RSS

İslamoğlu Tef. Ders. ENBİYA SURESİ (078-112)(103)

29 Haz

231“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

 “BismillahirRahmanirRahıym”

 

Sevgili Kur’an dostları bugünkü dersimize Enbiya suresinin 78. ayeti ile devam ediyoruz.

 Malumunuz üzere enbiya suresi adından da anlaşılacağı gibi peygamberlerin geçit resmi yaptığı bir sure. Bu surede tarih boyunca Allah’ın elçiliğini, hakikatin elçiliğini üstlenmiş olan yüce peygamberler sevgili efendimize bir örnek olarak sunuluyor ve hepsine de Allah’ın yardımı sayesinde görevlerini nasıl başarıyla yaptıkları ifade edilerek anlatılarak vahyin ilk muhatabı olan Hz. peygamberin şahsiyeti inşa ediliyordu.

 Tabii ki bu inşaya bizlerde dahildik. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca kimin izinden yürüdüğümüz, kimin izinden yürüyeceğimiz. Hangi izi takip edeceğimiz konusunda bize Kur’an yol gösteriyordu. Ya peygamberlerin izinden yürürsünüz, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed A.S. ın izinden yürürsünüz, ya da Nemrut’un, firavunun, Ebu Cehil’in izinden yürürsünüz. Bu tercih size kalmış.

 İşte bize yol gösteren Kur’an bizim şahsiyetimizi inşa için bir dizi peygamberi gündeme taşıyor ve tarihin derinliklerine doğru bizi seyahate çıkarıyordu.

 

78-) Ve Davude ve Süleymane iz yahkümani fiyl hars* iz nefeşet fiyhi ğanemül kavm* ve künna li hükmihim şahidiyn;

 Davud ile Süleyman’ı da (an)… Hani o ikisi, o ekin hakkında hüküm veriyorlardı… Hani bir topluluğun koyunları (geceleyin) ekinin içinde (onları yemek için) yayılmıştı… Biz onların hükümlerinin şahitleriydik. (A.Hulusi)

 078 – İsmail’i de, İdris’i de, Zül’kıfli de; hepsi sabirînden Davud ile Süleyman’ı da, o vakit ki ikisi de hars hakkında hüküm veriyorlardı, o vakit ki ekinde geceleyin kavmin davarı yayılmıştı, biz de hükümlerine şahit idik. (Elmalı)

 

Ve Davude ve Süleyman Davud’a ve Süleyman’a da selam olsun, onları da an.

 Nübüvvet, hikmet ve devleti birleştirmiş iki peygamber. Hz. Davud ve Hz. Süleyman. İki İsrail oğulları peygamberi. Fakat tarih boyunca gelmiş tüm peygamberler Müslümanların peygamberleridir, bu böyle bilinmek durumundadır.

 iz yahkümani fiyl hars* iz nefeşet fiyhi ğanemül kavm hani o ikisi bir topluluğa ait koyun sürüsünün gece vakti girip yayıldığı tarla konusunda karar vereceklerdi. ve künna li hükmihim şahidiyn ve bizde onların bu kararlarına şahit olacaktık, olmuştuk.

 Kur’an da ve sünnette bu ayette bahsedilen konu ile ilgili hiçbir ayrıntı yok. Fakat sahabe ve hemen ardından gelen tabiin neslinin büyüklerinden ve müfessirlerinden gelen birçok rivayet var ve bu rivayetlerin hepsi de aşağı yukarı birbirine uyuyor. Buradan yola çıkarak rahatlıkla şu tespiti yapabiliriz ki, bu ayetlerin değindiği konu o dönemin insanları tarafından bilinen bir konuydu. Sözlü Arap kültürü tarafından nesilden nesile, ağızdan ağza, kulaktan kulağa taşınan bu kıssa Kur’an ın indiği zaman diliminde, Kur’an ın muhatapları tarafından çok iyi bilinmekteydi. Bu rivayetlere göre kıssa kısaca şöyle.

 Hz. Davud komşusunun tarlasını yayan bir sürü sahibi, davacı olan tarla sahibiyle birlikte huzuruna çıkan bu iki kişi hakkında hüküm verir. Tarlayı yayan ve zarar veren sürü sahibinin aleyhine davayı neticelendirir ve Hz. Davud şu kararı verir. Tarlaya zarar veren koyun sürüsü tarla sahibine verilecektir. Onun yanında olan oğlu Hz. Süleyman bu kararı sert bulur. Geçici bir zarar için kalıcı bir cezayı, böyle bir olaya uygun görmez. Dolayısıyla şöyle bir hüküm verilmesini teklif eder.

 Tarlayı sürüsüyle yayan insana sürüsünün tüm intifa hakkını, süt, yün ve diğer tüm ürünlerinden, verimlerinden yararlanma hakkını tarla sahibine 1 yıllığına bırakılmasını. Sürü sahibinin de zarar verdiği tarlayı geri eski haline dönüştürmek için 1 yıl onu ekip dikip tarla sahibine geri vermesini kararlaştırır. En sonunda sürü de sahibine dönecektir tarlada. Fakat tarlayı yayılan zarar veren sürünün 1 yıllık intifa hakkı tarla sahibine geçecek, bunun mukabilinde yine sürü sahibi zarar verilen tarlayı eski haline getirip sahibine geri iade edecektir. Tabii bu hüküm gerçekten de böyle bir konuda verilebilecek en adil en doğru, en isabetli hükümdür.

 İşte Hz. Davud ve Süleyman yönetimleri sırasında yaşanmış olan bu hadiseye dikkat çekiyor bu ayet ve aslında şunu belki de söylüyor kıssadan hisse. Akıl yaşta değil, başta. Hz. Davud’un verdiği hükmün adaletsiz olduğunu söyleyemeyiz. Dahası Hz. Davud’un en doğruyu aramadığını söyleyemeyiz. O da en isabetli hükmü vermek için elinden gelen çabayı hiç şüphesiz göstermiştir.

 Fakat sonuçta vardığı hüküm bu olmuştur. Ama Hz. Süleyman kendisinin yaşı küçük olmasına rağmen, babasının yanında olmasına rağmen; O babamdır gerekçesiyle, yani saygının arkasına saklanarak daha adil bir hükmü ketmetmemiştir. Hz. Davud’da bunu bir onur meselesi yapmamış; sen sus, daha dünkü çocuk dememiştir. Onun hükmünü daha adil bularak kabul etmekle aslında Hz. Davud’da ne kadar adil olduğunu ve kendisinin maksadının da en adil hükmü aramak olduğunu göstermiştir. Bu kıssanın bize verdiği hisseler tabii ki bunlarla sınırlı değil. Ama birinci hisse insana düşen büyük ya da küçük buna aldırmaksızın em adil olanı, en doğru olanı, en isabetli olanı aramaktır.

 İkisi de peygamber, ikisi de baba oğul. Fakat eğer ortada daha isabetli bir hüküm varsa bir diğeri ona hiç çekince duymadan uyabilmektedir. Bu hakka teslimiyetin şartıdır da. Yaşı kaç olursa olsun, kimliği ne olursa olsun eğer bir insandan isabetli bir karar çıkıyorsa, bu karar paylaşılmalıdır. İşte bu kıssanın verdiği hisse budur.

 

79-) Fefehhemnaha Süleyman* ve küllen ateyna hukmen ve ılma* ve sahharna mea Davudel cibale yüsebbıhne vettayr* ve künna faıliyn;

 Biz Süleyman’ı bu konuda anlayışlı kıldık! Her birine bir hüküm ve bir ilim verdik. Davud da tespih ederken, dağları ve kuş cinsini hizmetine verirdik… Fâiller biz idik. (A.Hulusi)

 079 – Derhal onu Süleyman’a anlattık, bununla berâber her birine bir hüküm ve bir ilim vermiştik ve Davut’un maiyetinde dağları müsahhar kılmıştık, kuşlarla beraber tesbih ediyorlardı ve biz bunları yaparız. (Elmalı)

 

Fefehhemnaha Süleyman fakat bu davada Süleyman’a daha derin bir kavrayış vermiştik. Yani Süleyman’ın kararı, babası Hz. Davud’un kararından daha isabetli idi. ve küllen ateyna hukmen ve ılma bununla beraber biz her birine sağlam bir muhakeme ve seçip ayırma yeteneği kazandıran bir bilgi tasavvuru bahşettik. Yani her ikisine de biz hüküm ve ilim verdik. Sağlam bir muhakeme ve o muhakeme ile bilgi nesnesini seçip ayıran bir ilim kabiliyeti, bir bilgi tasavvuru verdik.

 Bilgi tasavvuru diye çevirmemin sebebi; ‘ılm sözcüğünün Mekayıs sahibi İbn Faris tarafından şöyle tarif ediliyor olmasıdır. El ‘ılm; Yedıllü alâ eserin bişşey’i yetemeyyezü Bihi en ğayri. “İlim bir şeyi, kendisinden olmayan başka bir şeyden ayırmaya götüren iz, eser, alamet ve işarettir.” Der. Yani ilim bizatihi hakikatin kendisi değil, size hakikati gösteren, götüren bir alamettir. Parmaktır, parmağın gösterdiği yere doğru yürürseniz hakikati bulursunuz.

 Bu ilme de nasıl ulaşırsınız? Sıradan bilgileri, verileri, datayı yani hikmetle, muhakeme kabiliyeti ile dönüştürerek ilim yaparsınız. Çevrim istasyonu kurarsınız zihinde. Sıradan bilgiler o zihne girerler, o zihinde kutsalla bağlantıları kurulur. Ebedi olanla bağlantıları kurulur. Amaçları tespit edilir. İlletleri tespit edilir. Çıkış ve varış noktaları tespit edilir. Neden ve niçinler e cevap aranır. İşte bunlar sonucunda onu bir yere yerleştirirsiniz. Varlık zinciri içinde bir halka olarak yerine koyarsınız, Allah’ın onu yarattığı yere. İşte buna hikmet diyoruz.

 O çevrim istasyonunu vahiy inşa eder. İlahi bir inşa projesi olan vahyin 1. işlevi insanda sıradan bilgileri ilme dönüştürecek bir çevrim istasyonu kurmaktır. İşte burada ifade edilen hakikat budur.

 ve sahharna mea Davudel cibale yüsebbıhne vettayr zaten Davud ile birlikte emrimize amade kıldığımız dağlarda onun yüceliğini dillendiriyordu, kuşlarda.

 Hz. Davud’un mezmurlarının, yani ilahilerinin etkisine, varlık üzerindeki, canlılar üzerinde ki o derin tesirine bir atıf. Haddi zatında bu ayet Hz. Davud’un o yanık sesiyle söylediği, rabbi tevhid ettiği ve bütün etrafında gördüğü nesnelerin, canlıların hepsinin aslında kendi dilleri ile Allah’ı andıkları hakikatini dile getirdiği ve kendisinin de bu evrensel koroya bir insan olarak katıldığı hakikati dillendiriyor bu ayet.

 Avazeni bu cihanda Davut gibi sal,

Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş.

                                                                Bâki

 Diyen o büyük şairimiz Bâki ne güzel söylemiş. Gök kubbeye çığlığını Davud gibi sal diyor. Çünkü gök kubbede baki kalan, ebedi olan hoş bir sada imiş. Güzel bir sada imiş. İşte Davud bu sadanın sembolü. Evrensel koroya evrensel koronun söylediği ilahi şarkıya karışmış bir peygamber sesi, onu temsil ediyor burada. Onun için dağlardan ve kuşlardan söz ediliyor.

 Haddi zatında belki bize şu mesaj veriliyor. Sizin hayvanlar alemi, sizin cansızlar alemi diye küçümseyerek baktığınız bu alemler, bu varlıklar, Allah’ın koyduğu yerde duruyorlar. Allah’ın verdiği görevi yapıyorlar. Allah’ın kendilerine biçtiği rolü oynuyorlar.

 Ya sen ey insan oğlu, ya sen? Bu evrensel şarkıya eşlik ediyor musun, yoksa çatlak ses mi çıkarıyorsun. Bu ilahi koroya sen de kendi sesinle katılıyor musun Davud gibi. Bakın Davud katıldı onun için Allah onun adını ölümsüzleştirdi. Vahyine aldı ve ebedileştirdi. Şimdi bizim dilimizde gönümüzde. Eğer sen de bu evrensel ilahi koroya katılırsan, senin sesin de Davud’un sesinin yanına katılacak. Onun yanına yazılacak ve bu koronun içinde yer alacaksın. Ebedi alemde de bu koronun içinde olacaksın. İşte mesaj bu.

 ve künna faıliyn zira biz her zaman istediğimizi gerçekleştiririz.

 

80-) Ve allemnahu san’ate lebusin leküm li tuhsıneküm min be’siküm* fehel entüm şakirun;

 Ona (Davud’a), sizin için, savaş sıkıntılarınızdan sizi korusun diye, zırh yapma sanatını talim ettik… İmdi siz şükrediyor musunuz? (A.Hulusi)

 080 – Bir de ona sizin için sizi harbinizin şiddetinden korusun diye giyecek sanatı talîm etmiştik, şimdi siz şükrüne eda ediyor musunuz? (Elmalı)

 

Ve allemnahu san’ate lebusin leküm li tuhsıneküm min be’siküm ve biz ona, sizi korku ve zillet belasına karşı koruyacak manevi savunma araçları geliştirmeyi öğrettik

 Burada ki Lebus; libasla, Razi’nin de isabetle ifade ettiği gibi aynı kökten gelir. Aslında Taberi der ki; Lebus; Tüm silahlara verilen ortak isimdir. Fakat hepsi de tüm rivayetlerde bir tek kişide birleşen zır karşılığı, anlamı nedense tefsirlerde tek anlammış gibi şöhret bulmuştur. Ki o kişi de 2. nesle mensup Katade’dir. Bu lebus sözcüğüne zır karşılığını veren tek isim olan Katade’nin bu rivayeti tüm tefsirlerde bu ayetin adeta anlamını belirleyen bir ilk olmuştur.

 Fakat Lebus’u libasla anlamdaş olarak gördüğümüz de ve yine bir peygamberin fonksiyonunun, misyonunun maddi olana değil manevi olana yönelik olduğu ilkesini hatırladığımızda. Kur’an ın da insanın daima manevi boyutunu geliştiren bir vahiy olduğu gerçeğini düşündüğümüzde bütün bunları bir araya getirdiğimizde burada ki Lebus’u; A’raf/26. ayetinde ki libasüt takva takva elbisesi ile yan yana getirmemiz mümkün.

 Onun için bu ayeti meallendirirken; “manevi savunma araçları”, “Manevi silahlar. Geliştirmeyi öğrettik.” Diye çevirmeyi uygun buldum. Çünkü bir peygambere düşen de zaten maddi silahlar değil manevi silahları insanların manevi saldırılara karşı korunması için üretmesi yol göstermesiydi. Bir üstteki ayet Hz. Davud’un savaşından söz etmiyor çünkü. Hz. Davud’un; varlığın evrensel ilahi şarkısına nasıl katıldığından söz ediyor. Eldeki mezmurlar okunduğunda, Kitabı Mukaddeste yer alan mezmurlar, Davud’un ilahileri okunduğunda Onun ne büyük bir Allah aşığı olduğu da görülecektir. Onun içinde bu ayette bir üstteki  ayetin anlam alanında manevi olarak manalandırılmalıdır.

 [Ek bilgi; MEZMUR – 4 –

Musikacı başı için Neginot üzerine Davud’un Mezmurudur.

Seni çağırınca bana cevap ver ey Salâhımın Allah’ı,

Darlıkta olduğum zaman beni genişliğe çıkarırsın.

Bana acı da duamı işit.

Ey insanoğulları ne vakte kadar izzetim utanca çevrilecek,

Ne vakte kadar boş şeyi seveceksiniz.

Ve yalan arayacaksınız.

Fakat bilin ki Rab, Muttakiyi kendisi için ayırmıştır.

Kendisini çağırınca Rab beni işitir.

Titreyin ve suç etmeyin,

Yataklarınızda kendi yüreğinizde söyleşip susun.

Salâh kurbanlarını kesin ve Rabbe güvenin.

Bize kim iyilik gösterecek? Diyenler çoktur.

Yüzünün nurunu üzerimize yükselt ya Rab.

Onların buğdayı ve taze şarabı çoğaldığı zamandan fazla,

Benim yüreğime sevinç verdin.

Hem selâmetle yatacağım, hem de uyuyacağım.

Çünkü ancak sen ya Rab beni emniyette oturtursun.

                        Kitabı Mukaddes, Mezmurlar-4 (S/532)]

 fehel entüm şakirun Hal böyleyken siz gereği gibi şükrediyor musunuz. Yoksa şükretmiyor musunuz. Yani Allah peygamberleri eliyle size yönelik olan manevi saldırılardan korunacağınız bir takım araçlar öğretiyor size. Yani sadece maddenizi değil mananızı da tahkim ediyor. Güçlendiriyor. Size sadece fiziki düşmanlarınızdan değil manevi düşmanlarınızdan da korunma yollarını gösteriyor. Buna karşılık Allah’a şükrünüzü eda ediyor musunuz? Ki zaten vahyin birincil gayesi de bu olsa gerektir.

 

81-) Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha* ve künna Bi külli şey’in alimiyn;

 Süleyman’a da fırtınayı boyun eğdirdik… Onun (Süleyman’ın) hükmüyle, içinde bereketler oluşturduğumuz bölgeye doğru eserdi! Biz, her şeyde bilen biziz. (A.Hulusi)

 081 – Süleyman için de şiddetli rüzgârı ki o içine bereketler verdiğimiz Arza emriyle cereyan ediyordu ve biz her şeyi biliriz. (Elmalı)

 

Ve li Süleymaner riyha asıfeten tecriy Bi emriHİ ilel Ardılletiy barekna fiyha kendisini bereketli kıldığımız ülkeye doğru esip onun emriyle çalışan gemileri yüzdürsün diye şiddetli rüzgarları Süleyman’a amade kıldık, onun emrine verdik.

 Cera, ecriy, burada tecriy formuyla gelmiş; aktı, kaydı, yüzdü anlamına gelir ki su ile birlikte kullanılır genelde. Suyun üzerinde kayan, yüzen gemiler için de Kur’an da hep bu fiil kullanılır. Bununla neyin kastedildiği açıktır. Hz. Süleyman’ın dillere destan devletini ve o devletin ihtişamını oluşturan deniz filolarına, gemi filolarına bir atıf var burada. O ak denizde ki ve kızıl denizde ki rüzgarları çok iyi kullanarak muhteşem bir medeniyet oluşturmuştu.

 Bir peygamber kraldı, devlet başkanıydı. Adil devleti sadece adaletiyle değil aynı zamanda refah ve ihtişamıyla da göz kamaştırıcıydı. Onun için dillere destan olmuştu ve Hz. Süleyman yine 1. krallar bölümünde geçecek yanlış hatırlamıyorsam. Tevrat’ın 1. Krallar bölümünde. Onun gemileri ve rüzgarı nasıl ustaca kullanıp o felah ve refah toplumunu inşa ettiği ayrıntılarıyla anlatılır.

 Burada ki kendisini bereketli kıldığımız ibaresinin karşılığı elbette Kudüs ve etrafı, mukaddes beldeler, topraklar. Ki daha önce ki bir atıftan da mukaddes toprakların tüm insanlık için bir değer olduğunu, yani bütün bir insanlığın ortak değeri olduğunu ayetten yola çıkarak izah etmiştik.

 ve künna Bi külli şey’in alimiyn zira bizdik her şeyin iç yüzüne vakıf olan, yani eşyanın yasasını biz biliyorduk. Suyun kaldırma gücünü, rüzgarın itekleme gücünü, havanın aerodynamiğini, ısının termodinamiğini, yani tüm eşyanın tabi olduğu yasaları biz çok iyi biliyorduk. Ve insanın da bilmesini istiyorduk. Çünkü onları insanın emrine amade kıldık.

 Ama insan onları emrine amade kılması için yasalarını keşfetmesi lazımdı. Yasalarını keşfederse ancak onlardan yararlanabilirdi. Yasalarını keşfetmesi için de onların bir yasa ile yaratıldığını bilmesi lazımdı. Onların bir yasa ile yaratıldığını bilmesi için bir yaratanının olduğunu fark etmesi lazımdı. Yine bunu bilmesi için eşyayı keşfetmesi lazımdı. Eşyayı keşfetmesi için merak etmesi, eşyaya merak nazarıyla bakması lazımdı. Bunun içinde düşünen bir akıl sahibi olması lazımdı. İşte bütün bu lazımlar Kur’an ın bize sürekli dönüp dönüp öğütlediği şeylerdir.

 

82-) Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve ya’melune amelen dune zâlik* ve künna lehüm hafizıyn;

 Onun (Süleyman) için denizin dibine dalan ve daha başka iş de yapan şeytanlardan da (Süleyman’a hizmet verenler vardı)… Biz onların bekçileriydik. (A.Hulusi)

 082 – Şeytanlardan da onun için dalgıçlık edenleri ve daha başka amel için çalışanları tesir etmiştik ve hep onları zabteden biz idik. (Elmalı)

 

Ve mineş şeyatıyni men yeğusune lehu ve ya’melune amelen dune zâlik Hz. Süleyman’ın o muhteşem medeniyetinden söz ediyor bu ayetler. Devam ediyor;

 Yine dik başlı birileri hem onun için dalgıçlık yapıyorlar, hem de bunun dışında başka hizmetler görüyorlardı. Dalgıçlık yapıyorlar, inciler, mercanlar, değerli taşlar çıkarıyorlar, ya da deniz ürünleri çıkarıyorlar, denizi medeniyetin oluşmasında temel bir faktör olarak niteleyen bu ayete dikkat etmek lazım.

 Burada ki; Ve mineş şeyatıyn şeytanlar, kimler? Dik başlı birileri diye çevirmem boşuna değil. Çünkü bunların mahiyetini bilmiyoruz. Kur’an da insanlar içinde, görünmeyen varlıklar içinde şeytan ifadesi kullanılır. Şeytan sadece bir tür varlığa değil, her varlığın en kötü olanına verilen isimdir. İnsan şeytanlarımı, cin şeytanlarımı olduğunu bilemediğimiz bu ibarede ki hakikat; şeytanın serkeşlik ettiği, baş eğmediği, yola gelmedi anlamındaki isim kökeninden yola çıkarak bir mana verebiliriz.

 Şatana, baş eğmedi, dik başlılık etti, yola gelmedi demektir. Bu kökten türetilen şeytan baş eğmeyen, yola gelmeyen, dik başlılık eden, kimseye eyvallah etmeyen tabir caizse, bir varlık türünü işaret eder. Buradan anlıyoruz ki Hz. Süleyman o kadar görkemli bir iktidar kurmuştu ki, hiç kimsenin baş eğdiremediği güçler, ona baş eğmek zorunda kalmışlardı. O başkalarının baş eğdiremediği, ele geçiremediği, ele avuca sığmayan güçleri dahi kullanıyor, nebevi iktidarına bir payanda yapıyordu onları. Burada söylenen bu hakikattir.

 ve künna lehüm hafizıyn aslında onlara mukayyet olan yine bizdik. Yani tamam o baş eğdiriyordu, o başkalarına hiç baş eğmeyen serkeş güçleri, zorba güçleri, emrinde kullanıyordu. Belki bunlar vahşi toplumlardı, belki bunlar her önüne gelene şeytan gibi zarar veren gerçekten som zararlı varlıklardı. Fakat Hz. Süleyman eşyanın yasalarını merak edip o yasaları keşfettiği için bunları da kullanıyordu. İnsanın tabi olduğu psiko sosyal yasaları da keşfetmişti. Onun içinde insanlar içerisinde şeytan gibi artık kötülüğü kendisine ahlak edinmiş olan, kötülüğü kendisine karakter haline getirmiş olan tipleri de kullanıyordu anlamı da verebiliriz rahatlıkla.

 Bunda verirken ayetin son cümlesini unutmamak durumundayız, onları muhafaza eden aslında yine bizdik. Yani bir peygamber dahi olsa, iktidarı ne kadar büyük olursa olsun nihayetinde onun tüm başarıları Allah’a atfedilmek durumundadır. Çünkü Allah’ı göz ardı ederek bir başarı düşünmek mümkün değildir hissesini veriyor bu ayetin son cümlesi.

 [Ek bilgi; {Allah Teala bu âyet-i kerimede Hz. Süleyman’a verdiği mucizelerden biri olan, rüzgârın onu alıp dilediği yere götürmesini zikretmektedir.

        Rivayete göre, Hz. Süleyman’ın tahtadan yapılma bir seccadesi vardı. Memleketini idare etmek için gerekli olan herşeyi onun üzerine yerleştiriyor, sonra rüzgâra emrediyordu. Rüzgâr da onu alıp istediği yere götürüyordu. Kuş­lar da onu gölgelendiriyordu. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyruluyor: 

         “Bunun üzerine biz de rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle, onun istediği yere ko­layca eser giderdi.“(Sad/36)(Elmalı)

        Süleyman’ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi’nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık. (Sebe/12)(Elmalı)

        Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da. (Sad/37)(Elmalı)

        Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak. (Onun emrine verdik).(Sad/38)(Elmalı)  (Taberi Tef.)}

************************************************************************

 [Ek bilgi 2; { îmam-ı Mükâtil’in rivayetine göre, cinler ve şeytanlar ibrişimden bir halı dokumuşlar ve ortasına da Süleyman (a.s.) için altından bir taht koymuşlardır. Süleyman (a.s.) o tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafında da altın ve gümüşten yapılmış üç bin kürsü vardır. Bu kürsülerin altın olanlarının üzerinde peygamberler, gümüş olanların üzerinde âlimler, etrafta halk ve halkın etrafında da cinler ve şeytanlar otururlardı. Kuşlar Süleyman (a.s.)’in üzerinde kanat açıp onu gölgelerlerdi. Sabah rüzgârı yere serili olan halıyı kaldırıp Süleyman (a.s.)’ı ordusuyla beraber istediği yere götürürdü. Şeytanlar ise denizden onun için yakut, inci ve daha başka şeyler çıkarırlardı. Onların hiçbiri Süleyman (a.s.)’in emrinden dışarı çıkmazdı. Çünkü Allah ü Teâlâ onların hepsini gözetiyordu. (Ebü’l-Leys Semerkandi)}]

        

        83-) Ve Eyyube iz nada Rabbehû enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn;

 Eyyub… Hani Rabbine: “Gerçekten hastalık beni yıprattı ve sen Erhamur Rahıymiynsin” diye nida etti. (A.Hulusi)

 083 – Eyyub’u da, zira «rabbehu enni messeniyed durru ve ente erhamur rahimîn» diye rabbine nidâ etti. (Elmalı)

 

Ve Eyyub Eyyub’u da an bu kitapta. iz nada Rabbehû enniy messeniyeddurru ve ente Erhamur Rahımiyn hani o bir zamanlar bu dert, bu ıstırap gelip beni buldu. Ama sen merhametlilerin en merhametlisisin diye rabbine yalvarmıştı.

 

84-) Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min durrin ve ateynahu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil abidiyn;

 Biz de Ona icabet ettik ve hastalığından kurtardık… Ayrıca ona, indîmizden bir rahmet ve abidler (yakîn gelene kadar gerekli çalışmaları yapanlar) için hatırlatma olarak, ehlini ve onlarla beraber onların mislini de verdik. (A.Hulusi)

 084 – Biz de duâsını kabul ettik de hemen kendisindeki durru açtık ve tarafımızdan bir rahmet ve âbidler için bir muhtıra olmak üzere ona ehlini ve beraberlerinde onların bir mislini de verdik. (Elmalı)

 

Festecebna lehu fekeşefna ma Bihi min durrin bizde onun duasını kabul etmiş ve onu bizar eden dertten kurtarmıştık. ve ateynahu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten min ındiNA ve zikra lil abidiyn dahası katımızdan bir rahmet ve gereği gibi kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere ona yakınlarını bir kat daha artırarak geri vermiştik.

 Evet, değerli dostlar burada Hz. Eyyub’dan söz ediliyor. Aslında Hz. Eyyub’un önceleri büyük varlık ve iktidar sahibi biri olup daha sonra başına büyük felaketler gelip önce varlığını, sonra dirliğini, düzenini, sonra servetini sonra evladını ve eşini, en sonunda sıhhatini tamamen kaybedip ölümcül bir hastalığa yakalanarak acılar içinde kıvranışını.

 Bütün bu gerçekten dramatik serüvenini uzun uzun ayrıntılarıyla anlatan pasajları Kitabı Mukaddeste kendi adıyla geçen Eyyub kitabında okumak mümkün. (http://incil.info/kitap/Eyup/1) fakat burada ki ve yine Kur’an ın birkaç yerde daha anılan Hz. Eyyub’a ilişkin pasajlarla Kitabı Mukaddeste anlatılan Eyyub portresi arasında çok ciddi bir mahiyet farkı var. O da şu; Orada, Kitabı Mukaddeste, kendi adıyla anılan bölümde anlatılan, bir peygamberden daha çok bir sitemkar görüyoruz. Başına gelenlerden dolayı Allah’a sürekli sitem eden, keşke doğmasaydım, hiç olmasaydım, dünyaya gelmeseydim, beni anamdan doğurtmasaydın gibi sitemlerle konuşan birini görüyoruz. Ama burada; Ey merhametlilerin en merhametlisi diye Allah’ın rahmetine sığınıp dua eden bire peygamber görüyoruz. Onun için mahiyet farkı da bu.

 Gerçekten Hz. Eyyub tarihte sabrıyla örnek olmuş bir peygamberdi. Başına gelen varlıktan sonra yokluk, zenginlikten sonra yoksulluk, sıhhatten sonra hastalık gibi başına gelen bu ağır acılara sonuna kadar sabretmiş ve en sonunda ona veren ve ondan geri alan, ona tekrar geri vermişti, bunu görmüştü. Onun için de bu ayetlerde nasıl Allah’ın; Veren ve alan, daraltan ve açan olduğunun tezahürünü görüyoruz.

 Philip Hitti, kendisi Lübnan asıllı bir oryantalisttir, Arap asıllı bir oryantalisttir, bu konuda çok detaylı araştırmalar yaparak Hz. Eyyub’un aslında Arap bölgelerinde yaşamış Arap asıllı bir peygamber olduğu sonucuna varır. O sıkıntılara sonuna kadar sabretmiş ve sabrıyla Allah’ın rahmetine ermiş, Allah ondan imtihan için aldıklarını daha dünyada fazlasıyla geri vermişti.

 Onun için peygamberimize atfedilen bir hadiste; “Bir müminin başına bela 3 sebeple gelir. Ya günahlarına kefaret olmak için, Ya ahirette ki derecesini artırmak için, ya da daha büyük bir belaya kalkan olmak için.” Neticede hepsi de müminin karına.

 Ama belki burada bu kıssadan alacağımız hisse şu olmalı; Veren alır. Verenin almaya hakkı vardır. Onun için mümin hamd eder. Şükür verilince edilendir, Hamd alınınca da edilendir. El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn (Fatiha/2) Hamdlerin tamamı yalnızca Allah’a, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir ayeti de bu gerçeği ifade eder.

 Neden hamd edilir? Çünkü O vermişti. 2.si; bir daha verebilir. 3.sü; daha büyüğünü alabilirdi. Daha büyük bir bela verebilirdi. 4.sü; yine eğer bir gün elde edeceksek O’nun kapısından isteyeceğiz. O verecek. Onun için hamd edilir.

 

85-) Ve İsma’ıyle ve İdriyse ve Zel kifl* küllün mines sabiriyn;

 İsmail, İdris ve Zülkifl. Hepsi sabredenlerdendi. (A.Hulusi)

 085 – İsmail’i de, İdris’i de, Zül’kıfli de; hepsi sabirînden. (Elmalı)

 

Ve İsma’ıyle ve İdriyse ve Zel kifl İsmail’i, İdris’i ve yükümlülük alan kişiyi de an.

 Burada ki Zel kifl özel bir isim olmaktan daha çok bir nitelik atfıdır. Kefele, ya da Fekele kökünden gelen, Tekeffül etti, üslendi sorumluluk aldı, mükellefiyet yüklendi manasına gelir Kifl. Yani mükellefiyet alan sorumluluk sahibi manasına gelir. Onun içinde bir nitelik atfı, bir vasıf olarak çevirmek daha doğrudur. Bir isim olarak değilde.

 Sahabe de Ebu Musa el Eşari, yine 2. nesilden Mücahit, yine 1. nesilden İbn. Abbas gibi bir takım otoriteler Zül Kifl niteliği ile ma’ruf olan zatın peygamber olmadığını söylerler. Bunun karşısında başka bazıları da peygamber olduğunu iddia ederler. Fakat bu isim ya da bu vasıf adı altında hiçbir kaynakta burada ve yine Kur’an da geçen Sad/48 ayetinin dışında ne sünnette ne de diğer dünya kaynaklarında ve diğer dini metinlerde hiçbir malumata rastlamıyoruz. Bu da bizi Zül Kifl diye bilinen, bu vasfıyla anılan bu kişinin müstakil bir şahıs değil, bir başka peygamberin niteliği, 2. adı olduğu sonucuna götürüyor. Ki Kur’an da zaten, vasfı olarak 2. adı bulunan başka peygamberlerde var.

 Başta Efendimiz (A.S.), adı Muhammed olduğu halde Ahmed diye de anılır. Ki o övülme niteliğinden dolayıdır. Yine Hz. İsa; adı İsa olduğu halde Mesih olarak ta anılır. O da onun sıfatıdır. Yine Kur’an da sıfatıyla anılan mesela Zünnun, bir sonra gelecek, Yunus peygamberdir, balık sahibi demektir. Bunun gibi işte burada ki zül Kifl de, yani sorumluluk alan, yükümlülük sahibi, kefalet sahibi, tekeffül eden manasında Zül Kifl de ya İlyas peygamberin, ya da Hezekiyel peygamberin ikinci adı olarak yorumlanmıştır bazı müfessirler tarafından, ki bendeniz İlyas peygamber olmasını ihtimal dışı buluyorum, çünkü Kur’an da bir başka yerde Hz. İlyas’la Zül Kifl yan yana, ayrı ayrı bir “vav” ile geliyor.

 O zaman bu ihtimali çıkmak lazım geriye de tek ihtimal kalıyor o da Babil kralı Nebuchadnezzar’ın Kudüs baskını sırasında esir aldığı insanlar arasında çocuk olarak bulunan ve onun Habur ırmağı kıyısına, bugün Ergani’de makamı vardır. Hatta belki mezarıdır, mezarı olması çok daha kuvvetle muhtemeldir Hezekiyel Peygamber olması ihtimali gerçekten güçlü görünüyor. Çünkü bu peygamber hakkında Kitabı Mukaddeste anlatılanlarla, Bu peygamber hakkında burada anlatılan sabır sahibi olması, direnç sahibi olması çok birbirine uyuyor, uyuşuyor.

 Hezekiyel peygamber de sürgünde hem kendi dindaşlarına hem de putperest Babil’lilere sürekli imanı anlatmış ve tevhide davet etmiş, ömür boyunca tüm sıkıntılara katlanarak davetini sürdürmüş bir peygamberdi.

 Burada tabii Eyyub peygamberle birlikte Zül Kifl peygamberin, yani Hezekiyel peygamberin, İdris peygamberin, İsmail peygamberin birlikte sabır nitelikleri öne çıkarılarak örnek gösterilmelerinden verilen hisse şu; İnsanı acı eğitir. Eğer siz başınıza gelenlere sabrederseniz, sonuçta sabrettiğiniz bu şeylerin sizden bir şey alıp götürmeden daha çok size bir şey getirdiğini bir şey verdiğini görürsünüz. Onun için bin yıllık neş’enin veremeyeceğini bir anlık hüzün verebilir. Bu bir.

 İkinci hisse başına sıkıntı gelmek büyük insanların işidir. Büyük insanlar büyük yükler, büyük acılar, büyük dertler, büyük kederler çekerler. Onun için etrafınızda ömründe başı dişi ağrımamış insanların durumuna bakarak onların iyi olduğu sonucuna varmayın. Yani bir insanın başına gelen musibetler onun kötü oluşundan değil, onun Allah’ın ilgi alanı içinde oluşuna bir delalettir. O nedenle bu örnekleri de bu bağlamda değerlendirin. Eğer sabrederse elbette sonuçta hem dünyada hem ukbada karşılığını görecektir. Bu kıssadan hisse de budur.

 küllün mines sabiriyn hepsi de sıkıntıya karşı direnen kimselerdendi.

 

86-) Ve edhalnahum fiy rahmetiNA* innehüm mines salihıyn;

 Onları rahmetimizin içine dâhil ettik… Muhakkak ki onlar sâlihlerden idiler. (A.Hulusi)

 086 – Bunları da rahmetimize idhal eyledik, çünkü cidden salihîndendirler. (Elmalı)

 

Ve edhalnahum fiy rahmetiNA bu yüzden onları rahmetimize gark ettik. Rahmetimizle hepsini kuşattık. innehüm mines salihıyn zira onlar dürüst ve erdemli kimselerdi. Salih kullarımızdandı. Yani örnek insanlardandı.

 

87-) Ve Zênnuni iz zehebe muğadıben fezanne en len nakdire aleyhi fenada fiyz zulümati en lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn;

 ZünNun (Yunus)… Hani kızarak çekip gitmiş ve kendisini sıkıştırmayacağımızı zannetmişti! Nihayet karanlıklar içinde: “Tanrı yok (benliğim yok); sadece Sen (hakikatimi oluşturan El Esmâ mânâların)! Senin (Esmâ mânâlarını açığa çıkaran olarak bu işlevimle) tespihindeyim! Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum” diye yönelmişti. (A.Hulusi)

 087 – Zennun’u da; hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti, derken zulmetler içinde «la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn» diye nidâ etti. (Elmalı)

 

Ve Zênnun ve balık olayının kahramanını da an. İşte iki isimli bir peygamber daha. Bu niteliğin Hz. Yunus’a verildiği konusunda kimsenin ihtilafı yok.

 iz zehebe muğadıben fezanne en len nakdire aleyh hani bir zamanlar o, hakkında işlem yapmayacağımızı sanarak öfke ile görev yerinden çekip gitmişti.

 Evet, burada da ilginç bir hisse var tabii. Önce bu olayın kahramanını kısaca hatırlayalım. Olay eski ahitte de ayrıntılarıyla anlatılır. Ki orada yine kendi ismi ile bir bölüm vardır. Yunus kitabında Hz. Yunus’un serüveni Ayrıntılı olarak nakledilir.

 Yunus peygamber Ninova’ya gönderilmiştir. Ki Asur’luların başşehridir Ninova. Bu olay Kur’an da saffat suresinin 139 ve devamındaki ayetlerde de ayrıntılı bir biçimde nakledilir. Orada nakledildiğine göre Hz. Yunus Asur başkenti Ninova’ya gönderildiğinde, Ninovalılar tarafından ilgisizlikle karşılanmıştı. Onun davetine kimse ilgi göstermemiştir. Bunun üzerine Hz. Yunus onlara sinirlenerek, Ninovalılara kızarak Allah tarafından elçi olarak gönderildiği halde görev yerini terk edip, Kur’an da saffat suresinin 140. ayetinde ifade buyrulduğu gibi kaçak bir köle gibi kaçtı diyor. Görev yerinden kaçar.

 Bu kaçış sırasında denizde bindiği bir gemi fırtınaya tutulur. Bu fırtınanın kendisinin işlediği suç sebebiyle olduğunu ve geminin batmak üzere bulunduğunu görür ve bu durumu itiraf eder gemidekilere. Bu başınıza benim yüzümden geldi der. Çünkü ben Allah’ın beni görevlendirdiği halde görev yerini terk edip kaçtım.

 O zaman gemidekiler kendisini suya atlamaya zorlarlar. Terk et gemiyi bizim de hayatımızı mahvetme derler. Ve neticede denize atılır. Ayette ifade buyrulduğu gibi denizde ilahi bir yardımla büyük bir balığın yutması sonucunda boğulmaktan kurtulur ve karaya atılır.

 İşte bu hadise, tarihte meydana gelmiş gerçekten bu ilginç olay burada sadece kısaca değinilip kahramanına değinilip geçiliyor. Hatta kahramanının asıl ismi Yunus ismi de zikredilmiyor. Balık olayının kahramanı diye anılıyor. Bu Resulallah’a; daha önceki peygamberlere nasıl yardım etmişsek sana da öyle yardım ederiz. Mesajıdır aslında.

 Tabii bunun bize verdiği bir hisse de var. O hisse; Peygamber de olsa işlenmiş bir suç cezasız kalmaz. Kul kusursuz olmaz, peygamber de olsa. Herkes O’na muhtaçtır peygamber de olsa. Tabii daha büyük bir hisse günahtan değil, günaha aldırmamaktan kork. Hz. Yunus’un örneği buydu. Hata işlemişti, hata etmişti. Fakat ettiği hatayı savunmamıştı. Kur’an isteseydi eğer peygamberler arasında bir takım hatalar işlemiş olanları hiç anmazdı. Hz. Adem gibi, Hz. Yunus gibi, Hz. Musa gibi örnekleri vermezdi.

 Bakın burada Hz. Yunus bir sonraki ayette kendi kendisinin zulmettiğini düşünüyor ve “ben zalimlerden oldum Ya Rabbi.” Diye Allah’a sığınıyordu. Dolayısıyla Burada bize verilen ders çok daha derin. O da şu; Kul kusursuz olmaz, Nisan, insan olarak hata edebilir. Yanılabilir, yanlış yapabilir. Bakın; sıradan insanları bırakın Allah’ın seçtiği peygamberler bile bir takım hatalar yapmışlar, fakat insana düşen şey hatasında ısrar etmemektir. Tevbe etmeyi bilmektir. Hatasını savunmamaktır. Şeytanla Adem’i birbirinden ayıran farkta buydu. Şeytan da hata etti, Adem de. Şeytan da Allah’a asi oldu Adem de. Fakat şeytan hatasını savundu, Adem af diledi. İşte fark bu. Adem onun için adam oldu. Şeytan bu nedenle şeytan oldu, iblis oldu. Burada alacağımız hisse de bu sevgili dostlar.

 fenada fiyz zulümati en lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn; derken o düştüğü zifiri karanlığın içerisinde ibadete layık başka tanrı yok, sadece yüceler yücesi olan sen varsın ey rabbim. Hiç şüphesiz ki ben bu tavrımla zalimlerden biri olup çıktım diye yakarmıştı. Böyle dua etmiş, böyle niyaz etmişti. lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn belki bizim de dilimize pelesenk etmemiz gereken ve sürekli virdi zeban etmemiz gereken bir istiğfardır bu. Belki rabbimiz bize bu örnekle kendisine nasıl tevbe edeceğimizi, nasıl yöneleceğimizi, nasıl af dileyeceğimizi gösteriyordu. Aslında bu gerçekten nasıl af dilenirin Kur’an ca verilmiş bir cevabıydı.

 Hz. Yunus’un sonunu biliyorsunuz. Ninova’ya geri dönecek, Allah tarafından kurtarıldıktan sonra geri Ninova’lıların arasına karışacak, onları imana davet edecek ve bu davet sonunda başarı ile kabul görecek ve tüm bir Ninova onun daveti sayesinde imana kavuşacaktı.

 [Ek bilgi; Lâ ilâhe illâ ente subhaneKE inniy küntü minez zâlimiyn.

        “Tanrı yok (benliğim yok); sadece Sen (hakikatimi oluşturan El Esmâ mânâların)! Senin (Esmâ mânâlarını açığa çıkaran olarak bu işlevimle) tespihindeyim! Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum.

        Bilgi:

        Bakın bu hususta Rasûl AleyhisSelâm ne buyuruyor:

        – “Zün Nun (Yunus AleyhisSelâm) balığın karnında iken ‘Lâ ilâhe illâ ente Subhaneke inniy küntü minez zâlimiyn‘ diye dua ederdi. Bir şey hakkında bunu okuyan Müslüman yoktur ki, Allâh onun duasını kabul etmesin.”

        Yunus AleyhisSelâm Kur’ân-ı Kerîm’in “Enbiyâ” Sûresinin 87. âyetinde belirtilen şekilde, bu duaya devam ederek, yaptığı bir yanlıştan dolayı bağışlandı… Sonra da o devir şartlarına göre yüz bin kişiden fazla olan büyük bir topluluğa hidâyet ulaştırdı.

        Dünya şartları ve şartlanmaları içinde, âdeta balık karnında boğulmak üzere olan insan gibi, sıkıntı içinde olanlara çok büyük ferahlık ve kurtuluş getirecek olan bir tespihtir, duadır bu âyet…

        İleride tavsiyemiz olan çeşitli zikir formülleri içinde de yer alan bu duaya günde üç yüz defa çekmek suretiyle devam edenler çok büyük fayda görürler. Kesinlikle devam edin.

                                               (A.Hulusi/Dua ve zikir.)]

 

88-) Festecebna lehu, ve necceynahu minel ğamm* ve kezâlike nüncil mu’miniyn;

 Biz de Ona icabet ettik! Kendisini içine düştüğü bunalımdan kurtardık! İman edenleri işte böyle kurtarırız. (A.Hulusi)

 088 – Biz de duâsını kabul ile icabet ettik de kendisini gamdan kurtardık ve işte müminleri böyle kurtarırız. (Elmalı)

 

Festecebna lehu, ve necceynahu minel ğamm bunun ardından biz de onun yakarışını kabul ettik ve onu içine düştüğü sıkıntıdan, darlıktan, kederden, gamdan kurtardık. Kurtardık çünkü biz bize başvuranı reddetmeyiz. Çünkü Allah, Allah kadar rahmet eder af dileyince. Affedicidir. Kul ise kul gibi hata edecektir. Kul kulluğunu bilirse Allah ona rahmetini gösterecektir. ve kezâlike nüncil mu’miniyn işte biz inanıp güvenenleri böyle kurtarırız. İnananları ve Allah’a güvenenleri, iman olarak inananları, ahlak olarak güvenenleri. Allah onların iman ve güvenlerini boşa çıkarmaz.

 

89-) Ve Zekeriyya iz nada Rabbehu Rabbi lâ tezerniy ferden ve ente hayrul varisiyn;

 Zekeriya… Hani: “Rabbim… Beni hayatta tek başıma bırakma (bir vâris ihsan et)! Sen vârislerin en hayırlısısın” diye Rabbine nida etti. (A.Hulusi)

 089 – Zekeriya’yı da; hani rabbine «rabbi la tezerni ferden ve ente hayrul varisin» diye nidâ etmişti. (Elmalı)

 

Ve Zekeriyya Zekeriyya’yı da an. iz nada Rabbehu Rabbi lâ tezerniy ferden ve ente hayrul varisiyn hani bir zamanlar o rabbim diye yalvarmıştı. Beni evlatsız tek başına bırakma. Şu da var ki sen varislerin en hayırlısısın. Yani bana evlat ver derken seni unutuyor değilim, seni göz ardı ediyor değilim. Çünkü en hayırlı varis sensin. Herkes ve her şey gidecek geriye sen kalacaksın ya rabbi. İnsana sahip çıkacak olan sensin ya rabbi. Ben evlada güveniyor değilim. Yani sana duyduğum güveni senden alıp ta evlada veriyor değilim. Ama ya rabbi bir evladım da olsun istiyorum demişti. A. İmran/37 ve diğer ayetlerinde ne güzel anlatılır değil mi.

 Hünalike de’â Zekeriyya Rabbeh.. (A.İmran/38) işte o anda ve orada Zekeriyya rabbine yalvardı, ellerini açtı.

 Niye o anda ve orada? Daha önceki 37. ayetten önceki ayetleri göz önüne alırsanız Hz. Meryem anlatılmaktadır orada. Allah’a adanmış annenin adağı Meryem. Meryem’i Allah’a adanmış olan bu kutlu adağı bin bir türlü nimetin içinde görünce Hz. Zekeriyya dayanamadı ve kendisinin de bir evlada sahip olup onu da kendisinin adamasını istedi. Yani benimde olsa ben de adardım demeye getirdi ve işte o anda ve orada dua etti;

 ..Rabbi heb liy min ledünKE zürriyyeten tayyibeten, inneKE Semiy’ud du’â. (A.İmran/38)dedi. Rabbim bana tertemiz bir nesil ver, evlat ver. Sen hiç şüphe yok ki yalvarıp yakarmaları işiten birisin.

 Tabii ki ..ennAllâhe yübeşşiruke Bi Yahya..(A.İmran/39) hitabını meleklerden aldı. Allah seni Yahya ile müjdeliyor duası kabul edilmişti. Duasının kabul edildiği orada kendisine iletildi, fakat bir de ne görelim aynı Zekeriyya dönüp;

 Kale Rabbi enna yekûnu liy ğulamun ve kad beleğaniyel kiberu vemraetiy akır. (A.İmran/40) demez mi? Rabbim benim nasıl çocuğum olacak, benim yaşım yetmiş işim bitmiş, çok yaşlanmışım ve hanımımda kısırken nasıl olur demeye başladı. Oysa ki biraz önce dua eden ve bana da bir evlat ver diyen kendisi idi, aynı şahıstı. Ama şimdi dönüp; Rabbim ben çok yaşlandım karımda kısır. Nasıl çocuğum olabilir ki diyen de kendisi.

 Duayı aşk ile etmişti, soruyu akılla sordu. Yani aşk modundan akıl moduna döndü. Onun içinde bu soruyu sordu. Ve tabii rabbe bu soruyu sormasına rağmen bakınız rabbimiz azarlamadı. O ne biçim laf, o ne biçim tavır. Sen değimliydin biraz önce dua eden demedi ve onun isteğini makul karşılayarak bize nasıl davranmamız gerektiği, bu tip hadiseler karşısında nasıl davranmamız gerektiği Allah’ın adabı ve ahlakıyla öğretildi. İşte onun arkasından rabbimiz;

 Kale Rabbic’al liy ayeten, kale ayetüke ella tükellimen Nase selasete eyyamin illâ ramze. (A.İmran/41)Rabbim bana bir ayet ver demesini bile kabul ederek senin ayetin, işaretin; insanlarla 3 gün konuşmamandır. Buyurdu. Senin bu konuda ki garantin belki de budur denilmeye getirildi. İşte bu olayda bu ayetlerle anlatılan bu olay dile getiriliyor ve Hz. Zekeriyya da anılıyor.

 Hz. Zekeriyya’nın anılması tabii ki yine yukarıdaki peygamberlerle birlikte aynı gayeye matuf. O da bakın Allah yolunda bir şeyler yapan eğer tıkanırsa, onun bittiği yerde Allah yetişecektir ve Allah’ın yardımı onunla olacaktır mesajıydı.

 

90-) Festecebna lehu, ve vehebna lehu Yahyâ ve aslahna lehu zevceh* innehüm kânu yusari’une fiyl hayrati ve yed’unena rağaben ve raheba* ve kânu leNA haşi’ıyn;

 Biz de icabet ettik, Ona Yahya’yı hibe ettik ve karısını Onun için ıslah ettik (çocuk doğurmak için uygun hâle getirdik)… Muhakkak ki onlar hayırlı işlerde yarışırlar; ümitle ve korkarak bize dua ederlerdi, huşû duyarlardı. (A.Hulusi)

 090 – Biz de duâsını kabul ile icabet ettik de kendisine Yahyâ’yı verdik ve onun zevcesini ıslâh eyledik, hakikat bunlar hayrâtta müsaraat ve bize rağbet ve rehbetle duâ ederlerdi ve bizim için haşı’lerdi. (Elmalı)

 

 Festecebna lehu ve biz onun yakarışını da kabul ettik. ve vehebna lehu Yahyâ ve aslahna lehu zevcehu ve onun eşini kendisi için çocuk doğurmaya elverişli hale getirerek ona Yahya’yı armağan ettik. innehüm kânu yusari’une fiyl hayrat şimdi bütün bu peygamberleri saydıktan sonra hepsine ilişkin bir hükümde bulunuyor. İşte bütün bunlar birbirleriyle hayırlarda yarışan kimselerdi. ve yed’unena rağaben ve raheba bize bollukta da darlıkta da yalvarıp yakarırlardı. Yani sadece darlıkta yalvarıp ta bollukta sırt dönmezlerdi.

 Bütün bu sayılan isimler insanlığa örnek gösterilirken, vahyin tüm muhataplarına örnek gösterilirken sizde onlar gibi olun demeye getiriliyordu. ve kânu leNA haşi’ıyn zira onlar bize karşı derin bir saygı duyarlardı.

 

91-) Velletiy ahsanet ferceha fenefahna fiyha min ruhıNA ve ce’alnaha vebneha ayeten lil alemiyn;

 İffetini koruyan o dişiyi (Meryem’i)… Ona (Meryem’in rahmindeki {Âdemî yaratışın benzeri olarak} cenine) ruhumuzdan nefhettik (Onda Esmâ’mızdan bazılarının özel mânâlarını açığa çıkartarak İsa’yı {şuur varlığı} halk ettik)… Onu ve oğlunu âlemler için bir mucize olarak meydana getirdik. (A.Hulusi)

 091 – Ve o dişiyi de ki ırzını muhkem korudu da kendisine ruhumuzdan nefyettik, ve kendisiyle oğlunu âlemîne bir âyet kıldık. (Elmalı)

 

Velletiy ahsanet ferceha bir de iffetini koruyan o kadını an. Bir örnek daha geldi. Hz. Meryem’den söz ediliyor burada tabii ki. Zaten Meryem suresinde uzun uzun işlemiştik Hzç Meryem’in hadisesini. Ona yapılan iftira da bu şekilde reddedilmiş oluyor. İffetini koruyan kadın denilerek. Yani peygamberler sıfatlarıyla öne çıkarılıyor bu surede.

 fenefahna fiyha min ruhıNA ve ce’alnaha vebneha ayeten lil alemiyn kuşkusuz ona da ruhumuzdan üflemiş onu ve oğlunu çağının bütün insanları için rahmetimizin kutlu bir belgesi kılmıştık.

 Meryem – İsa; Ne kadar olağan üstü olursa olsun Allah’ın müdahalesi olmadan hiçbir şey olmaz demenin bir örneğiydi bu. Yani olağanüstülük ne kadar güçlü olursa olsun yine Allah’ın müdahalesi gerekmiştir. Hayran olacaksanız Allah’a hayran olun demekti bu aslında.

 

92-) İnne hazihi ümmetüküm ümmeten vahıdeten, ve ene Rabbuküm fa’budun;

 Muhakkak ki bu tek bir ümmet olarak sizin ümmetinizdir! Ben, sizin Rabbinizim! O hâlde bana kulluğunuzun bilincine erin! (A.Hulusi)

 092 – İşte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet, rabbiniz da bir benim onun için hep bana kulluk edin. (Elmalı)

 

İnne hazihi ümmetüküm ümmeten vahıde ve en sonunda sözü toplayıp bir noktaya getirdi. Aslında bu anahtarı, bütün bu peygamber kıssalarının anahtarı bu ayettir. Ey insanlar işte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Yani bütün bu peygamberler tek bir dine mensuptur ve hepsinin de kaynağı aynıdır. Aslında yeryüzünde hakikatin iki kaynağı yoktur. Tek bir kaynağı vardır. Onun için tüm muvahhitler nerede bulunursa bulunsunlar, tarihin hangi döneminde yaşamış olurlarsa olsunlar, hangi ırktan ve kavimden gelirlerse gelsinler hepsi de bir tek ümmettirler. Yani sen ve İsa, sen ve Musa, sen ve Yunus, sen ve Zül kifl, sen ve Davud, sen ve Süleyman, sen ve İbrahim aynı ümmete mensupsun.

 ve ene Rabbuküm  ve ben de sizin rabbinizim. fa’budun o halde sadece bana kulluk edin.

 

93-) Ve tekattau emrehüm beynehüm* küllün ileyNA raci’un;

 Onlar aralarında işlerini (din – sistem anlayışlarını) paramparça ettiler… Hepsi bize rücu edicilerdir. (A.Hulusi)

 093 – Onlar kumandalarını beyinlerinde parçaladılar, fakat hepsi bize rücu’ edecekler. (Elmalı)

 

Ve tekattau emrehüm beynehüm ama onlar birliklerini aralarında paramparça ettiler.

 Evet, bir önceki ayet rabbüküm diyordu, ümmetüküm diyordu. “küm”, siz, siz, siz..! zamiri kullanırken buradaki zamir hemen tekattau müstetir zamir, yani o, onlara geçiverdi, onlar. Neden? Çünkü Allah parçalayanları muhatap almıyor. Parçalayanları kendisinden yüz çevirmiş sayıyor ve kendisi de onlardan yüz çeviriyor. Onun için burada böyle bir nükte var. Ama onlar birliklerini aralarında paramparça ettiler.

 küllün ileyNA raci’un oysa ki hepsi de sonunda bize dönecekler. Yani hepsi aynı kaynaktan çıkıp, hepsi aynı kaynağa dönecekleri halde paramparça ettiler, sen Musevi, sen İsevi, sen şu, sen bu dediler. Oysaki onların hepsi de İslam peygamberiydi ve getirdikleri İslam vahyi idi, davet ettikleri de İslam’ın kendisiydi. Bunların dininin adı da Allah’a teslimiyet idi.

 

94-) Femen ya’mel minas salihati ve huve mu’minun fela küfrane lisa’yih* ve inna lehu kâtibun;

 Kim imanlı olarak yararlı bir fiil ortaya koyarsa o çalışmasının karşılığını alır! Biz onun kaydını tutanlarız! (A.Hulusi)

 094 – İmdi her kim mümin olarak salihattan bir amel işlerse onun sa’yine küfran yok ve her halde biz onun hesabına yazarız. (Elmalı)

 

Femen ya’mel minas salihati ve huve mu’minun fela küfrane lisa’yih neticede kim iman etmiş olarak iyi ve erdemli davranışlar sergilerse onun bu çabası asla görmezden gelinmeyecektir. ve inna lehu kâtibun çünkü biz onu, onun lehine bütün bunları, bütün yaptıklarını birer birer kaydediyoruz.

 

95-) Ve haramün alâ karyetin ehleknaha ennehüm lâ yerci’un;

 Yok ettiğimiz bir bölgedekilere haramdır ki; onlar rücu edemezler! (A.Hulusi)

 095 – İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu’ etmeyecek olsunlar. (Elmalı)

 

Ve haramün alâ karyetin ehleknaha ne ki bizim helâkine karar verdiğimiz bir toplum mecburi istikamete girmiştir.

 Burada ki haramün, yani dönüşü olmayan bir yola. Ebu Müslüm Isfahani, büyük ve orijinal müfessirimiz bu ayeti, ahirete ilişkin olarak anlamış, onun içinde şöyle bir çeviri çıkar, eğer ahirete ilişkin anlarsak; Helâk ettiğimiz toplumlar, artık dönüşü olmayan bir yola girmişler, mutlaka hesap vereceklerdir Allah’a. Ama dünyaya ilişkin anlarsak; Helâkine karar verdiğimiz toplumlar dönüşü olmayan bir yola girmişlerdir, artık dönemezler ve dolayısıyla helâke uğrayacaklar. Mutlaka helâk olunacaklar manasına gelir.

 ennehüm lâ yerci’un artı onların geri dönmesi mümkün değildir.

 

96-) Hatta izâ futihat ye’cucü ve me’cucü ve hüm min külli hadebin yensilun;

 Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc kapılarının açıldığı zaman, her hadebden (yüksekçe yer – belki de uzay gemilerinden) hızlıca inerler! (A.Hulusi)

 096 – Nihayet Ye’cûc ve Me’cûc açılıp da her tepeden saldırdıkları. (Elmalı)

 

 Hatta izâ futihat ye’cucü ve me’cucü ve hüm min külli hadebin yensilun ta ki ye’cüc ve me’cüc’ün salınıp her bir köşeden boşalacakları zamana dek.

 Kitabı Mukaddeste gog, magog olarak geçen iki unsur. Ye’cüc ve Me’cüc olarak Kur’an a geçmiş. Aslında muarrab şeklidir gog, magog’un, Arapçalaşmış halidir. Bu sözcüklerin aslı gregçe’dir, Yunanca. Ye’cüc; teagog kökünden türetilmiştir. Tanrıya serkeşlik eden, tanrılara baş kaldıran, tanrıları kendi arzu ve isteklerine göre kullanan anlamına geliyor Yunanca da. Me’cüc’ün kendisinden türetildiği Gregçe karşılığı ise demos agos sözcüklerinin birleşiği olan demagog. Yani halka karşı zorbalık yapan, onun üzerinde baskı kuran, onu etkileyen çeteler demektir, zorbalar demektir.

 Ye’cüc; çete başları, Allah’a karşı baş kaldıran, tanrıya başkaldıran. Me’cüc ise onun çeteleri. Halkı zorbalıkla boyun eğdiren. Dolayısıyla ikisini birlikte aldığımız zaman kelime anlamı olarak Kehf/94 ayetini de bu ayetle birlikte anladığımızda Ye’cüc ve Me’cüc diye Kur’an da bahsedilen bu zümrelerin herhangi bir çağa, herhangi bir zamana, herhangi bir mekana, herhangi bir ırka ait olmadığı bununla sınırlanamayacağı, her zamanda, her çağda gelen Ye’cüc ve Me’cüc zümresi bulunduğunu anlamış oluruz kolayca. Çünkü Kehf/94. ayetinde geçmişte yaşanmış bir olaya ilişkin olarak bu zümrelerin ortaya çıktığı anlatılıyor. Burada ise gelecekle ilgili anlatılıyor. Dolayısıyla zamanı ve mekanı yok. Her çağın zorbaları var. Zorba liderleri, ve o liderlere uymuş çeteler, yani terör çeteleri.

 Özelliği ne bunYların;

 1 – Allah’a karşı, tevhide karşı, ilahi yasalara karşı çıkmaları.

 2 – İnsanlara karşı zorbalık yapmaları, onların üzerinde tahakküm kurmaları.

 Bugün süper güç diye bildiğiniz güçler tıpatıp uymuyor mu Ye’cüc ve Me’cüc. Aslında her çağın Ye’cüc ve Mecücü vardı. Geçmişte İskender kendi çağının Yecüc ve Me’cücüydü. Geçmişte Roma kendi çağının Ye’cüc ve Me’cücuydu. Geçmişte Bizans kendi çağının Ye’cüc ve Me’cücuydu. Firavun, Nemrut’ta öyle. Bugün de Allah’a karşı isyan eden, ilahi olana karşı isyan eden, kutsalla bağını koparan, eşyanın kutsalla olan bağını koparan, insanın kutsalla olan bağını koparan ve gelip para gücüyle, ekonomik güçle, silah gücü ile, ateş gücüyle, askeri güçle tüm insanlığın tepesine kurulan ve onlara tahakküm eden güçte bu çağın Ye’cüc ve Me’cüc’üdür.

 Buradaki futihat ta ki dişillik “t” si bunların birer kişi değil zümre olduğunu, bir tür olduğunu, bir tip olduğunu gösterir.

 

97-) Vakterabel va’dül Hakku feizâ hiye şahısatün ebsarulleziyne keferu* ya veylena kad künna fiy ğafletin min hazâ bel künna zâlimiyn;

 Ölüm yaklaştığında, bir de bakarsın ki hakikat bilgisini inkâr edenlerin gözleri dehşetle donar kalır! “Eyvah! Gerçekten biz kozamızda – dünyamızda yaşıyormuşuz (bu gerçeği fark edememişiz)! Hayır, zâlimler imişiz.” (A.Hulusi)

 097 – ve hak vaat yaklaştığı vakit, o zaman işte o küfredenlerin derhal gözleri belerecek «eyvah bizlere biz bundan gaflet ettik, hayır kendimize zulmetmiş olduk» diyecekler. (Elmalı)

 

Vakterabel va’d imdi mutlaka gerçekleşecek olan sözün vakti yaklaşmıştır. Vakterabel va’dül Hakk mutlaka gerçekleşecek olan sözün vakti yaklaşmıştır. feizâ hiye şahısatün ebsarulleziyne keferu işte o zaman küfürde direnenler gözleri yuvalarından fırlamış bir halde diyecekler ki;

 ya veylena kad künna fiy ğafletin min hazâ yazıklar olsun bize doğrusu biz bu söze rağmen, Allah’ın vaadine rağmen gaflete dalmışız görmezden gelmişiz, bu gerçeği göz ardı etmişiz. bel künna zâlimiyn dahası böyle yapmakla başkasına değil kendi kendimize kıymışız. Yazık etmişiz.

 

98-) İnneküm ve ma ta’budune min dûnillâhi hasabü cehennem* entüm leha varidun;

 Muhakkak ki siz de, Allâh dûnundaki taptıklarınız da cehennem yakıtısınız! Siz oraya varacaksınız! (A.Hulusi)

 098 – Haberiniz olsun ki siz ve Allah dan başka taptığınız nesneler hep Cehennem mermisisiniz, siz, ona vürud edeceksiniz. (Elmalı)

 

İnneküm ve ma ta’budune min dûnillâhi hasabü cehennem şu kesin ki siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennemin yakıtısınız. Kendi kendilerine diyorlar bunu. Bu bir itiraf, Fakat geri dönülmez bir noktada itiraf. İtirafın fayda vermeyeceği yerde bir itiraf. İstiğfarın mümkün olmadığı bir yerde istiğfar. Tevbenin mümkün olmadığı bir yerde tevbe. Yani otoban da geriye dönmek istemek gibi bir şey. Onun içinde o gün gelmeden evvel yer yüzünde daha hayatta iken, Allah’ın; insanoğlunun kendisine yönelmesini istiyor. Vahiy bunu istiyor.

 entüm leha varidun sizler O’na mutlaka varacaksınız. Yani cehenneme.

 

99-) Lev kâne haülai aliheten ma vereduha* ve küllün fiyha halidun;

 Eğer bunlar tanrılar olsalardı, oraya gelip girmezler idi! Hepsi orada ebedî kalıcılardır. (A.Hulusi)

 099 – Onlar ilâh olsalardı ona vürud etmezlerdi, halbuki hepsi onda muhalled kalacaklar. (Elmalı)

 

Lev kâne haülai aliheten ma vereduha eğper tanrılaştırdıkları şeyler gerçek ilah olsaydı oraya asla girmezlerdi. Bu tanrılaştırdıkları, bu ilahlaştırdıkları o liderler, o önderler ve tabii taştan yontudan veya soyut somut insandan, her neden ise onların hepsi cehennemin odunu, yakıtı olacak diyordu üstteki ayette. Eğer gerçek tanrı olsaydı cehenneme girmezlerdi diyor bu ayet.

 ve küllün fiyha halidun ama hepsi orada temelli kalacaklar. Yani geçici de değil.

 

100-) Lehüm fiyha zefiyrun ve hüm fiyha lâ yesme’un;

 Onlar için orada şiddetli – horultulu inleme vardır ve onlar orada (dünyadaki sağırlıklarının devamı olarak) işitmezler! (A.Hulusi)

 100 – Öyle ki onların orada bir zefîri var, bunlar da orada iken işitmeyecekler. (Elmalı)

 

Lehüm fiyha zefiyrun orada onların payına inim inim inlemek düşecek. ve hüm fiyha lâ yesme’un ve onlar orada iniltiden başka bir ses duymayacaklar.

 Bu iniltiden, ama onu çıkararak yalın kat tercüme de yapabiliriz. “Onlar orada da duymayacak”. Yani burada hakikati duymamışlardı orada da duymayacaklar.

 

 101-) İnnelleziyne sebekat lehüm minnel Hüsna, ülaike anha müb’adun;

 Bizden kendilerine güzellik, saadet takdir edilmiş olan kimselere gelince, işte onlar ondan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır. (A.Hulusi)

 101 – Şüphe yok ki haklarında bizden Hüsnâ sebk edenler, bunlar, ondan uzaklaştırılmışlardır. (Elmalı)

 

İnnelleziyne sebekat lehüm minnel Hüsna ne varki katımızdan kendilerine iyilik, güzellik ihsan ettiğimiz kimselere gelince ülaike anha müb’adun işte onlar cehennemden uzak tutulacaklar.

 

102-) Lâ yesme’une hasiyseha* ve hüm fiy meştehet enfüsühüm halidun;

 Onun (cehennemin) gümbürtüsünü işitmezler… Nefslerinin arzu ettiği her şey içinde sonsuza dek yaşarlar. (A.Hulusi)

 102 – ve bunlar canlarının istediğinde muhalled kalacaklardır. (Elmalı)

 

Lâ yesme’une hasiyseha onlar oranın uğultusunu, oranın fısıltısını dahi duymayacaklar. ve hüm fiy meştehet enfüsühüm halidun ve onlar canlarının çektiği şeyler arasında kalıcı bir hayat sürecekler, mutlu bir hayat.

 Dünya da Allah için bazı şeylerden kaçınmışlardı, bazı şeyleri yememişler, içmemişlerdi. Allah içmeyeceksin demiş içmemişler, yemeyeceksin demiş; yememişler. Yapmayacaksın demiş yapmamışlardı. Testiyi kıranla suyu getiren bir olur mu. Elbette olmayacaktı. Onların akıbeti ve ahireti de bir olmayacaktı.

 

103-) Lâ yahzünühümül feze’ul ekberu ve tetelakkahümül Melaiketü, hazâ yevmükümülleziy küntüm tuadun;

 O en büyük korku (ölüm kavramı kalktığı için) onları üzmez ve melekler onları karşılar: “İşte bu vadolunduğunuz sizin gününüzdür.” (A.Hulusi)

 103 – O fezeı ekber bunları mahzun etmeyecek ve bunları Melekler şöyle karşılayacaklar: bu işte sizin o gününüz ki vaat olunuyordunuz. (Elmalı)

 

Lâ yahzünühümül feze’ul ekber onları kıyamete mahsus, o benzeri görülmemiş büyük dehşet dahi tasalandırmayacak. ve tetelakkahümül Melaiketü, hazâ yevmükümülleziy küntüm tuadun zira melekler kendilerini bu işte size vaad edilen o mutlu gündür diye karşılayacaklar. Melekler onları böyle karşılayacak. Size hani bir zamanlar vaat edilmişti ya, o gün, işte bu gün diyecekler.

 

104-) Yevme natvis Semae ketayyis sicilli lilkütüb* kema bede’na evvele halkın nu’ıydüh* va’den aleyna* inna künna faıliyn;

 O gün, semâyı yazılı sayfaları dürer gibi düreriz! İlk yaratmaya başladığımız gibi (yer – gök bitişik hâle) onu iade ederiz! Bu vaadimizdir! Gerçekleştirecek olan Biziz! (A.Hulusi)

 104 – O gün ki Semâyı kitaplar için defter dürer gibi düreceğiz evvel başladığımız gibi halkı iade edeceğiz, uhdemizde bir vaat, şüphe yok ki biz yaparız. (Elmalı)

 

Yevme natvis Semae ketayyis sicilli lilkütüb o gün biz gökleri, sayfaları dürüp büker gibi dürüp bükeriz. Tabii ki kıyamet gününden söz ediliyor. Gökleri bir kitap sayfası gibi dürüp bükeriz, rulo yaparız böyle. kema bede’na evvele halkın nu’ıydüh mahlukat evrenini ilk defa nasıl yaratmışsak onu öylece tekrar tekrar yaratırız. va’den aleyna bu üstlendiğimiz bir sözdür, yerine getireceğimiz bir vaattir. inna künna faıliyn zira biz her istediğimiz mutlaka ve mutlaka yerine getirir yaparız. Bu güce sahibiz.

 

 105-) Ve lekad ketebna fiyz Zeburi min ba’diz Zikri ennel’Arda yerisüha ıbadİYes salihun;

 Andolsun ki Zikir’den (önceki hatırlatıcı bilgilerden) sonra Zebur’da (Hikmetler Bilgisi) da yazdık ki: “Arza (bedende Esmâ kuvveleriyle tasarrufa), Benim salâha ermiş kullarım (velâyet hakikati) vâris olur!” (A.Hulusi)

 105 – Şanım hakkı için zikirden sonra Zebur da da yazmıştık: ki her halde Arz, ona benim Salih kullarım vâris olacaktır. (Elmalı)

 

Ve lekad ketebna fiyz Zeburi min ba’diz Zikri ennel’Arda yerisüha ıbadİYes salihun ve doğrusu biz hatırlatıcı mesajların ardından bütün ilahi vahiylerin hikmet yüklü sayfasına dünyaya Salih kullarım varis olacak diye yazmışızdır.

 Burada ki Zebur; aslında demir levha anlamına gelir, sözlük anlamı. Fakat Taberi bu ibareye tan da bu ayetin açıklamasında Mücahitten naklen Allah’ın peygamberlerine indirdiklerinin tümü manasını veriyor. Ki biz o manayı önceledik ve tercih ettik.

 Burada vaat edilen şey dünyada da anlaşılabilir, ahirette de anlaşılabilir. Yani dünyevi bir iktidar olarak anlaşılabileceği gibi burada ki arz’ın, bir üstteki ayetin devamı olarak anlaşılarak bu yer yüzünün yeniden iade edildikten, yani rulo gibi dürüldükten sonra ahiret olarak kendilerine verilecek yer, vaat edilen yer manasına, yani cennet manasına da anlamak mümkündür.

 

106-) İnne fiy hazâ le belâğan likavmin ‘abidiyn;

 Muhakkak ki bunda, abidler topluluğu (arınma çalışmaları yapanlar) için açıklayıcı bilgi vardır. (A.Hulusi)

 106 – Şüphe yok ki bunda âbid bir kavim için kâfi bir Öğüt vardır. (Elmalı)

 

İnne fiy hazâ le belâğan likavmin ‘abidiyn hiç şüphesiz bunda Allah’a gereği gibi kulluk etmek isteyenler için nice mesajlar vardır.

 

107-) Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn;

 Seni âlemler (insanlar) için sadece rahmet olarak irsâl ettik! (A.Hulusi)

 107 – Ve seni sâde âlemîne rahmet olarak göndermişizdir. (Elmalı)

 

 Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn işte bu yüzden ey peygamber biz seni bütün insanlığa sadece bir rahmet, sadece bir mağfiret, sadece bir esenlik olarak gönderdik. Yani senin gönderilişin yer yüzüne, tüm insanlığa bir rahmettir.

 Evet değerli dostlar. Alemlere rahmet..! Katade burada kilil ‘alemin i tüm varlıklar olarak anlamış. Fakat İbn Abbas’ın buna bir itirazı ver tercüman ül Kur’an da; Peygamber hayvanlara ve meleklere peygamber olarak gönderilmedi ki tüm varlık, tüm yaratıklar olarak anlaşılsın diyor ki, doğrudur. Onun için ben tüm insanlığa diye çevirmeyi daha doğru buldum. Tüm şuurlu varlıklara, insanlığa bir rahmettir. Rahmeten lil ‘alemin dir.

 Rahmettir ve aynı zamanda hatemün nebiyyindir. Ahzap suresinde ifade buyrulduğu gibi.(Ahzap/40) Hatemün nebiyyin. Neden hem rahmettir, hem de nebilerin mührüdür?

 1 – Kur’an vahyi bozulmadan bize kadar gelmiş tek vahiydir.

 2 – Tabii bu şartın arkasından önceki vahiylerin kendisine vurulacağı ölçüdür Kur’an vahyi. Maide/48. ayeti;

 Ve enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı musaddikan lima beyne yedeyhi minel Kitabi ve Müheyminen aleyh..(Maide/48) özellikle buradaki; Biz sana bu kitabı mutlak gerçeğe bir atıf olarak gönderdik lima beyne yedeyhi minel Kitabi ve Müheyminen aleyh.. neyi tasdik etsin diye? Senden önceki kitapları vahiyleri tasdik etsin, ama sadece tasdik etmesin, onaylamasın ve Müheyminen aleyh.. aynı zamanda onun içine karıştırılmış olan yalan ve yanlışları da ayırsın, sağlamasını yapsın, bir ölçü olsun diye gönderdik. İşte Kur’an vahyi kendisinden önceki vahiylerin kendisine vurulacağı bir ölçü vahiydir. Bir metre, bir kilo vahiydir. Onun için Kur’an vahyi vahiylerin en zirvesi hem de ölçüsüdür. yine rahmeten lil ‘alemiyn olması sonucunda peygamber tüm insanlığa gönderilmiştir.

 Kul ya eyyühenNasü inniy Rasûlullahi ileyküm cemiy’a..(A’raf/158) ey insanlar de ben sizin tümünüze, tamamınıza birden gönderilmiş bir elçiyim.

 Ve yine; Ahzap/40 ta nebilerin sonuncusu olduğu dolayısıyla da artık insanlığın önderlik insandan mesaja geçtiği müjdesi. İnsan değil artık insanlığın önderi, mesaj olmuştur, vahiy olmuştur bu şekilde.

 3 – Ve tabii sonuncu olarak ebedi risalet ebedi rahmet olmuştur. Onun için sevgili efendimiz vahyi bize ulaştırmakla insanlığın kararan ufkunu aydınlatan bir güneş, insanlığın kararan yüreklerini aydınlatan bir Nûr, insanlığın kararan aklını aydınlatan bir ışık olmuştur. Bu rahmetin dünyaya yönelik küresel ve evrensel rahmetin ta kendisidir.

 Tabii ki bu sadece dünyevi bir rahmet değil, aynı zamanda uhrevi bir rahmet olmuştur.

 

108-) Kul innema yuha ileyye ennema İlahüküm ilâhun vahıd * fehel entüm müslimun;

 De ki: “Bana sadece şu vahyolunuyor: Sizin tanrı diye düşündüğünüz sadece Ulûhiyet sahibi TEK’tir! Siz müslimler misiniz (teslimiyetinizin farkında mısınız) peki?” (A.Hulusi)

 108 – De ki: bana sade vahyolunuyor ki: ilâhınız ancak bir ilahtır, şimdi siz Müslüman oluyor musunuz? (Elmalı)

 

Kul innema yuha ileyye ennema İlahüküm ilâhun vahıd * fehel entüm müslimun de ki bana vahy olunan her şeyin özü, yalnız ve yalnızca ilahınızın bir tek ilah olduğu som gerçeğidir. Şu halde artık siz O’na teslim olacak mısınız.

 

109-) Fein tevellev fekul azentüküm alâ seva’* ve in edriy ekariybün em ba’ıydün ma tû’adun;

 Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Eşit olarak size bildirdim… Size vadolunan şey (uyarıldığınız ölüm) yakın mıdır uzak mıdır, bilmiyorum.” (A.Hulusi)

 109 – Bunun üzerine aldırmazlarsa o halde de de ki: size düpedüz ilân ettim, ve bilmem bu size edilen va’d-ü vaîd pek yakın mi, yoksa uzak mı? (Elmalı)

 

Fein tevellev fekul azentüküm alâ seva’ eğer bu davetten yüz çevirirlerse o zamanda de ki; Ben bu daveti hiçbir ayırım gözetmeden hepinize duyurdum. Yani şu öyledir bu böyledir demedim, Herkese duyurmak gibi bir görevim vardı kapı kapı herkese duyurmak için varlığımı verdim, ömrümü harcadım. Yüzüme tükürdüler, tepeme taş bıraktılar, yoluma diken döşediler, taşladılar, hakaret ettiler, hiç kimseye yapılmayacak şeyleri yaptılar, yine de görevimi yapmaya çalıştım.

 ve in edriy ekariybün em ba’ıydün ma tû’adun ne var ki ben tehdit edildiğiniz hesap gününün yakın mı uzak mı olduğunu da bilemem.

 

110-) İnnehu ya’lemülcehre minel kavli ve ya’lemu ma tektümun;

 “Muhakkak ki O, düşüncelerinizden açığa vurduğunuzu da gizlemekte olduğunuzu da bilir.” (A.Hulusi)

 110 – Şüphe yok ki o, söylenenden, açığa vurulanı da bilir gizlediğinizi de bilir. (Elmalı)

 

İnnehu ya’lemülcehre minel kavli ve ya’lemu ma tektümun fakat Allah açıktan söyleneni nasıl bilirse gizlediklerinizi de öylece bilir.

 

111-) Ve in edriy leallehu fitnetün leküm ve metaun ila hıyn;

 “Bilmiyorum, belki de süre tanınması sizin için bir denemedir (kendinizin ne olduğunu bizzat yaşayıp görmeniz için) ve sınırlı bir yararlanmadır.” (A.Hulusi)

 111 – Ve bilmem belki bu-mühlet-sizin için bir imtihan ve vakte kadar bir istifadedir. (Elmalı)

 

Ve in edriy leallehu fitnetün leküm ve metaun ila hıyn fakat ben bu ertelemenin sizin için bir sınama ve kısa bir süreliğine verilmiş bir mühlet mi olduğunu her halde bilemem. Yani deneniyor musunuz, yoksa belanızın artırılması için size kısa bir mühlet daha mı verildi. Veyahut ta tevbe etmeniz için bir fırsat mı verildi, hangisi olduğunu bilemem. Yani ben yarın kendime dahi ne yapılacağını bilemem diyen bir peygamber bu itirafı yapar.

 

112-) Kale Rabbıhküm Bil hakk* ve RabbunerRahmânul Müste’ânu alâ ma tasıfûn;

 Dedi ki: “Rabbim, Hak olarak hükmet! Rabbimiz Rahmân Müstean’dır sizin asılsız tanımlamalarınıza karşı!”(A.Hulusi)

 112 – Dedi: ya rabbi! hakka hükmet ve rabbimiz rahmandır ancak isnatlarınıza karşı sığınılacak müstean. (Elmalı)

 

Kale Rabbıhküm Bil hakk ya da Kul rabbihküm Bil Hakk iki şekilde de okunur; Allah’a yönel ve de ki Rabbim aramızda hak ve adaletle hüküm ver. ve RabbunerRahmânul Müste’ânu alâ ma tasıfûn onlara dön ve de ki; Kendisine yakıştırdığınız tüm gerçek dışı nitelemelere karşı, kendisinden yardım istenecek tek mercii, yine o sınırsız merhamet sahibi olan rabbimizdir.

 Evet değerli dostlar. Sevgili efendimiz 1400 yıl sonra gelen şahitleri olarak diyoruz ki; görevini yapmıştır. O kendisine verilen vahyi hiç eksiksiz insanlığa  emanet etmiş ve rahmet olduğunu böylece ispat etmiştir. Biz 1400 yıl sonra gelen şahitleri olarak Allah huzurunda onun peygamberliğini yerine getirdiğinin şahidiyiz. Biz de rabbimizden şunu niyazlıyoruz ki biz nasıl onun şahidi isek, o da bizim ümmetliğimizi gereği gibi yerine getirdiğimizin şahidi olsun ve bizi kendi ümmetliğine kabul buyursun.

 

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

 Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 29 Haziran 2012 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın