyle kendilerinden evvel nice ümmetler geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki onlar rahmana küfredenlerken sen onlara karşı sana vahy ettiğimiz kitabı okuyasın, de ki: o rahman benim Rabbim, ondan başka ilâh yok, ben ona dayandım tevbem de onadır. (Elmalı)

Kezâlike erselnake fiy ümmetin kad halet min kabliha ümemün litetlüve aleyhimülleziy evhayna ileyk Böylece ey nebiy, ey peygamber, kendisinden önce nice inkarcı toplumların gelip geçtiği bir toplumun ardından elçi olarak seni seçtik ki, sana vah yettiklerimizi kendilerine ulaştırasın diye. ve hüm yekfürune BirRahmân Fakat ilginç olan onlar, Rahman’ı inkar ediyorlar. Gerçekten ilginç. Allah’ı değil Rahman’ı inkar ediyorlar. Rahman olan Allah’a itirazın nedeni ne ola gerek. Gerçekten ilginç, vahyin; O’nun rahmetinin eseri oluşu. Vahit O’nun rahmetinin bir eseri olarak ifade buyruluyor Kur’an ın her tarafında. Bunu biliyorlar ve bu vasfıyla hayata müdahil olan bir Allah’la karşı karşıyalar. Sıkıntıları buradan kaynaklanıyor. Onun için Hudeybiye’de Süheyl Bin Amr; BismillahirRahmanirRahıym yazdıran Resulallah’ı sert bir biçimde azarlıyor; O da neymiş biz Onu bilmiyoruz, onu sil, Bismikallahümme yaz diyordu. Rahman olan Allah’ı kabul etmek istemiyordu. Rahman sıfatına karşı korkunç bir tepkileri vardı. İşte oradan geliyor. Rahman vasfıyla Allah, hayatlarına müdahil oluyordu. Yani onlar Rububiyyeti inkar ediyorlardı. Rububiyyeti inkarın aynı o mantığın sonucu oluşunu bir sonraki cümleden anlıyoruz.

Kul HUve Rabbiy Evet, de ki O benim rabbimdir. Çok ilginç, hemen yukarıdan Rahman’ı inkar edenlerden söz ediliyor. De ki O benim rabbimdir. Rahmaniyyetten rububiyyete geçiverdi ve devam ediyor ayet;

 lâ ilâhe illâ HU Burada da uluhiyete geçti. Yani insanın başını döndüren Allah’ın sıfatları Rububiyyet, Rahmaniyyet ve Uluhiyeti arasında ve zatı arasında bir, gerçekten de muhteşem bir yolculuk yaptırıyor zihne. Burada söylenmek istenen açık. Rahmaniyyetin inkarı, Rububiyyetin inkarından dolayı idi. Rububiyyetin inkarının varacağı sonucunda netice ise Uluhiyyetin inkarıdır. Onun için bunları hep birbiri ile adeta bir referans gibi, birbirinin referansı gibi, birbirinin devamı olarak niteliyor ve müşriklerin, inkarcı aklın Rahmaniyyeti inkarının Rububiyyetin inkarından kaynaklandığını, bunun ise uluhiyeti inkar demeye geldiğini açıkça ifade ediyordu.

aleyHi tevekkeltü ve ileyHİ metab; Yalnızca O’na güvendim, yüzümü çevirdim O’na.

31-) Ve lev enne Kur’ânen süyyirat Bihil cibalu ev kuttıat Bihil Ardu ev küllime Bihil mevta* bel Lillâhil’emru cemiy’a* efelem yey’esilleziyne amenû en lev yeşaullahu lehedenNase cemiy’a* ve lâ yezalülleziyne keferu tusıybühüm Bima sana’u kariatün ev tehullu kariyben min darihim hatta ye’tiye va’dullah* innAllâhe lâ yuhlifül miy’ad;

Eğer ki, kendisi (okunarak) dağların yürütüldüğü yahut arzın parça parça edildiği veya kendisiyle ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı bu (gene iman etmezlerdi)! Hayır, Hüküm tümüyle Allâh’ındır! İman edenler açıkça bilmediler mi, eğer Allâh dileseydi elbette insanların hepsini hakikate erdirirdi! Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, kendi eserleri dolayısıyla; kendilerine veya yurtlarının yakınına bir musîbet isâbet etmekten geri kalmaz… Tâ ki Allâh vaadi gelinceye kadar… Muhakkak ki Allâh vaadinden dönmez! (A.Hulusi)

31 – Bir Kur’an, onunla dağlar yürütülse veya onunla Arz parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa!.. Fakat bütün emir Allahın, daha iman edenler, kâfirlerden ümidi kesip anlamadılar mı ki Allah dilese idi elbette insanlara hep birden hidayet buyurdu, o küfredenler onların kendi sanatlar ile başlarına musîbet inip duracak veya Hud yurtlarının yakınına konacak, nihayet Allahın vaadi gelecek, her halde Allah miadını şaşırmaz. (Elmalı)

Ve lev enne Kur’ânen süyyirat Bihil cibalu ev kuttıat Bihil Ardu ev küllime Bihil mevta eğer bu kendisi ile dağların yürütüldüğü, yerlerin paramparça edildiği, ölülerin konuşturulduğu bir hitap olsaydı, yine de inanmazlardı.

Kur’an ı hitap olarak, terim olarak çevirmem, daha önce izah ettiğim için şu anda üzerinde durmayıp geçiyorum. Bihil vesilesiyle demek. bu ibare vesilesiyle anlamına geliyor car ve mecrur. Yani Kur’an a inandırmak için bir yedek mucize getirseydik onlara manasını anlamak lazım. Yani Kur’an a inanmaları için ilave bir mucize getirsek, dağları yürütseydik manasına geliyor.

Bel Lillâhil’emru cemiy’a Bilakis iş ve oluş bütünüyle Allah’ın emrine amadedir. efelem yey’esilleziyne amenû en lev yeşaullahu lehedenNase cemiy’a Bu da çok muhteşem bir ifade. Peki, iman edenler daha hala anlayıp ta umutlarını kesmediler mi ki, eğer Allah isteseydi insanların tümünü doğru yola yöneltirdi. Bundan hala umutlarını kesmediler mi. Yani burada söylenmek istenen efelem yey’es in nasıl anlaşılacağı konusu İslam tefsir tarihinde çok büyük tartışmalara neden olmuş, ama bizce hiç tartışmaya gerek yok, iş açık, hatta bu kelimeyi; Allah’ın mutlak iradesiyle açıklayamayınca efelem ya’lem gibi farklı bir mana verenler olmuş. Yani anlamadılar mı. Ama efelem yey’es, yani hala umutlarını kesmediler mi.

Neden? Allah’ın insanlığın tamamını hidayete erdireceği beklentisinden vazgeçmediler mi diyor burada.

Neden; Çünkü bu ilahi yasalara aykırı bir beklentidir. Böyle bir beklenti müminlerin beklentisi bu. Fakat ilahi yasaya aykırı. Eski aklın tortusuyla oluşmuş bir beklenti bu. İslam aklının değil. Dolayısıyla eski aklın tortusunu reddediyor ve onu İslam aklına çeviriyor. Böyle bir beklenti İslam aklının beklentisi olamaz diyor.

Neden; Allah insanların tercih ve iradelerini yok saymaz diyor. Yani buradan Allah insanların tamamını hidayete erdirmez şeklinde anlamaktan da öte, Allah insanın tercihini yok saymaz şeklinde anlamak, yukarıdaki 27. ayetle bağlantılı olarak daha doğru bir anlayıştır.

ve lâ yezalülleziyne keferu tusıybühüm Bima sana’u ama, küfürde ısrar edenlere gelince, yapıp ettikleri onların başına bir felaket getirecektir. Yani tekrar ve tekrar, lâ yezal sürekliliğe delalet eder. Sürekli felaketten felakete koşacaklar. kariatün ev tehullu kariyben min darihim hatta ye’tiye va’dullah ya da yurtlarının başına ansızın konuverecek bu bela ta ki Allah’ın verdiği söz yerini bulsun.  innAllâhe lâ yuhlifül miy’ad; çünkü Allah sözünden asla caymaz.

32-) Ve lekadistühzie Bi rusulin min kablike fe emleytü lilleziyne keferu sümme ehaztühüm, fekeyfe kâne ıkab;

Andolsun, senden önceki Rasûller ile de alay edilmiştir… Ben o hakikat bilgisini inkâr edenlere mühlet verdim, sonra onları yakaladım… Yaptıklarının sonucu olarak oluşan azap nasılmış! (A.Hulusi)

32 – Kasem olsun ki senden evvel ki peygamberlerle istihza edildi de ben o küfredenlere bir müddet meydan verdim sonra da tuttum ıkaba çektim, o vakit ıkabım nasıl oldu? (Elmalı)

Ve lekadistühzie Bi rusulin min kablik Hitap doğrudan Resule yöneldi ve diyor ki; Doğrusu senden önceki elçilerde alaya alınmışlardı. fe emleytü lilleziyne keferu sümme ehaztühüm bu yüzden önce küfürde ısrar eden o kimselere süre tanıdım, sonunda onları kıskıvrak enseledim. Yakaladım. fekeyfe kâne ıkab; cezalandırma nasıl olurmuş görsünler bakayım diye.

33-) Efemen HUve kaimün alâ külli nefsin Bima kesebet* ve ce’alu Lillâhi şürekâ’* kul semmuhüm* em tünebbiunehu Bima lâ ya’lemu fiyl Ardı em Bi zahirin minel kavl* bel züyyine lilleziyne keferu mekruhüm ve suddu anissebiyl* ve men yudlilillâhu fema lehu min had;

O, her nefsin açığa çıkardığının getirisini oluşturan(ken), (tutup) Allâh’a ortaklar koştular… De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O’na arzda bilmediği şeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa boş laf mı ediyorsunuz?”… Hayır, hakikat bilgisini inkâr edenlere mekrleri süslendi ve Es Sebiyl’den (Allâh yolundan) alıkondular… Allâh kimi saptırırsa, artık onun için hakikate erdirici yoktur! (A.Hulusi)

33 – Böyle her nefsin bütün kazancıyla üzerinde kaim olan zata küfredilir mi? tuttular Allaha şerikler koştular, de ki: Söyleyin bakalım onların isimlerini, ya ona bu Arzda bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa manâsı yok sırf zahirî bir lâf mı? Doğrusu küfre saplananlara mekirleri hoş gösterildi ve hak yolundan saptırıldılar, her kimi de Allah saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur. (Elmalı)

Efemen HUve kaimün alâ külli nefsin Bima kesebet O değilse kimmiş bakayım kazandıkları nedeniyle her canlı varlığın tepesine dikilip duran O değilse kimmiş söyleyin bakayım. İfade ve üslûba dikkat buyurun lütfen; ve ce’alu Lillâhi şürekâ buna rağmen hala Allah’a ortak koşuyorlar. Tepelerinde sürekli hazır ve nazır olmasına rağmen hala Allah’a ortak koşuyorlar.

Kul semmuhüm De ki; onları keyfinize göre isimlendirin, yani onlara ortak deyin, şefaatçi deyin, Allah dostu deyin, ne derseniz deyin. İsimlendirin bakalım aklınıza estiği gibi Allah’tan bir haber almadığınız halde. Allah onlara böyle bir özellik vermediği halde aklınıza estiği gibi isimlendirin.

Bu ilginç bir ifade. Belli ki İlah, şerik nitelendirmelerini Te’vil ederek; onlar şefaatçiler, aracılar, Allah’a yaklaştıran vesileler diyorlardı bunlara. Onun için bu gerçeği değiştirmez demek istiyor. Yani sizin onlara verdiğiniz isim, onların mahiyetini değiştirmez. Bu aracı demekle o aracı olmaz. Bu bize Allah yanında, Allah katında şefaat edecek diyerek taptığınız putların, ya da insanların onlara aracılık yüklemenizin gerçeği hiçbir şekilde değiştirmez diyor. .

em tünebbiunehu Bima lâ ya’lemu fiyl Ard yani siz yer yüzünde bilmediği bir şeyi O’na haber mi veriyorsunuz, öylemi? Yani siz Allah’a bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz. em Bi zahirin minel kavl Bu daha da ilginç; Belki de sözü hakiki anlamında değil, sırf zahiri anlamda kullanıyorsunuzdur.

Böyle çevirmeyi uygun buldum. Yani sizin onlara atfettiğiniz aracılık, kayırıcı, şefaat vs. Biz onlara ortak, ilah derken Allah’la eşit tutmuyoruz. Diye düşünüyorlardı mutlaka, buradan onu anlıyoruz. Yani zahiren diyoruz diyorlardı. Te’vil ediyorlardı belli ki. Bir beis olmadığını düşünüyorlardı. Yani Allah’a ortak dersek, zaten ortak olmadığı açık, bunda bir beis yok diye düşünmüşlerdi sanırım. Çünkü onlar Allah dışında kileri Allah gibi görmüyorlardı. Hiçbir zaman Allah dışındaki bir varlığı Allah olarak görmediler. Allah’a eşit olarak hiçbir zaman görmediler; Çünkü Zümer suresinin 3. ayeti bunu bize haber veriyor; Bunlara niçin tapıyorsunuz, bunlara niçin böyle isimler koyuyorsunuz dediğinizde ne cevap veriyorlar;

.. liyükarribûna ilAllâhi zülfâ. (Zümer/3) Bunlar bizi Allah’a yaklaştıracak olan araçlardır diyorlardı. Yani Allah’ın dışında ikinci bir Allah’ın olmadığını onlar da biliyorlardı. İlahın olmadığını onlar da biliyorlardı. Fakat hakikatle mecazı yer değiştiriyorlardı. Yani mecazı hakikate kaydediyorlar ve kelimelerle oynuyorlardı.

bel züyyine lilleziyne keferu mekruhüm ve suddu anissebiyl Hayır, küfürde ısrar edenlere hileli mantıkları, pek tumturaklı gösterildi ve doğru yoldan saptırıldılar. Şeytanın gör dediği yerden bakanlar tumturaklı bir yalanla, hilesi iyice gizlenmiş albenili bir tuzakla aldatılırlar. Yani Altın kadehle sunarlar zehiri. ve men yudlilillâhu fema lehu min had; Zira Allah kimi saptırırsa ona doğru yolu gösterecek kimse bulunmaz.

34-) Lehüm azâbün fiyl hayatid dünya ve le azâbül’ahireti eşakk* ve ma lehüm minAllâhi min vak;

Onlara dünya yaşamında bir azap vardır… Gelecek (yaşam) azabı ise elbette daha çilelidir! Onları Allâh’tan koruyucu da yoktur. (A.Hulusi)

34 – Onlara Dünya hayatta bir azâb vardır, Âhiret azâbı ise elbette daha zorlu, onları Allah dan vikaye edecek de yoktur. (Elmalı)

Lehüm azâbün fiyl hayatid dünya Dünya hayatında onlar için bir ceza vardır. ve le azâbül’ahireti eşakk fakat ahiretin cezası çok daha acı vericidir. ve ma lehüm minAllâhi min vak; Allah’ın adaletine karşı onları koruyacak birileri de hiç olmayacaktır.

35-) Meselül cennetilletiy vuıdel müttekun* tecriy min tahtihel enhar* ükülüha daimün ve zılluha* tilke ukbelleziynettekav ve ukbel kafiriynennar;

Korunanlara vadolunan CENNETİN TEMSİL (misal – benzetme) yollu anlatımı şöyledir: Altından nehirler akar… Yemişi de daimdir, gölgesi de… İşte bu takva sahiplerinin geleceğidir… Hakikat bilgisini inkâr edenlerin geleceği ise, o malûm ateştir. (A.Hulusi)

35 – Muttakilere vaat olunan Cennetin temsili; altından ırmaklar akar, yemişleri daim, sayesi de, bu işte takva yolunu tutanların ukbası, kâfirlerin ukbası ise ateş. (Elmalı

Meselül cennetilletiy vuıdel müttekun* tecriy min tahtihel enhar Yeni bir pasaja geldi sözü Muttakilere verilecek cennete getirdi Kur’an ve dedi ki; Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara söz verilen cennet; İçerisinden ırmaklar çağlayan has bahçelere benzer. Bilinenden yola çıkarak bilinmeyeni anlatıyor Kur’an. Yani dünyada ki çok göz alıcı has bahçeleri kıyaslayarak cenneti kıyaslamamızı istiyor. Zeccac ve Ferra’nın yaklaşımı bu. Bunu tam tersine de okuyanlar olmuş çünkü. Bakara/25 bunun tam tersi bir okuyuş. Ne diyordu orada;

..küllemâ ruziku minhâ min semeratin rızkan kalû hâzelleziy ruzıknâ min kabl.. (Bakara/25)

Cennettekiler her ne zaman kendilerine cennet meyveleri ikram edilse, cennet nimetleri ikram edilse diyecekler ki; daha önce buna benzer bir şeyler biz görmüştük. Onlar da tam tersi bir akıl yürütmeyle dünyadakini ona benzetiyorlar, öyle anlıyorlar. Çünkü bakara/25. ayetteki; cennetten konuşanlar. Buradaki ise dünyadakilere hitap ediliyor ve dünyadakilere gayp olan cennet kıyaslanıyor.

ükülüha daimün ve zılluha fazladan olarak oranın ürünleri daimidir, gölgeleri de öyle. Yani artıları var. Dünyadakinden çok çok öte. Dünyadakiler mukayyet, oradakiler mutlak. tilke ukbelleziynettekav işte bu Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanları bekleyen akıbettir. ve ukbel kafiriynennar; inkarcıların akıbeti ise ateş olacaktır.

36-) Velleziyne ateynahumül Kitabe yefrahune Bima ünzile ileyke ve minel’ahzabi men yünkiru ba’dah* kul innema ümirtü en a’budAllâhe ve lâ üşrike BiHİ, ileyHİ ed’u ve ileyHİ meab;

Kendilerine (önceden) Kitap (hakikat BİLGİsi) verdiklerimiz, sana inzâl olunan ile sevinç duyarlar… Onlardan bazıları ise, Onun bir kısmını inkâr ederler… De ki: “Ben yalnızca Allâh’a kulluk etmekle ve O’na şirk koşmamakla hükmolundum… Davetim O’nadır ve dönüşüm O’na!” (A.Hulusi)

36 – Bir de kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilen bu Kur’an ile ferah duyuyorlar, ahzapdan bazısını inkâr eden de var, de ki: Ben ancak Allaha kulluk etmekle ve ona şirk koşmamakla emr olundum, ben ona davet ederim, varacağım o. (Elmalı)

Velleziyne ateynahumül Kitabe yefrahune Bima ünzile ileyk yine kendilerine bu kitabı emanet ettiğimiz mümin kimseler sana indirilenden dolayı seviniyorlar. Yani buradakiler kitabı, Kur’an olarak anlamamız daha doğru olur. Onun için bu kitabı diye anlamak bu ayeti daha doğru anlamış oluruz.

ve minel’ahzabi men yünkiru ba’dahu fakat örgütlü toplulukların mensupları arasında onun bir kısmını inkar edenler de bulunmakta. Bunu ehli kitaba hamletmemizi gerektirecek bir delil yok. Çünkü Ahzab’ı, tıpkı Ahzab suresinde olduğu gibi hendek savaşına katılan tüm Arap kabilelerine verdiği bir isimdir Kur’an ın, vahyin. Dolayısıyla kitap ehli olsun olmasın tüm örgütlü toplumlar içerisinden inkar edenlerde var, iman edenlerde var olduğunu buradan anlıyoruz.

kul innema ümirtü en a’budAllâhe ve lâ üşrike BiHİ, ileyHİ ed’u ve ileyHİ meab; Onlara de ki; Ben sadece Allah’a kul olmakla ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Yalnız O’na davet ediyorum. Zira dönüş yalnızca O’nadır.

37-) Ve kezâlike enzelnahu hukmen arabiyya* ve leinitteba’te ehvaehüm ba’de ma caeke minel ılmi, ma leke minAllâhi min Veliyyin ve lâ Vak;

İşte biz Onu Arapça bir hüküm olarak inzâl ettik… Yemin olsun ki, sana gelen ilimden sonra onların kuruntularına tâbi olursan, senin Allâh’tan ne bir Veliyy’in ve ne de bir koruyanın olur. (A.Hulusi)

37 – Ve işte biz o Kur’an ı böyle arabiyyen hâkim olmak üzere indirdik, kasem olsun ki eğer sen sana vahy ile gelen bu ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan sana Allahtan ne bir velîy vardır, ne de vikaye edecek. (Elmalı)

Ve kezâlike enzelnahu hukmen arabiyyen ve işte böylece biz onu Arapça bir hikmet ve hüküm kaynağı olarak indirdik. Kur’an dili ile zamana ve mekana bağlı manasıyla, zaman ve mekanlar üstü bir hitaptır. Yani Kur’an dili ile zamana bağlıdır. Fakat manasıyla zamanlar ve mekanlar üstü bir hitaptır. Dolayısıyla 1. dili beşeridir. 2. dili beşer üstüdür. Yani evrenseldir.

Beşeri dili Arapçadır Kur’an ın, çünkü Kur’an gökten indiği kadar yerden de fışkırmıştır. Kur’an ayakları yerde, başı gökte bir hitaptır demiştim. Kur’an ın beşeri dilinin Arapça olması bir mecburiyettir, çünkü Kur’an insanlara hitap eden bir vahiydir. Ama bir de Kur’an ın evrensel dili vardır ki o dil bülbülün dili kadar, ormanın uğultusu kadar, suyun, ırmağın şırıltısı kadar, kedinin mırıltısı kadar evrenseldir. Uluslar arasıdır, diller üstüdür. Bülbülün sesinden siz ne anlıyorsanız, Kur’an ın üst dilinden de onu anlarsınız. İngiltere de de aynı dille öter bülbüller, Hindistan’da da aynı dille öter, şakırlar. Irmaklar Amerika’da da akarlar, Türkiye’de de aynı akarlar.

İşte ırmağın sesini dinlerken yüreğiniz nasıl bir anlam çıkarıyorsa Kur’an ın üst dili vardır ki o dil insanın yüreğine öyle etki yapar. O nedenle Kur’an bir boyutuyla diller üstü bir dil taşır. Ama bir başka boyutuyla vahyin dili Arapça’dır.

Arapça vahyin bedenidir, vahiy ruhu bu bedende vücut bulmuştur. Bu bedenle birleşmiştir. Bedeni ruhtan, ruhu bedenden ayıramazsınız. Ayırdığınız zaman bütünü parçalamış olursunuz.

Onun için Kur’an ın beşeri diline yönelik itirazlar, aslında Kur’an ın bedenini ruhundan ayırmaya yönelik çabaların bir sonucudur, ya da oraya götürecektir ve her dil Kur’an da geçtiği gibi Allah’ın ayetidir Ve min âyâtihi halkus Semavati vel Ardı vahtilafü elsinetiküm.. (Rum/22) Dillerinizin farklılığı da Allah’ı ayetlerinden biridir. Dolayısıyla her bir dil Allah’ın ayetidir.

ve leinitteba’te ehvaehüm ba’de ma caeke minel ılmi, ma leke minAllâhi min Veliyyin ve lâ Vak; Artık ilimden sana bir pay verildikten sonra, eğer onların keyfi arzularının peşine düşersen senin için Allah’tan başka ne bir yar, ne de bir sığınak var.

38-) Ve lekad erselna Rusulen min kablike ve ce’alna lehüm ezvacen ve zürriyyeten, ve ma kâne li Rasûlin en ye’tiye Bi ayetin illâ Biiznillâh* li külli ecelin Kitab;

Andolsun, biz senden önce de Rasûller irsâl ettik ve onlara eşler ve zürriyet verdik… Bir Rasûlün, Allâh’ın izni (Bi-iznillâh) dışında, delil olarak gelmesi mümkün değildir… Her hükmün oluşması için takdir edilmiş bir süre vardır! (A.Hulusi)

38 – Kasem olsun ki biz senden evvel de Resuller gönderdik, onlara da hem zevceleri verdik hem zürriyet, hiç bir Resulün ise Allahın iznine iktiran etmedikçe bir âyet getirmek haddi değildir, her ecel için bir yazı vardır. (Elmalı)

Ve lekad erselna Rusulen min kablike ve ce’alna lehüm ezvacen ve zürriyyeten doğrusu senden önce de elçiler göndermiş, onlara da eşler ve çocuklar vermiştik. Melek peygamber isteyen ilk inkarcı muhataplara bir cevap aslında. Bu eşler, bu çocuklar ne, peygamberse melek olmalı diyen mantığa bir cevap olarak geliyor bu.

ve ma kâne li Rasûlin en ye’tiye Bi ayetin illâ Biiznillâh Allah’ın izni olmaksızın bir peygamberin kendiliğinden bir mucize getirmesi olacak şey değildir. Böyle bir beklenti nasıl bir beklentidir. Yani mucizeyi peygamber getirmez ki, Allah onun elinde yaratır. li külli ecelin Kitab; kaldı ki her dönemin kendine has bir mesajı vardır. Yani herkese verilen mucize sana neden verilmedi sorusunun bir cevabı olabilir bu. li külli ecelin Kitab; Dolayısıyla her dönemin ilahi bir üslubu var. Geçmişte mucize geldi, o dönemde onlar, ilahi kelam bu üslupla aktarıldı. Ama bu dönemde farklı bir üslupla demektir.

İkinci bir sorunun şöyle bir cevabı olabilir; Diğer mesajlar dururken neden yenisine gerek oldu sorusunun cevabı; her dönemin kendine has bir mesajı vardır, bu mesajın zirvesidir şeklinde olabilir ki;

li küllin cealna minküm şir’aten ve minhaca.. (Maide/48)

Biz her biriniz için bir yol, bir yöntem kıldık, bir şeriat vaz ettik manasına gelir.

39-) Yemhullahu ma yeşau ve yüsbit* ve ‘ındeHU Ümmül’Kitab;

Allâh dilediğini ortadan kaldırır ve (dilediğini de) sâbit kılar. O’nun indîndedir Ümmül Kitap (ana BİLGİ – Esmâ mertebesinin her an nasıl bir şe’nde olacağının ilmi)! (A.Hulusi)

39 – Allah dilediği mahv-ü ispat da eder ve ümmül kitap onun nezdindedir. (Elmalı)

Yemhullahu ma yeşau ve yüsbit Allah dilediğini siler, dilediğini sağlamlaştırıp bırakır. ve ‘ındeHU Ümmül’Kitab; zaten mesajın kaynağı da O’nun katındadır. Yani silinen ve bırakılan nedir diye soracak olursak buna müfessirler şeriattır demişler, insanların amelleridir demişler, yazgılarıdır demişler, ecelleridir demişler, Mekkeli kafirlerdir demişler bazıları. Bazıları onların küfürlerini siler yerine iman getirir demişler. Bazıları yer yüzündeki bazı varlıkları siler demişler, ama sivaka uygun olan şey şeriattır. Önceki şeriatları siler, yerine yepyeni bir şeriat getirir manasına almak daha doğrudur.

40-) Ve in ma nüriyenneke ba’dalleziy neıdühüm ev neteveffeyenneke feinnema aleykel belağu ve aleynel hisab;

Onlara vadettiğimizin bazısını sana (yaşarken) göstersek yahut (göremeden) seni vefat ettirsek, (gene de işlevin değişmez) sana sadece tebliğ etmek düşer… Yaptıklarının sonucunu yaşatmaksa bize aittir! (A.Hulusi)

40 – Onlara yaptığımız vaadin bazısını sana muhakkak göstersek de yahut seni vefat ettirsek de her halde belağ sana, hesap bizedir. (Elmalı)

Ve in ma nüriyenneke ba’dalleziy neıdühüm ev neteveffeyennek indi, onları tehdit ettiğimiz cezanın bir kısmını ister sana daha hayatında gösterelim, isterse ondan önce senin ölümünü takdir edelim feinnema aleykel belağ unutma ki sana düşen yalnızca bu vahyi ulaştırmaktır, tebliğ etmektir. Başka değil. ve aleynel hisab; Hesabını görmekse sadece bize düşer. Her şey çok açık sevgili Kur’an dostları.

41-) Evelem yerav enna ne’til Arda nenkusuha min etrafiha* vAllâhu yahkümü lâ muakkıbe li hükmiHİ, ve HUve seriy’ul hisab;

Görmediler mi ki, biz arzı (fiziksel bedeni) her taraftan aşındırıyoruz (tâ ki yaşlanır ve ölür; bir başka anlam, arzın global tükenişe gitmesi kozmik veya iklim şartlarıyla; ya da o devirdeki müşriklerin günden güne tükenişi)… (Bunu) Allâh hükmeder; O’nun hükmünü takip edici (bozup değiştirici) yoktur… O, oluşanların sonucuna göre bir sonraki aşamayı anında oluşturandır. (A.Hulusi)

41 – Ya görmüyorlar mı da? Biz o arzı etrafından eksiltip duruyoruz ve Allah öyle hükm-ü hükümet eder ki hükmünü takip edecek yoktur, hem o çok seri hesaplıdır. (Elmalı)

Evelem yerav enna ne’til Arda nenkusuha min etrafiha peki, onlar görmüyorlar mı ki biz yer yüzüne müdahale edip ona ait değerleri her bir tarafından eksiltip duruyoruz. Yani ilk tefsirciler bunu, Müslümanların toprak kazanımına yormuşlar. Müslümanların toprağını genişletip onların toprağını eksiltiyoruz diye. Yani aktüel olarak yorumlamışlar ama bu çok geniş bir ifade. Dolayısıyla zamanlar ve mekanlar üstü bir ifade. Mücahit bunu ölüm olarak, insanların ölümü olarak yorumlamış ki bu daha makul. Biz onu daha da genişletip yer yüzünün değerlerini eksiltip duruyoruz. Biz bunu bizatihi yaşayan bir nesiliz.

[(Ek bilgi; http://us1.harunyahya.com/Detail/T/N703OFTA187/productId/26528/KARALARIN_CEVRESINDEN_EKSILMESI )]

vAllâhu yahkümü lâ muakkıbe li hükmiH şu kesin ki Allah yasa koyar, onun yasasını kimse bozamaz. ve HUve seriy’ul hisab; üstelik O hesabını pek çabuk görür.

42-) Ve kad mekeralleziyne min kablihim fe Lillâhil mekru cemiy’a* ya’lemu ma teksibü küllü nefs* ve seya’lemül küffaru limen ‘ukbed dar;

Onlardan öncekiler de mekr (hile – tuzak) yapmıştı… Mekrin tümü Allâh’a aittir (mekrleri ile Sünnetullâh’ta mekre uğradılar)… Her nefsin getirisinin ne olduğunu Bilir! Hakikati inkâr edenler de görecek bakalım, yurdun geleceği kimindir. (A.Hulusi)

42 – Evet onlardan evvelkiler de mekrettiler fakat bin netice bütün mekir Allah’ındır, o bilir, her nefis ne kesbediyor, yarın kâfirler de bilecek ki o yurdun ukbâsı kimin? (Elmalı)

Ve kad mekeralleziyne min kablihim doğrusu onlardan öncekiler de zaafı ustaca gizlenmiş düzenler kurmuşlardı. fe Lillâhil mekru cemiy’a fakat bütünüyle kusursuz düzen kurmak sadece Allah’a hastır. Yani onların düzenleri çabuk bozuldu. Çünkü hileli düzen kurdular. Allah kurduğu kusursuz düzenle onların kusurlu düzenlerini yıktı attı.

Burada ki kusursuz manasını Mekru kelimesinin başındaki “el” takısından dolayı verdim.

ya’lemu ma teksibü küllü nefsin zira O her bir canın ne kazandığını bilir. ve seya’lemül küffaru limen ‘ukbed dar; ve bir gün gelecek, geleceğin kime ait olduğunu kafirlerde bilecek.

43-) Ve yekulülleziyne keferu leste mursela* kul kefa Billâhi Şehiyden beyniy ve beyneküm, ve men ‘ındeHU ılmül Kitab;

Hakikat bilgisini inkâr edenler: “Sen mürsel (irsâl olunmuş bir Rasûl) değilsin” der… De ki: “Benimle sizin aranızda, şahidim olarak Allâh ve bir de indînde Hakikat bilgisi ilmi bulunanlar kâfidir…” (A.Hulusi)

43 – O küfretmekte olanlar, sen bir mürsel değilsin diyorlar? de ki benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter bir de nezdinde kitap ilmi bulunan?(Elmalı)

Ve yekulülleziyne keferu leste murselen şimdi inkarda ısrar edenler, yine sen Allah tarafından gönderilmiş değilsin diyecekler.

Bu çok önemli, leste murselen gönderilmiş biri değilsin diyorlar. Mekke’lilerin itirazı peygamberlik kurumundan çok, Hz. Muhammed AS ın peygamberliğine yönelik gibi. İbareye bakarsak böyle anlıyoruz. Yani peygamberlik kurumunu topyekun inkar etseler zaten melek peygamber istemezler. Demek ki Resulallah’ın peygamberliğine yönelik itirazları var.

kul kefa Billâhi Şehiyden beyniy ve beyneküm, ve men ‘ındeHU ılmül Kitab; sen de de ki; Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Bir de ilahi mesajın bilgisini iyice sindirmiş olan kimseler yeter.

Allah ile birlikte vahye, ilahi mesajın bilgisini sindirmiş olanlar da şahit tutuldu. Biz işte vahyin bilgisini bunun için öğreniyoruz. İlahi mesaja Allah ile birlikte şahit olanlardan sayılmak için. Biz şahidiz Ya rabbi. Senin sevgili habibin, bizim sevgili efendimiz Muhammed AS. Resulündür, elçindir ve görevini yapmıştır. Sen de bize şahit ol, biz de onun bize bıraktığı o muhteşem mirasa ihanet etmeyelim. Senden bunu istiyoruz Allah’ım. Vahye şahit olan ve vahyin kendisine sadık olarak şahit olanlar arasında olmak istiyoruz. Sen de bizi vahyin sadık olarak şahit oldukları arasında kıl ve Resulallah’ı lehimize şahit yap ya rabbi. Ondan bizler sorulunca; Bunlar bıraktığım mirasa ihanet etmediler ya rabbi dedikleri arasında kıl Allah’ım.

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
6 Yorum

Yazan: 20 Ocak 2012 in KUR'AN

 

Etiketler: , ,

6 responses to “İslamoğlu Tef. Ders. RA’D SURESİ (19-43)(80)

  1. Ahmet Güçlü

    25 Ocak 2012 at 15:18

    Hocam emeklerinize sağlık. Yapmış olduğunuz bu çalışma için size çok teşekkür ediyorum. Çalışmalarınızı merakla takip ediyorum…

     
    • ekabirweb

      25 Ocak 2012 at 20:50

      Merhaba. Çalışmalarımdan faydalandığınıza sevindim. Hacı hoca falan değilim, Büyüklerimizin HATİM ETMEK derken böyle bir çalışmayı kastettiklerini düşünerek kendimi bu şekilde yetiştirmeye çalışıyorum. Allah o değerli insanların ilimlerini artırsın, bizleri de onların ilimlerinden faydalanabilmeyi nasip etsin inşallah. Esen kalın. Allah’a emanet olun.

       
  2. minel

    23 Temmuz 2013 at 16:00

    Rad28 :ilahi değerlerle tatmin OLAN akıllar, bir şekere razı olan küçük, bebe aklına benzer.

    olmayan olarak yer alması lazım değilmiydi?

    Allah razı olsun. Çok faydalı bir çalışma

     
    • ekabirweb

      23 Temmuz 2013 at 16:43

      Merhaba. Uyarınız için Allah razı olsun. Haklısınız. Videoya uygun olarak; İlahi değerLERDEN AŞAĞISIYLA tatmin olan akıllar olarak düzelttim. Tekrar Allah razı olsun. Esen kalın Allah’a emanet olun.

       
  3. bir kul

    30 Mart 2016 at 19:23

    Rad 43.ayette allah ile birlikte şahit tutulan bir kişidir Çoğul eki yok ki.indehu onun yanında demektir onların değil. Buna dikkat!!!!!

     
    • ekabirweb

      30 Mart 2016 at 23:18

      Merhaba. Oradaki diğer detayı es geçtiğinizi sanıyorum. 1. açıklamada “Sen de de ki; Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.” Bu cümle de çoğul yok, ama devamında “Bir de ilahi mesajın bilgisini iyice sindirmiş olan kimseler yeter.” Açıklamasında tek bir âlimden bahsedilmiyor.
      Bu konuyu Elmalı şöyle açıklıyor; ‘ındeHU ılmül Kitab; Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır. Kur’ân ilmine veya genel olarak kitap bilgisine sahiptir. Yani Arapça bir hüküm olan bu kitap, bu Kur’ân, benim peygamberliğime başlı başına bir şahittir, yeterli bir belgedir. Ancak bunun böyle olduğunu bilmek, bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip olmak, bu kitabın anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb haberlerini anlamak, dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden anlamak gerekir ki, bunun hak kitap olduğunu takdir edebilsin. Bunu bilen “ilim sahipleri sırf doğruyu ayakta tutma” aşkıyla onun hak olduğunu itiraf eder ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine ş a hitlik eyler. Bir de ilahi mesajın bilgisini iyice sindirmiş olan kimseler yeter.” Bu açıklama yeterlidir sanıyorum. Esen kalın Allah’a emanet olun.

       

Yorum bırakın