RSS

İslamoğlu Tef. Ders. ANKEBUT SURESİ (24-44)(125)

30 Kas

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları bugünkü dersimize inşallah Ankebût suresinin 24. ayetiyle devam ediyoruz. Ancak bugünkü dersimizin ilk ayetlerine başlamadan bir açıklama yapmamız gerekli. 24. ayetle devam eden konu, haddi zatında daha önceki 16 ve 18. ayetlerle dile gelen Hz. İbrahim ile ilgili kıssanın bir devamı. 16 – 18. ayetler arasında kıssa aktarıldı ve 18. ayette bir noktada kesildi. Kıssadan hisseye geçildi yani. 19 – 23. ayetler arasında, bu kıssadan ne hisse alabileceğimiz vurgulandı.

Önce afaki ayetlere çekildi dikkatimiz, sonra yaratılışın nasıl başladığına. Daha sonra da ahirete ve yeniden dirilişe değinildi. İşte bu noktada. Hz. İbrahim ile ilgili kıssaya yeniden dönülüp şöyle buyruluyor.

Bismillah.

24-) Fema kâne cevabe kavmihi illâ en kaluktüluhü ev harrikuhü feencahullahu minen nar* inne fiy zâlike le âyâtin li kavmin yu’minun;

(İbrahim’in) toplumunun cevabı şu oldu: “Onu öldürün yahut Onu yakın!” (Fakat) Allâh, Onu ateşten kurtardı… Muhakkak ki bu olayda, iman eden toplum için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)

24 – Onun için ona kavminin cevabı sâde şu oldu: öldürün onu veya yakın dediler, Allah da onu o ateşten kurtardı, elbette bunda iman edecek bir kavim için şüphesiz âyetler var. (Elmalı)

 

Fema kâne cevabe kavmihi illâ en kaluktüluhü ev harrikuhü İbrahim’e tekrar dönecek olursak, böyle bir parantez içi giriş cümlesi kullanmak durumundayız. Kavminin onun davetine verdiği tek cevap onu öldürün, ya da yakın demekten ibaretti. Aslında bir peygamber var. Peygamber Allah’tan aldığı emri kavmine götürmüş. Kavmi putlara tapıyor. Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştırıyor. Kendi şeref ve izzetlerine hakaret ediyor. Kendi kerametlerini beş paralık ediyorlar.

Peygamberleri onlara insan kerametine uygun davranın, Allah’a nankörlük yapmayın, kendi değerinizi beş paralık etmeyin eşyayı putlaştırıp kendinizi nesneleştirmeyin, eşya karşısında nesne olmayın, iç enerjinizi tüketmeyin. Eğer ille de kul olacaksanız, ki, mutlaka olacaksınız, sizi yaratana kul olun diyor. Peki buna karşı onların cevabı ne oluyor? Daha doğrusu cevapları olmuyor, tehditleri oluyor. Onu öldürün, ya da yakın.

Sözün gücüne karşı gücün sözü harekete geçiyor. Peygamberin kullandığı güç sözün gücü, ilahi vahiy. Fakat ona karşı söyleyecek söz bulamayanlar gücü konuşturuyorlar. Tehdidi, işkenceyi, saldırganlığı. Tarihin tüm devirlerinde olduğu gibi hakikate karşı söyleyecek sözü olmayan tüm zorbalar, tarihin her döneminde hak söz karşısında mutlaka güç kullanmaya kalkmışlar, tehdit etmişler, yıldırmak istemişler, varlığını ortadan kaldırmak istemişler, işkence ve eziyet etmişlerdir. Aslında Hz. İbrahim’e karşı girişilen bu gücün sözcülüğü tarih boyunca tüm çağların Nemrutlarının hakka karşı tek tavrı olmuştur.

Eşkıya dünyaya hükümdar olunca, sözün gücünün yerini, gücün sözü alır. İslam bir söz medeniyetidir, tüm peygamberler bu medeniyetin söz işçisidirler. Onlar sitelerini, medeniyetlerini söz taşlarıyla inşa ederler. Çünkü söz değerlidir. Eğer söz değerli olmasaydı Allah konuşmazdı. Önce söz vardı. Yuhanna incili doğru sözle başlıyor. Önce söz vardı ve inanın yine Hakk söz kalacaktır, gerisi yok olacaktır. Tüm zorbalıklar, tüm müstekbirlikler, tüm tehdit, işkence ve yıldırma operasyonları sözü alt edemeyecektir. Hakk söz gücünü kendisinden alır. Onun için hakikat zorbalığa karşı boyun eğmemiştir ve geriye kalan yine hakikatin gücü olmuş.

İşte bu kıssa, işte Kur’an da ki tüm İbrahim kıssaları aslında Kur’an da ki tüm peygamberler kıssaları Hakk sözün gücü, gücün gücünü alt eder. Gücün sözcülerini alt eder ilkesinin, kanununun, yasasının kıssa biçiminde ifadesinden başka bir şey değildir. Sözlerin sultanı vahiyden bu gerçeği öğrenmeye devam edelim.

 feencahullahu minen nar Fakat Allah onu ateşten  kurtardı. Enbiya/69. ayetine müracaat edersek bu kurtuluş daha açık bir biçimde yer alır.

Ya naru kûniy berden ve selâmen alâ İbrahiym.(Enbiya/69) ey ateş İbrahim’e serin ve selamet ol. Emri ile aslında varlık içerisindeki şuursuz Müslümanlar, yani ateşte Allah’ın kanunlarına tabi, gökte yerde, soğuk ve sıcakta, ay da güneşte, gecede gündüzde, ırmakta denizde. Onun için şuursuz Müslümanlar şuurlu kardeşleri darda kaldığında onların yardımına koşarlar. Tıpkı Musa’nın yardımına koşan deniz gibi, Tıpkı Nuh’un yardımına koşan su gibi, tıpkı İbrahim’in yardımına koşan ateş gibi.

inne fiy zâlike le âyâtin li kavmin yu’minun Şüphesiz inanan bir toplum için bunda da alınacak bir ders mutlaka vardır. Nedir ders? İlk ayeti hatırlayalım;

Ehasiben Nasu en yütrekû en yekulu amenna ve hüm lâ yüftenun. (01) sadece iman ettik demekle sınanmadan, denenmeden bırakılacağınızı, kurtulacağınızı mı sandınız, sanıyorsunuz. Yanlış sanıyorsunuz, bu doğru değil. Sınanacak ve deneneceksiniz. Allah bu yasasını İbrahim’e dahi istisna kılmadı. Peygamberlerini dahi bu yasasından müstesna tutmadı. Muhammed’ini dahi tutmadı. -Hepsine salâtu selâm olsun.- Sizi mi tutsun, niye tutsun. İşte bakın alınacak ders bu. Mutlaka bir ders vardır ve bu derslerin başında da ilahi yasaya atıf gelir. Sınanmadan kimse güzelleşmiyor, yücelmiyor. İbrahim’in imanı ateşle imtihanının simgesidir. Öyle bir imtihan ki ateşin aşkı yakmadığının göstergesi.

Eğer aşık isen yare,

Düş İbrahim gibi nare.

Sakın aldanma ağyare,

Bu Gülşen de yanar olmaz.

(Seyyid Nizamoğlu)

Diyor duya Allah dostu bir aşk eri. Eğer aşık isen gözünü kırpmadan düş ateşe. Bu gül bahçesinde yanan olur mu? Onun için aşk yanmaz. Gerçek iman yanmaz. Gerçek muhabbet yanmaz. Yanan bedendir. O yanmaz. Onun için belki o güçlü olursa bedeni de yakmaz. Yani tıpkı güçlü benden bir elektrik akımı gibi atlama yapar. Ruhtan bedene, bedeni de içine alır, alanına kapsamına alır ve onu da yakmaz.

Kamil imanı hiçbir Nemrut’un ateşi tarihte yakmamıştır, yakamamıştır. İmanı yakan bir ateş yoktur aslında. Bakın cehennem bile imanı yakamayacaktır. Onun için kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanlar, son genel afta, çünkü onu yakamayacaktır. Allah onları bırakın diyecek diyor sevgili efendimiz Buhari’nin naklettiği bir hadiste.

[Ek bilgi; Enbiya/69) https://kurantefsir.wordpress.com/2012/06/22/islamoglu-tef-ders-enbiya-037-077102/ ]

 

25-) Ve kale innemet tehaztüm min dûnillâhi evsânen meveddete beyniküm fiyl hayatid dünya* sümme yevmel kıyameti yekfüru ba’duküm Biba’dın ve yel’anü ba’duküm ba’da* ve me’vakümün naru ve ma leküm min nasıriyn;

(İbrahim) dedi ki: “Siz dünya hayatında (atalarınızla) aranızdaki duygu bağı yüzünden Allâh dûnunda putlar edindiniz. Bu yüzden kıyamet sürecinde kiminiz kiminizi inkâr edecek ve bir diğerine lânet edecektir! Mekânınız ateştir ve yardımcınız da yoktur.” (A.Hulusi)

25 – Ve dedi ki: siz sâde Dünya hayatta aranızda sevişmek için Allah ı bırakıp bir takım evsâna tutulmuşsunuz amma sonra Kıyamet günü bazınız bazınıza küfredecek ve bazınız bazınızı lânetleyecek varacağınız yer ateştir, sizin için yardımcılardan eser de yoktur. (Elmalı)

 

Ve kale innemet tehaztüm min dûnillâhi evsânen meveddete beyniküm fiyl hayatid dünya ve İbrahim dedi ki. İbrahim’e karşı kavmi böyle cevap vermişti. Aslında verememişti, tehdit etmişti. Cevap veremeyince cevapları tehdit olmuştu. Ve İbrahim buna karşılık şöyle dedi. Allah’ı bırakıp ta bir takım heykeller peydahlamanızın tek nedeni şu dünya hayatında onlarla aranızdaki çarpık sevgi bağıdır. Dedi.

Evet, buradaki “çarpık” ifadesini açıklayıcı olarak kullandım. Aslında zımnen hitabın yan anlamı olarak zaten var. Çünkü; fahvel hitaptan sözün gelişinden  onu anlıyoruz. meveddete beyniküm fiyl hayatid dünya şu dünya hayatında aranızda ki çarpık sevgiden kaynaklanıyor diyor onları tanrılaştırmanız. Onları tanrılaştırıp heykellerini dikmeniz.

Çarpık sevgi. Hani Bakara/165. ayeti olacak değil mi; Allah’ı sever gibi severler diyordu ya; yuhıbbûnehüm kehubbillâh* velleziyne âmenû eşeddü hubben Lillâh. (Bakara/165) Fakat iman edenler en çok Allah’ı sever. Sevgiyi en çok Allah’a ayırırlar sevgiden en büyük payı. İşte oraya bir atıf görmek lazım burada.

Sevginin çarpığına tutku derler. Aslında gerçek sevgi özgürleştirir, tutku tutuklar. Tutku zincir vurur. Tanrılaştırmayla sonuçlanır tutkunun süreci. Gerçek sevgi sevene hayat verir. Tutku ise sevenin hayatını yok eder, alır. Gerçek sevgi ak sevdadır, tutku kara sevdadır. Yani sevdanın yüzüne çalınmış bir karadır. Çarpık sevgi enerjiyi, insanın iç enerjisini yok eder, öldürür. Elini kolunu döker. Gerçek sevgi ise insana enerji verir. Sevdin mi dağları devirirsin, Bisütun dağını delen Ferhat gibi. Ama çarpık sevgi insanın elini kolunu döker, hatta aklını başından alır. O nedenle ikisi arasındaki farkı vurguluyor aynı zamanda ayet.

Bu ibare aynı zamanda şu gerçeği de söylüyor. Ayette geçen evsân, Heykeller, tapınma nesnesi olan heykeller. Aslında doğrudan bu ifade o heykellere atıf değil, o heykellerin kendisini temsil ettiği kimselere, tarihi şahsiyetlere bir atıf. Onun için ayetin devamını böyle okumak lazım.

sümme yevmel kıyameti yekfüru ba’duküm Biba’dın ve yel’anü ba’duküm ba’da zaten bu ibare biraz önce söylediğim şeyin delili. Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi reddedecek ve birbirinizi lanetleyeceksiniz diyor. Tanrılaştırılanlarla, tanrılaştıranlar karşılıklı birbirlerini reddedecekler. Kur’an da sık sık bu diyaloga yer verilir. Birbirleri ile polemik yaparlar. Özellikle iş işten geçtikten sonra, yani gerçeği gördükten sonra, yani hesap gününde.

Bizi bu adam kurtaracak, veya biz bu adamın arkasına takılırsak yaşadık. Veya dünyada bu adamla biz şeref buluruz dedikleri kimseler orada yüz karası çıkınca onların arkasına takılmak tan dolayı bırakın bir ödül almayı, aferin almayı; yazıklar olsun size denildikte onlar orada sanki dünyada arkalarından gitmemişler gibi; biz sizden beriyiz, bizim sizinle bir işimiz yok diyecekler. Tanrılaştırdıkları, kendilerini tanrılaştıranların suçunu üstlenmeyecek. Bakın biz demedik ki bunlara bizi tanrı yapın diye, bizi tanrılaştırın, veya bizi tapınma nesnesi yapın, bizim heykellerimizi dikip de onlara tazim gösterin diye biz demedik ki diyecekler.

Tabii demeye yüzü olanlar bunu diyecekler. Peygamber olsun, aziyz olsun, veliy olsun, şeytan olsun, Nemrut olsun, Firavun olsun fark etmez. Yani tanrılaştırılanın kim olduğu fark etmez. Onun için bu ayette birbirlerini lanetleyecekler diyor. Yani siz beni tanrılaştırmakla laneti hak etmişsiniz, ne şikayet etmeye hakkınız var.

Tabii öteki tanrılaştıran da, veya onu saygı nesnesi olarak görende; Biz sizinle onunla şerefleniriz diye bunu yaptık. Yani bir getirimiz olur diye yaptık. Biz ahirette böylesine götüreceğinizi bilsek, böylesine yüz karası olacağınızı bilsek size yer yüzünde bu kadar önem verir miydik diyecekler. Onun için atıf oraya.

ve me’vakümün nar en sonunda hepinizin varıp duracağı yer ateştir. ve ma leküm min nasıriyn size yardım eden biri de asla ama asla çıkmayacaktır.

 

26-) Fe amene lehu Lut* ve kale inniy mühacirun ila Rabbiy* inneHU “HU”vel Aziyzül Hakiym;

Bundan sonra İbrahim’e (kardeşinin oğlu) Lût iman etti ve: “Doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim!” dedi… Muhakkak ki O, “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

26 – Bunun üzerine ona bir Lût iman etti hem ben, dedi: rabbime bir muhacirim (hicr edeceğim), hakikat bu: azîz o, hakîm o. (Elmalı)

 

Fe amene lehu Lut aynı kıssanın devamı olarak Hz. İbrahim’in çektiği yalnızlık, ödediği ağır bedeller dile getiriliyor. Aslında önce bedel ödeniyor, sonra ödül alınıyor. Şu anda ödenen bedeller dile getiriliyor.

Bunun ardında ona bir tek Lut inandı. Yani Hz. İbrahim’in yalnızlığı dile getiriliyor. Tabii bu yalnızlık dile getirilirken ilk muhataba bir teselli de veriliyor. İlk muhatap olan vahyin kendisine indiği Resulallah. Senin arkanda yine bir çok insan var. O İbrahim yani bir tek yeğeni, kardeşi Hâra nın oğlu Lût’tan başka inananı olmadı. Böylesine dehşet bir yalnızlıkla sınandı. Bir peygamberin bir ömürlük çabasına rağmen davetine insanların gelmemesini, yalnızlığını, bunun acısını, aslında bunun peygambere verdiği acı sadece yalnızlığın acısı değil, insanların hakikatten yüz çevirmelerinin acısı. Düşünebiliyor musunuz bunu. İşte aslında onu dile getiriyor. Bunu en iyi bilecek olan yine bir peygamberdir. Yani vahyin ilk muhatabı Hz. Muhammed A.S.dır.

ve kale inniy mühacirun ila Rabbiy İbrahim dedi ki; Aslında İbrahim dedi ki diyebileceğimiz gibi Lût dedi ki diyede çevirebiliriz. Çünkü hemen önceki cümle Hz. Lût’tan bahsediyor. Fakat bir delilimiz var; Saffat/99 da buna benzer bir söz Hz. İbrahim’e atfediliyor. Onun için o ikisini birlikte düşündüğümüzde  İbrahim dedi ki diye anlamamız daha doğru olur.

Bana, rabbime doğru yürüyen bir muhacir olmak düşer., yaraşır dedi İbrahim. İnniy muhacirun ila rabbiy. İnniy zahibun ila rabbiy diyordu orada da. Ben rabbime gidiyorum. Evet. Ben rabbime giden bir muhacirim.

Aslında hicretin temel mantığını dile getiriyordu. Yani hicret yer yüzünde yatay bir yürüyüş değil sadece. Amacı doğru ise, gayesi doğru ise aynı zamanda insanın derinliğine ve dikey bir yücelişidir. Yani hicretin en küçüğü yer yüzünde bir yerden bir yere göç, hicretin en yücesi insanın Allah’a doğru yolculuğu. O nedenle rabbe gidiştir aslında her doğru hicret. Her hicret sadece Mekke’leri bırakıp Medinelere yönelmek değil, aynı zamanda Allah’a doğru atılmış bir adım.

Bu tabii mekandan münezzeh olan Allah’a doğru olmak adımı, yaklaşmakla, yani zaman ve mekanla ilgili bir olay değil. İmanla ilgili bir olay. Yani soyut bir yürüyüştür. Dolayısıyla ruhun hicretidir, Allah’a doğru yürüyüşü. Onun için doğru yapılmış her hicret sadece mekandan mekana yürüyüş değil, insandan Allah’a yürüyüştür. O nedenle burada da İnniy muhacirin ila rabbiy diyordu Hz. İbrahim .

Hicret Allah’a sığınmak, hicret sığınak, tutamak, barınak aradığınız her demde, Allah’ı size şah damarınızdan daha yakın bulmak. Hicret günahlardan yüz çevirip sevaplara kaçmak. Hicret nefsinizden uzaklaşıp ruhunuza yaklaşmak. Hicret şeytanınızdan kaçıp imanınıza sığınmak. Onun için hicreti böyle algılamak lazım.

Tabii aslında hicretin çok daha dünyaya ilişkin farklı çağrışımları var ama inşallah gelecekte hicretle ilgili ayeti tefsir ederken değinelim ona.

inneHU “HU”vel Aziyzül Hakiym çünkü her hükmünde hikmetli, yüceler yücesi olan yalnızca odur.

Neden Allah’a gidilir. Neden Allah’a hicret etmesi lazım, neden fefirru ilallah, Allah’a kaçın. Eynel nefer diyen el insan, nereye kaçmalı diyen ey insan, kaçacak tek Allah’ın rahmeti, O’na kaçın. Neden? Çünkü inneHU “HU”vel Aziyzül Hakiym O aziyzdir, O hakiymdir de onun için.

27-) Ve vehebna lehu İshaka ve Ya’kube ve ce’alna fiy zürriyyetihin Nübüvvete vel Kitabe ve ateynahu ecrehu fiyd dünya* ve innehu fiyl ahireti lemines salihıyn;

Ona (İbrahim’e) İshak’ı ve Yakup’u hibe ettik… Onun zürriyyeti içinde nübüvvet ve BİLGİ oluşturduk… Mükâfatını Ona dünyada verdik… Muhakkak ki O, sonsuz gelecekte de sâlihlerdendir. (A.Hulusi)

27 – Ve biz ona İshak ile Yakub’u da ihsan ettik, ve nübüvveti, kitabı zürriyetinde kıldık, ve kendisine hem Dünyada ecrini verdik hem Âhirette o şüphesiz salihînden. (Elmalı)

 

Ve vehebna lehu İshaka ve Ya’kub tabii buradaki “ve” aynı zamanda bir ta’lil anlamı, yani niçin bunu yaptı, sonuçta ne oldu biliyor musunuz? Şöyle oldu; Bizde ona İshak’ı ve onun oğlu Ya’kub u verdik. Burada onun oğlu ibaresi yok, fakat bu yokluktan hiçbir şey çıkmaz. Bunu tefsiri teassüfi ye sokup, zorlama yorumlarla İshak’ı ve Ya’kub u ikisini birden Hz. İbrahim’in oğlu yapmaya kalkmanın alemi yok. Yani her dilde öyledir ama Arap dilinde torunlar da oğul hükmündedir. Onun için usül ve füruğ, dede baba hükmündedir. Usüldür. Onun için atalar, babalar yani eba’ ve ebna. Oğullar. Bu oğulların içine aşağıya doğru silsile halinde çocuk, torun, onun çocuğu, onun torunu.. öyle gider. O nedenle mahremiyet fıkhında da böyledir zaten. Oğlunuz size neyse torununuz da odur. Kızınız size neyse torununuzda odur.

ve ce’alna fiy zürriyyetihin Nübüvvete vel Kitabe ve onun neslinden gelenler arasında peygamberliği ve vahyi devam ettirdik. Evet, Nedendi bunu söyleyişi vahyin? Yukarıda hatırlayın yalnızlıkla sınanmıştı ya, bu sınavı geçtiği için böylesine muhteşem bir ödülle ödüllendirildi. Yani usulünden yalnızlık çekti, oradaki açığı rabbimiz füruundan kapattı. Babasından ve babalarından yana yalnızlık çekti, bu sınavı geçtiği için evladından ve onların çocuklarından yana bu yalnızlığı Allah fazlasıyla kapattı. Öyle kapattı ki, iki evladı da peygamber ve onların neslinden bir çok yüce peygamberler ve en önemlisi de nübüvvetin tacının en büyük elması Hz. Muhammed A.S. Hz. İbrahim’in İsmail kanalıyla neslinden ona ata olma şerefine ulaştı Hz. İbrahim. Onun için burada bunun bir ödül olduğu ifade buyruluyor, çifte ödül adeta. Ve zaten o çifte ödül ayetin devamında geliyor;

ve ateynahu ecrehu fiyd dünya üstelik ona ödülünü daha bu dünyada vermeye başladık ve innehu fiyl ahireti lemines salihıyn hiç şüphe yok ki o Ahirette de erdemli kişiler arasında müstesna yerini alacaktır.

Evet, çifte ödül demiştik ya, bu dünyada böyle ödüllendirilme, bir de ahirette ki ödülü. Dünyada ki ücreti Ahirette ki ecri ikisi birden. Çünkü salih amel hem dünyada ücreti hak eder hem ahirette ecri hak eder. Ahirette ki en büyük ecirlerden biri de güzel insanlarla birliktelikmiş. Bunu da buradan öğreniyoruz. Yani insan güzel insanların arasında hep güzel olduğunu hatırlar. Çünkü dünyanın en kötü insanı güzel insanların arasına koyun, o bile oradan çıkmadan, orayı terk etmeden kötülüğünü icra edemeyecektir. Allah’ın insana verdiği en güzel nimetlerden biri güzel bir çevredir. Demek ki güzel bir çevrenin nimet olma değeri sadece dünyada değil ahirette de devam edecek.

 

28-) Ve Lutan iz kale li kavmihi inneküm le te’tunel fahışete ma sebekaküm Biha min ehadin minel alemiyn;

Lût… Hani toplumuna dedi ki: “Şüphesiz ki daha önceden hiç kimsenin yapmadığı çirkin bir işi yapıyorsunuz!” (A.Hulusi)

28 – Lût Peygamberi de, hani kavmine dediği vakit: «siz cidden o şeni’ fiili yapıyorsunuz ha! sizden evvel âlemînden hiç biri bu haltı etmedi. (Elmalı)

 

Ve Lutan mansup olarak gelmiş. Adeta yukarıya bir atıf olarak yani Lût’u da göndermiştik tıpkı İbrahim gibi. iz kale li kavmihi inneküm le te’tunel fahışete ma sebekaküm Biha min ehadin minel alemiyn şu kesin ki demişti Hz. Lût; siz bütün bir dünyada daha önce hiç kimsenin işlemediği, yapmadığı derecede iğrençlikler işliyorsunuz, yapıyorsunuz.

 

29-) Einneküm lete’tuner ricale ve takta’unes sebiyle ve te’tune fiy nadiykümül münker* fema kâne cevabe kavmihi illâ en kalu’tina Bi azâbillâhi in künte mines sadikıyn;

“Muhakkak ki siz erkeklerle yatıp, (doğal üreme) yolu kesiyorsunuz; toplum içinde bunu yapıyorsunuz.” (Lût’un) toplumunun cevabı şu oldu: “Eğer sözünde sadıksan, Allâh azabını getir bize!” (A.Hulusi)

29 – Cidden siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek ve meclisinizde edepsizlik yapıp duracak mısınız? Buna kavminin cevabı ancak şöyle demeleri oldu: «haydi getir bize Allahın azâbını sadıklardan isen».(Elmalı)

 

Einneküm lete’tuner ricale evet, erkeklere şehvetle yaklaşan ve takta’unes sebiyl ve cinsellik için doğal olan yolu kapatan. –Burada şöyle bir alternatif mana da verilebilir buna çirkin fiili işlemek için gelen geçenin yolunu kesen. Mukatil bin Süleyman’ın tefsirinde ona yine kendisinin yorumu olarak görmüştüm bunu, bu da mümkündür.-

ve te’tune fiy nadiykümül münker üstelik bu çirkinliği kamuya açık yerlerde işleyen siz değil misiniz demişti Hz. Lût. Günahı işlemek bir, onu açıktan utanmazcasına, arsızcasına işlemek iki günahtır. Bakınız burada bu vurgulanıyor. Çünkü günahı açıktan işlemeye kalkmak aslında günahtan çekinmediğini göstermek. İnsan utana utana günah işleyebilir. Fakat işlediği günahtan da utanır. Allah’tan haya eder. İnsanlardan haya eder. Fakat bu günaha aldırdığını gösterir. Fakat günaha aldırmamak günah işlemekten daha büyük bir günahtır. Çünkü günaha aldıranlar bir gün tevbe ederler. Günaha aldırmayanlar tevbe etmezler. O nedenle burada ona bir ima var.

Nadiy; gündüz toplanılan yer Arapça da. Gece toplanılan yere es samir ismi veriliyor. Onun içinde güpe gündüz kamuya açık yerlerde diye çevirdim.

fema kâne cevabe kavmihi illâ en kalu’tina Bi azâbillâhi in künte mines sadikıyn fakat kavminin tek cevabı; Eğer doğru sözlü biriysen demişlerdi, haydi Allah’ın azabını getir de görelim bakalım. Böyle meydan okudular. Daha doğrusu. Eğer doğru söylüyorsan haydi Allah’ın azabını getir de görelim demişlerdi.

Allah’a karşı meydan okumaydı bu. Yani sadece günahkar değil, aynı zamanda küstah. Allah tevbe edenin günahını affeder. Fakat küstahlar tevbe etmezler. Onun için küstahların akıbetine uğradılar. Sodom ve Gomora. Lût peygamberin gönderildiği şehirler arasında yer alan bu çirkin fiili işlemekle meşhur iki kent. Ki bugünkü Lût gölünün güneye dönük ucunda lisaan diye bilinen bir bölüm. Yaklaşık 60 Km. kadardır gölün uzunluğu. Bu lisaan bölümü 10 küsür Km. kadar. Gölün derinliği 400 m. Dir, fakat lisaan diye bildiğimiz ve 6, 7 şehrin yerleşik olduğu bu yer ise sadece ve sadece 50 – 60 m.dir. bazı yerlerde 40 metredir. Yani suyun içinde. 400 m. Ye 50 m.

Bir bıçakla kesilmiş gibidir. Bellidir ki orada bir yer hareketi olmuş burası kara iken sonradan suyun altına girmiştir ve işte tüm şehirler oradaydı. Orada şehir olduğuna göre bu su içilmeye elverişli, sulamaya elverişli etrafına hayat bahşeden bir göldü Lût gölü. Oysa ki bugün Lût gölü bırakınız etrafına hayat vermeyi etrafında hiçbir yeşilliğin olmadığı tek sudur herhalde Lût gölü. İçinde de hiçbir canlının yaşamasına izin vermez kimyasal terkibi. Zehirlidir yani.

Bu felaket sırasında zehirlenmiş olma ihtimali %99.99 olarak gözüküyor. Çünkü yerleşim birimleri etrafında olduğuna göre, bu yerleşim birimleri böyle temiz bir suyun etrafında kurulmuş olmalıydı. Onun için işte felaket buydu.

 

30-) Kale Rabbinsurniy alel kavmil müfsidiyn;

(Lût) dedi ki: “Rabbim, bozguncular topluluğuna karşı bana yardım et!” (A.Hulusi)

30 – Ya rab! dedi: ortalığı fesada veren bu kavme karşı bana nusrat ver. (Elmalı)

 

Kale Rabbinsurniy alel kavmil müfsidiyn rabbim dedi Lût, şu bozguncu kavme karşı bana yardım et, beni destekle, beni yalnız bırakma.

Tabii aslında burada ki müfsit sadece bozgunculuğu kendi bireylerinde şahıslarında işleyen değil, aynı zamanda toplumsal çürümeye yol açan, işledikleri ahlaksızlıkla sosyal kokuşmayı hızlandıran bir boyutuna atıf var.

Yine ilk ayetine atıf diye düşünüyorum ben; Ehasiben Nasu en yütrekû en yekulu amenna ve hüm lâ yüftenun (1) iman ettik demekle sınanmadan, denenmeden, sınava çekilmeden yakanızı kurtaracağınızı mı sandınız diyordu ya bu surenin ilk ayeti. Lût’ta böyle diyor yani. Sınandı. Peygamber olmasına rağmen o da sınandı ve sınavını güzel verenlerden olduğunu birazdan göreceğiz.

 

31-) Ve lemma caet Rusülüna İbrahiyme Bil büşra kalu inna mühlikû ehli hazihil karyeti, inne ehleha kânu zâlimiyn;

Rasûllerimiz, İbrahim’e müjde olarak geldiklerinde dediler ki: “Doğrusu biz şu bölge halkını helâk edeceğiz… Muhakkak ki oranın halkı nefslerine zulmedenler oldular.” (A.Hulusi)

31 – Ve vaktâ ki elçilerimiz İbrahim’e müjde ile vardılar, haberin olsun dediler: biz bu karyenin ahalisini helâk edecekleriz çünkü onun ahalisi hep zalim oldular. (Elmalı)

 

Ve lemma caet Rusülüna İbrahiyme Bil büşra ve elçilerimiz İbrahim’e oğlu İshak’ı müjdelemek için geldiklerinde; kalu inna mühlikû ehli hazihil karyeh bakın demişlerdi biz işte şu yerleşim bölgelerinin halkının helaki için gönderildik.

Çok ilginç değil mi dostlar. Gelen Allah’ın elçileri. 2 şey getiriyorlar. Biri müjde, biri dehşet haberi. Biri ihya biri imha. Bir yandan uzun yıllar evlat hasreti çekmiş bir çift eşe bu hasretin sona ereceğine dair, ki Hz. İsmail vardı. Fakat o bir miktar sonradan olmuştu diyebiliriz. Yani ek bir tedbirle 2. eşinden. Önce cariyesi idi sonra eşi oldu Hz. Hacer. Fakat asıl çiftin kendine ait bir evladı  olmamıştı. İşte bu uzun bekleyiş sonucunda kendilerine bir evlat müjdelendi, çocuk müjdelendi. Fakat bu müjdeyi getirenler aynı zamanda bir imha haberini de getirmişler, sadece getirmekle kalmamışlar imha işiyle görevlendirilmişlerdi.

Hayat bu, belki de bunu söylüyor bu ayet. Sevinç ve acı yan yana. Yapım ve yıkım yan yana. Biri doğarken diğeri ölüyor. Hayat bu. Biri ihya olurken, diğeri imha oluyor. İşte onu söylüyor gibi yani.

inne ehleha kânu zâlimiyn çünkü oraların halkı çoktan hadlerini aşmış bulunuyorlar. Zâlimiyn haddi aşmış olanlar şeklinde çevirmek boşuna değil. Zulüm bir şeyi yerinden etmektir. Kelime manası bu. Zâlemu en fusehüm der Kur’an bir çok yerde. Kendilerine zulmettiler. Burada zulmün öznesi de, nesnesi de insanın kendisi. Her ne kadar en fusehüm yoksa da özne de nesne de kendisi. Yani onlara zulmeden kim? Yine kendileri. Kendilerini yanlış yere koymakla kendilerine zulmettiler. Bir şeyi yerinden etmekti ya. Kendilerini yanlış yere koydular. Eşyayı ve hayatı yanlış yere koydular. Haddi aştılar yani.

Hayatın yasasını çiğnediler Lût kavmi. Hayatın yasası vardı. Bu yasa belliydi, insanın çoğalma sistemi belliydi ve insanın cinsel ihtiyaçlarını giderme yöntemi belliydi. İşte bu yasayı çiğnedikleri için böyle cezalandırıldılar. Aslında kerametlerini çiğnediler. Yüceliklerini çiğnediler. Allah’ın kendilerine yüklediği değeri beş paralık ettiler.

 

32-) Kale inne fiyha Luta* kalu nahnu a’lemu Bi men fiyha* lenünecciyennehu ve ehlehu illemraetehu, kânet minel ğabiriyn;

(İbrahim) dedi ki: “Muhakkak ki orada Lût var?” Dediler ki: “Orada kim olduğunu biliriz… Mutlaka Onu ve Onun ailesini kurtaracağız… Karısı hariç; o geride kalanlardan oldu.” (A.Hulusi)

32 – «Onda Lût var a» dedi, biz dediler: onda kim var olduğunu pek âlâ biliriz, her halde onu ve ehlini kurtaracağız, ancak karısı ötekilerden oldu. (Elmalı)

 

Kale inne fiyha Lut İbrahim; peki ama dedi Lut’ta onların içinde yaşıyor. Yani Hz. İbrahim’in sıkıntısı Lut ne olacak, bela geliyor göz göre göre, ama Lut ne olacak. Yani endişe ikisi de olabilir tabii. Hem bir salih insan, bir salih peygamber: hem de aynı zamanda bir akraba. Yani aynı zamanda Hz. İbrahim’e iman etmiş ilk mü’min. Bir çok duygu birden..! İyi ama Lut ne olacak..! Onların içinde yaşıyor.

kalu nahnu a’lemu Bi men fiyha elçiler; biz onların arasında kimlerin yaşadığını çok iyi biliriz dediler. Yani sen kederlenme, meraklanma, biz onu çok iyi biliyoruz. lenünecciyennehu ve ehleh sonuçta onu ve yakınlarını kesinlikle kurtaracağız. illemraetehu, kânet minel ğabiriyn ne ki onun karısı hariç. Zaten o kadın geride kalanlardan biri olmalıdır, olmalıydı.

Demek ki böyle bir hüküm verilmiş. Bu hükmün verilmesi boşuna değil, bunu hak etmişti demeye geliyor bu. Geride kalanlardan biri olmayı hak etmişti. Aynı zaman da bu acıklı, dramatik aile öyküsünün Kur’an da döndürülüp döndürülüp anlatılmasının bir sebebi; peygamber eşi de olsa kayırma yok. Bir başka sebebi ise daha önemli. Hidayet eğer bir peygamberin elinde olsaydı onu en yakınlarına verirdi. Onu sevdiklerine verirdi. Ama hidayet Allah’ın elinde olan bir inaye, lütuf. Ve insanın kendi çabasıyla hak ettiği bir lütuf. O çaba göstermemiş, yani hak etmemiş. Hidayet bir ödül, çaba bir bedel. Her ödül bir bedel karşılığı. Bedelini ödemeyen o ödülü nasıl alsın. Alamadı. İşte bu.

Ne diyordu efendimiz; Kızım Fatıma nefsini Allah’ın elinden satın al, babam peygamber deme. Vallahi yarın senin için de bir şey yapamam. İşte bu ayetlerin Resulallah’ın dilinden tefsiriydi bunlar aslında. Resulallah’ın bu tip inşai ayetlerle inşa edilmiş olan tasavvuru böyle algılıyordu olayı.


33-) Ve lemma en caet Rusülüna Lutan si(y)e Bihim ve daka Bihim zer’an ve kalu lâ tehaf ve lâ tahzen* inna müneccuke ve ehleke illemraeteke kânet minel ğabiriyn;

Rasûllerimiz Lût’a geldiklerinde onlar yüzünden fena oldu; onlardan dolayı (olacaklardan dolayı) içi daraldı… (Rasûllerimiz de) dediler ki: “Korkma, mahzun olma! Doğrusu biz seni ve senin aileni kurtaracağız… Karın müstesna; o geride kalanlardan oldu.” (A.Hulusi)

33 – Ve vaktâ ki elçilerimiz Lût’a çıka vardılar onlar yüzünden fenalaştı, ve haklarında eli kolu daraldı, onlar da: korkma, dediler: ve kader etme, çünkü biz seni ve ehlini kurtaracağız, ancak karın ötekilerden oldu. (Elmalı)

 

Ve lemma en caet Rusülüna Lutan si(y)e Bihim ve daka Bihim zer’a ve elçilerimiz Lût’a gelir gelmez onlar adına derin bir hüzne kapıldı, ve onlar adına hiçbir şey yapamayıp eli kol döküldü kaldı. Evet, ve daka Bihim zer’a bu bir deyim, deyimsel bir ibare aslında zer, zera; kol, eli kolu döküldü kaldı, yani eli daraldı diyor onlardan yana. Ama biz eli kolu dökülmek deyimini bu gibi durumlar için kullanıyoruz. Elinden bir şey gelmedi. Çaresizliği ifade eden bir deyimsel ibare.

ve kalu lâ tehaf ve lâ tahzen ama onlar dediler ki korkma ve üzülme inna müneccuke ve ehleke illemraetek çünkü biz seni ve yakınlarını, karın hariç. Yukarıda gelmişti burada da geldi. Karın hariç elbette kurtaracağız. kânet minel ğabiriyn o geride kalanlardan olmak durumundadır, veya onun geride kalanlardan olduğu malum. Niye? Çünkü eylemi ortada tercihi ortada.

Tarihi malumata göre Hz. Lût Sodom’lu biri ile evlenmişti. Eşi Sodom’lu idi. Sodom’lu eş kocasıyla uyumlu olmasına rağmen akidede bu uyumu sağlamamıştı ve Sodom’lularla Hz. Lût arasında tercih durumunda kaldığında hemşerilerini tercih etmişti. Yani onlar bizden mantığıyla davranmıştı. Bizden olsun çamurdan olsun mantığıyla davranmıştı. Hemşericilik yapmıştı. Hakikati değil batılı sırf bizden diye desteklemişti. Onun için geride kalanlardan olmayı hak etmişti. Çünkü hakkı ve hakkın biz tarifini reddetti, batıl bir biz tanımını yaptı ve bu tanıma göre davrandı. Onu da o biz tanımıyla beraber aynı cezaya çarptırdı Allah.

 

34-) İnna münzilune alâ ehli hazihil karyeti riczen mines Semai Bima kânu yefsükun;

“Muhakkak ki biz şu bölge halkına, bozuk inançları dolayısıyla semâdan bir azap inzâl edeceğiz.” (A.Hulusi)

34 – Haberin olsun bu karye ahalisinin yapa geldikleri fiskları yüzünden üzerlerine Semadan bir feci’ azâb indireceğiz. (Elmalı)

 

İnna münzilune alâ ehli hazihil karyeti riczen mines Semai Bima kânu yefsükun işte bu yüzden biz şu bölge halkına işleye geldikleri fısk-ı fücur yüzünden gökten yakıcı bir azap, yakıcı bir bela indireceğiz. Aslında ricz; pislik manasına da gelir, murdarlık manasına da gelir. Tiksinilecek şey demek. Yani buradaki tabii ki gökten indirilen kokmuş bir şey değil, fakat kokutan bir şey. Yani manen onları pisliğe bulayan bir şey. Onların tarih içerisinde kirlenmelerine, altlarının kirlenmelerine yol açan bir şey. Onun için lanetle anılacaklar ve hatırlandıklarında sanki kötü bir şey akla gelmiş gibi yüzler buruşturulacak.

 

35-) Ve lekad terekna minha ayeten beyyineten likavmin ya’kılun;

And olsun ki ondan (o bölgeden), aklını değerlendiren bir topluluk için apaçık bir ibret nişanesi bıraktık. (A.Hulusi)

35 – Ve celâlim hakkı için ondan bir âyet (bir nişane) bırakmışızdır ki teakkul edecek bir kavim için beyyine olsun. (Elmalı)

 

Ve lekad terekna minha ayeten beyyineten likavmin ya’kılun doğrusu biz ondan geriye akleden bir topluluk için hakikatin apaçık belgeleri olan işaretler bırakmışızdır.

Evet, onlardan geriye tabii. Bugün biraz öncede Lût gölünün durumunu izah ettim. Lût gölünde olan olaylar bugün emareleri ve delilleriyle apaçık insana haykırmakta. Burada bir felaket gerçekleşti. Hatta kulağıma geldiğine göre uzaydan yapılan bir takım taramalar sonucunda batan kentlerin yer altında ki kalıntılarına da ulaşılmış. Ama her halükarda bir bela mahalli var ve bela insanın burnuna kokuyor. Gidenler bilirler, ben iki kez gittim. Onu gözlemlemeniz mümkün. Doğru bir açı ile baktığınızda ve olayın arka planını çok iyi bildiğinizde, coğrafyayı da çok iyi tanıdığınızda gözlerinizle görebilirsiniz belayı. Tabii her şey görene, köre ne? Görmeyene hiçbir şey yok.

Bir ayet aynı zamanda Lût imanının imtihanını verdi. İşte bu da bir ayet. Yani imanın imtihanını vermeden geçmek yok. Sınıf geçmek yok. Yani imtihanın sahibine, alemlerin öğretmeni olan Rabbül alemiyn’e peygamber, elçi dahi olsanız imtihana sokmadan elinize diploma verilmiyor. Sınıf geçilmiyor. Bunu söylüyor aslında bu ayetler.

[Ek bilgi; SODOM VE GOMORRA’NIN BAŞINA GELENLER

Zaman: İÖ 3150-1550

Mekân: Ürdün

Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını altüst etti. (TEKVİN 19:24-25)

Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes’in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve aynı hikâye Kur’an da da yinelenmiştir. Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût’tur.

Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altındaydılar. Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?

KİTABI MUKADDES’İN HİKÂYESİ

Hikâyede İbrahim ile Lût, Kenan topraklarında çobanlar olarak sürülerini otlatırlar. Hayvanlar çoğalınca ülke ikisine de yetmez. Bunun üzerine İbrahim ayrılmalarına karar verir ve gideceği yeri ilk seçme hakkını Lût’a verir. Lût, Şeria Vadisinin bol sulu ovasını seçer ve “havzanın beş zengin kentinden” biri olan Sodom yakınlarına yerleşir. Diğer kentler Adma, Tseboim ve Tsoar’dır.

Ancak Sodom erkekleri günahkâr eşcinsellerdir ve Tanrı eğer pişmanlık getirmedikleri takdirde hepsini yok edeceği uyarısında bulunmuştur. İbrahim, Tanrı ile suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmenin ahlaklılığını tartışır; sonunda Sodom’daki tek dürüst insanın Lût olduğu anlaşılır.

Lût’u Sodom’u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular Lût’un tanrısal ziyaretçilerini duyunca evine gidip görmek isterler. Kötü Sodomlular’ın melekleri taciz edeceklerinden korkan Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar. Melekler kapı önündeki Sodomlular’ı kör edip Lût’a ailesini alıp kaçmasını söylerler.

Tanrı Sodom ve Gomorra kentlerine kükürt ve ateş yağdırırken Lût karısı ve iki kızıyla Tsoar kentine kaçmaya başlar. Ancak yolda Lût’un karısı Tanrı’nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir tuz “direğine” dönüşür. Lût, Tsoar’da kalmaya korkarak kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızlar uzun bir tecrit döneminden sonra kendilerine bir çocuk verip soylarının devamını sağlayacak bir erkek bulamayacaklarından korkarlar. Bu nedenle babalarını sarhoş edip ne yaptığını fark edemeyeceği bir sırada iğfal etmeye karar verirler. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar: Moablılar ve Ammonoğulları kabilelerinin ataları olan Moab ve Ben-ammi.

Bu hikâyenin herhangi bir noktasının doğruluğu hakkında elimizde hangi kanıtlar vardır? Lût Gölü bölgesinde Sodom ve Gomorra hikâyesini doğrulayacak bazı doğal ve jeolojik olgulara rastlanılmıştır. Ayrıca, son zamanlardaki arkeolojik keşifler de kutsal kitabın hikâyelerine belirli bir inanılırlık kazandırmaktadır.

Sodom ve Gomorra’nın yıkılması: 16. yüzyıl başlarında bir Alman Kitabı Mukaddes gobleninden ayrıntı.

OLGULARIN DOĞAL OLARAK MEYDANA GELMESİ

İki büyük kara kütlesinin birbirlerinden ayrılması sonucunda Lût Gölü’nde sık sık depremler olur. Tarihi kayıtlardan başka yerlerde kentlerin geçmişte depremlerle yok olduklarını biliriz ve eğer bunlar fay hattı üzerindeyseler depremler de daha şiddetli olur. Aynı jeolojik süreç yeryüzünün en alçak su kütlesini de yaratmıştır.

Deniz yüzeyinin yaklaşık 400 metre altında derin bir vadide yer alan Lût Gölü tuz oranı çok yüksek bir sudur, tuz yoğunluğu dibe doğru giderek artar ve kıyılarında sık sık tuz oluşumlarına rastlanır. Bu tuz sütunları kimi zaman bir tesadüf sonucu insan biçiminde olabilir ve Lût Gölü’ne düşen her şey kısa zamanda tuzla kaplanır ve gölde bakteriler dışında bitki ve hayvan varlığının yaşamasına engel olur. Bu nedenle Lût’un karısının tuz sütununa dönüşmesi hikâyesinin böyle bir olağandışı ama doğal süreçten kaynaklandığını düşünmek güç değildir.

Lût Gölü’nün diğer bir garip özelliği de zift bakımından zengin olmasıdır ve bu da zaman zaman iri topaklar ya da petrol birikintileri olarak yüzeye çıkar. Sodom ve Gomorra krallarının Suriye krallarıyla bir savaş sırasında kaçarlarken “zift kuyularına” düşmeleri olayı da akla bu durumu getirir (Ve Siddim Vadisi zift kuyuları ile dolu idi ve Sodom ve Gomorra kralları kaçtılar ve orada düştüler ve geri kalanlar dağa kaçtılar; (Tekvin 14:10)

Dahası, Lût Gölü kıyılarının yumuşak kireçli topraklarında yumruk büyüklüğünde kükürt toplarına rastlanır. Eski Ahit’in Sodom ve Gomorra hikâyesini yazanlar, “kükürt taşı” adını verdikleri bu alev alan topları mutlaka biliyor olmalıydılar. O nedenle göklerden yağan ateş yağmurunun kentleri yakıp yıktığı hikâyesi bu garip nesnelerden kaynaklanmış olabilir.

SODOM VE GOMORRA’YI ARARKEN

Kitabı Mukaddes bilginleri ve arkeologlar yüz yıldan uzun bir süredir Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu yerleri saptamaya çalışmaktadırlar. İlk önceleri bunların Lût Gölü’nün kuzeyinde mi yoksa güneyinde mı olduğu tartışılmıştı.

De Saulcy, 1851’de Lût Gölü’nün kuzeybatısında yaptığı bir araştırmada Eriha ve Kumran’ın kayıp kentler olduğunu ileri sürdü. 1920’lerde Peder Alexis Mallon’un kuzeydoğu kıyısındaki Teleylat Ghassul’da yaptığı kazılar büyük bir Kalkolitik Dönem (İÖ yaklaşık 3600) yerleşim birimini ortaya çıkardı ki, bu daha inanılır bir alternatif olarak görüldü. Bu önerinin aksayan yanı, çoğu bilimadamlarının Sodom ve Gomorra hikâyesinin yeraldığına inandıkları Tunç Çağı’nda (İÖ 3150-1550) bu alanda bir yerleşim izine rastlanılmamış olmasıydı.

1896’da bugünkü Şeria’da Medeba’da 6 ile 7. yüzyıldan kalma bir mozaik harita bulundu. Bu haritada Lût’un kaçtığı ilk kent olan Tsoar, Lût Gölü’nün güneydoğu uçundaydı. Klasik tarihçiler Diodorus, Strabon, Joscphus ve Tacitus ve daha sonra ortaçağ Arap coğrafyacıları Yakut, Mesudi, Mukaddesi ve İbn Abbas bu bölgeyi tarif etmişlerdi.

William F. Albright, Rahip Melvin G. Kyle, Peder Alexis Mallon ve diğerleri 1924’te bölgeyi araştırarak Tsoar’ın yerini doğrulamaya çalıştılar. Tsoar’ın Moab ülkesi olarak saptanması kendilerini, Kitabı Mukaddes’te Arnon olarak belirlenen Mucip Nehri’nin güneyini araştırmaya yöneltti. Lisan yarımadasını ve yakınlardaki vadileri araştırdıktan sonra çağdaş Safi kasabasının eski Tsoar olduğunda karar kıldılar. Sir John Maundevil de 1322 ile 1356 arasında Safi’yi ziyaret ettiğinde bu kuramı çok daha önce ileri sürmüştü.

Sodom ve Gomorra’nın araştırılmasına 1930’larda Lût Gölü’nün güneyindeki sığ havzayı araştıran Le P.F.M. Abel, F. Frank ve Nelson Glueck katıldılar. Bu tuz kaplı alan Eski Ahit’in “tuz denizinin yanındaki Siddim vadisi” tanımına uymaktadır (Bunların hepsi Siddim vadisinde [bir tuz denizidir] birleştiler,-Tekvin 14:3).

Konstantinos Politis tarafından yapılan son araştırmada Safi’nin gerçekten Tsoar olduğu anlaşıldı ve tam da Medeba haritasının gösterdiği yerde çıkmıştı.

“Havza şehirleri”nin (Ve Lût, Havza şehirlerinde oturdu ve Sodom’a doğru çadır kurardı; Tekvin 13: 12} Lût Gölü’nün suları altında kaybolmuş olduğu önerisi ilk kez 4. yüzyıl hacılarından Egeria tarafından ileri sürülmüştür.

Çok daha sonra 19. yüzyıl sonlarında William Lynch’in, Albright’ın ve Kyle’ın denizin kuzey ucunda olduğunu bildirdikleri birkaç küçük ada, günümüzde su altında kalmıştır. Lût Gölü günümüzde, ABD’nin uzay kuruluşu olan NASA tarafından, uydu fotoğrafları ve suyun altında da deniz tabanı incelemeleriyle araştırılmaktadır. Araştırmalar sonucunda ulaşılan genel yargıya göre, Sodom ve Gomorra’nın, kıyıdan çok, Lût Gölü’nün altında bulunabileceği kuramı kesinlikle inanılır gibi görünmektedir.

(Solda) Şeria’da Medeba’da bulunan 6-7. yüzyıl mozaik haritasında Lût’un Tsoar kenti dışında sığındığı yer gösteriliyor. (Ortada) Bab ed-Drah kazısında Erken Tunç Çağı’na (İÖ yaklaşık 3000) ait yanmış bir yerleşim alanı. (Sağda) Tuzdan oluşmuş Sodom Dağı’nın (Cebel Usdam) içi. Su, tuzu eriterek bu yüksek mağaraları oluşturuyor.

SON ARKEOLOJİK KANITLAR

Paul Lapp, Walter Rast, Thomas Shaub ve Burton MacDonald tarafından yakın zamanlarda eski kıyı boylarında ve Lût Gölü’nün güney havzasının jeolojik fay hatlarında araştırmalar ve kazılar yapılmıştır.

Araştırmacılar 1970’li ve 80’li yıllarda oralarda bir zamanlar büyük yerleşim alanları olduğunu keşfetmişlerdir. Bab ed-Drah gibi bazıları Erken Tunç Çağı’nda (İÖ yaklaşık 3000 yılları} yanarak yok olmuşlardır. Bunlar efsanevi “havza şehirleri” olabilirler mi? 1976’da bu kentlerin Suriye’deki Ebla’da bulunan Erken Tunç Çağı tabletlerinde yer aldıkları saptanmıştır. Bu keşif, kentlerin tarihi varlıklarını doğrulamakta mıdır?

Konstantinos Politis 1990’larda Safi yakınlarında Deyr’Ayn’Abata’yı kazmış ve ilk Bizans Hıristiyanları’nın Lût’un, Sodom ve Gomorra’nın yıkılmasından sonra Kitabı Mukaddes’te anlatılanlara göre, sığındığı mağara olduğuna inanılan mağaranın üzerinde inşa edilmiş bir kilise kalıntısı bulmuştur.

Erken ve Orta Tunç çağlan kalıntılarının bulunması da mağaranın Tekvin hikâyesinin geçtiği söylenen dönemde iskân edildiğini göstermektedir. Bu arada yakın çevrelerdeki kazılarda da benzer Orta Tunç Çağı eserlerine rastlanılmıştır.

Eski Ahit aslında bir ahlaki rehberlik kitabı olarak görülüyorsa da, çağdaş arkeolojik ve jeolojik keşiflerin Sodom ve Gomorra hikâyesinin yer almış olabileceği fiziki ve tarihi mekânları doğruluyor olması gayet ilginçtir. (FAZIL MUSTAFA TAŞÇI- Tarih öğretmeni)

http://www.tarihogretmeni.com/sodomvegomorra.htm ]

 

36-) Ve ila medyene ehahüm Şu’ayba* fekale ya kavmi’budullahe vercül yevmel’ ahıre ve lâ ta’sev fiyl’ Ardı müfsidiyn;

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı… Dedi ki: “Ey yurttaşlarım… Allâh’a ibadet edin, sonsuz geleceğe iman edin ve bozguncular olarak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.” (A.Hulusi)

36 – Medyene de kardeşleri Şuayb’ı, vardı dedi ki: ey kavmim, Allaha ibadet edin de son güne Ümit besleyin; müfsitlikle yer yüzünü berbat etmeyin. (Elmalı)

 

Ve ila medyene ehahüm Şu’ayba Medyen’e de soydaşları Şu’ayb ı göndermiştik. Meyden gelişmiş bir tarım ve ticaret uygarlığı idi. Bugünkü Akabe körfezine yakın, yine Amman vadisi boyunca uzanan gerçekten yemyeşil bir bir bölgede kurulmuş bir uygarlıktı. Daha önce A’raf suresinde, hicr suresinde, enbiya suresinde, kasas suresinde geçti. oralarda da açıklamasını yaptığımız için burada fazla değinmeyip geçelim.

fekale ya kavmi’budullahe vercül yevmel’ ahıre ve lâ ta’sev fiyl’ Ardı müfsidiyn ve o, kim? Hz. Şu’ayb, Medyen’e gönderilen peygamber. Ey kavmim demişti, Allah’a kulluk edin, o ki ahiret gününe umutla bakabilesiniz, yani eğer ahiret gününden umut etmek istiyorsanız yalnız Allah’a kulluk edin. Dahası yer yüzünün fesadıyla sonuçlanacak düzenbazlıklar yapmayın demişti, veya yapmayasınız. Allah’a kulluk ederseniz bunu yapmazsınız, bundan kaçınır ve sakınırsınız demişti.

vercül yevmel’ ahır reca, sonunda sevinç olan beklenti emektir reca. Rica şeklinde Türkçe ye geçmiş. Sonunda beklentinizin karşılanacağını umarak beklentinizi ifade etmek. Aslında erguvan aynı kökten gelir. Urcuvandır aslı. Urguvan, reca dan gelir. Neden erguvana böyle bir kökten isim verilmiş? Çünkü açtığı zaman baharı müjdeler. Pes pembe, sanki bir cennet gülü gibi açar görenin içinde baharlar estirir, görenin içine umut üfler. Onun için urcuvan, bizim Türkçemize erguvan diye geçmiş.

 

37-) Fekezzebuhu feehazethümür recfetü feesbahu fiy darihim casimiyn;

Onu (Şuayb’ı) yalanladılar… Bu yüzden onları o şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökmüş hâlde kaldılar. (A.Hulusi)

37 – Buna karşı onu tekzip ettiler, derken onları o recfe tutuverdi de yurtlarında dizleri üstü çöke kaldılar. (Elmalı)

 

Fekezzebuhu fakat onu yalanladılar. feehazethümür recfeh derken şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi. feesbahu fiy darihim casimiyn ve kendi diyarlarında cansız dona kaldılar.

Biz okurken ne kadar kolay okuyoruz, fakat yaşayanlar ne dehşet yaşadılar düşünmesi bile zor. Küçük, ona göre kıytırık bir deprem bile ruhlarımız üzerinde bir ömür süren sarsıntılar bırakıyor da, düşünün böyle bir felaketi, düşünün böyle bir belayı. Allah korusun diyelim. A’raf suresinde açıklamıştık. Racfe; şiddetli sarsıntı, deprem manasına geliyor. Evet, yani bela depremi.

 

38-) Ve ‘Aden ve Semude ve kad tebeyyene leküm min mesakinihim* ve zeyyene lehümüş şeytanu a’malehüm fesaddehüm anissebiyli ve kânu müstebsıriyn;

Ad ve Semud’a (da böyle yaptık)… Onların meskenlerinden durumlarını anlamışsınızdır… Şeytan kendilerine yaptıklarını süsledi de onları (Hak) yoldan engelledi… Gerçeği anlayacak hâlde olmalarına rağmen! (A.Hulusi)

38 – Âd’e de, Semûd’e de ki size bunlar meskenlerinden belli olmaktadır, Şeytan onlara amellerini tezyin etmişti de kendilerini yoldan çevirmişti, halbuki gözleri açık adamlar idiler. (Elmalı)

 

Ve ‘Aden ve Semude ve kad tebeyyene leküm min mesakinihim onlara ait mesken kalıntılarının da ayan açık ortaya koyduğu gibi Âd ve Semud kavimlerine de benzer bir akıbet verdik, onlarda aynı akıbete uğradılar.

Âd kavminin akıbeti farklı yerlerde aktarılmıştı. Efsanevi başkenti İrem di. İrem kentinin efsaneleşmesi M.Ö. si tarihçilerinin de diline düşmüştü. Kur’an da bir yerde gelir zaten; İreme zâtil ‘ımâd. (Fecr/7) de . sütunlar sahibi İrem kenti. Bugün Yemen le Umman arasında ki tam güney Arabistan’da yer alan Hadramed ile Umman arasında ki bölgede. Ahkaf kum çölü, kum dağlarının olduğu yerde kurulmuş bir uygarlık. Öyle bir belaya uğramıştı ki bu belayı çok değil bu yakınlarda, yaklaşık 20 yıl önce yapılan kazılar ortaya çıkardı. 12 m. Lik kum dağlarının altından muhteşem bir uygarlığın yıkılmış felaket geçirmiş kalıntıları bulundu. Kum denizinin altına girmişti. İşte Âd.

ve zeyyene lehümüş şeytanu a’malehüm zira şeytan onlara işledikleri kötülükleri süslü göstermişti. Evet, aslında alacağımız hisse bu. Belki bu ibare doğrudan hepimize yönelik. Şeytan eylemleri nasıl süsler. Şeytanın süslediği eylemler aslında imajla yetinip eşyanın hakikatine bakmayı akıl etmeyen, yani akletmeyenlerin aldanacağı bir şeydir. Yaldızına takılır.

Yılanın da rengi albenilidir, dünyanın en canlı renkleri, en parlak renkleri yılanlarda bulunur. Fakat rengine aldanıp ta sokmasına izin mi verelim. Onun içim şeytan günahları süslemiştir. Günahların yılan gibi sadece parlak rengine bakıp ta onun akıbetini, arkasında ki zehiri fark etmemek, Yılanın rengine bakıp onu kucaklamaya benzer. Onunla aynı çuvala girmeye benzer. Tasavvuru şeytana inşa ettirmek işte bu. eşyanın imajıyla yetinenler hakikatini göremezler.

fesaddehüm anissebiyli ve kânu müstebsıriyn sonunda onlar üstelik açık göz ve uyanık geçinen kimseler oldukları halde yoldan saptılar. ve kânu müstebsıriyn uyanık kimseler oldukları halde, Yani ben bunu uyanık ve açıkgöz diye çevirdim. Belki peygamberleri kendilerine hakikati gösterip onlar da hakikati gördükleri halde diye de anlaşılabilir. Ama birinci mana bana daha doğru geldi, daha müraccah geldi.

Uyanık geçiniyorlardı çünkü medeniyet kurmuşlardı, ileri uygarlıktılar. Çağdaşlarından ileri olmaları kendilerini küstahlaştırmıştı. Kurdukları medeniyetin altı boşalıyordu. Ahlak ile desteklenmemiş bir uygarlık, kuranların tepesine yıkılırdı. Bunu görmediler, göremediler. İmaja yatırım yaptılar ama içini boşalttılar, içeriğini bom boş yaptılar. Ruh yoktu.

Biliyorum aklınıza bugünlerden de bir şeyler geliyor. Tıpkı bugünkü batı uygarlığı gibi içini boşaltıp dışını sıvadılar ve nasıl altının oyulduğunu görmediler. İnsandan kesip eşyaya yatırdılar. İnsanın insanlığını oyup, insanın imajına yatırdılar ve sonuç insanın ölümü.

 

39-) Ve karune fir’avne ve hamane ve lekad caehüm Musa Bil beyyinati festekberu fiyl Ardı ve ma kânu sabikıyn;

Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı (da böyle yaptık)… Andolsun ki Musa onlara apaçık deliller olarak geldi de; dünyada benlik – büyüklük tasladılar… Oysa (gücümüzün) önüne geçemezlerdi! (A.Hulusi)

39 – Karun’a ve Firavun’a ve Hamân’e de, celâlim hakkı için onlara Musâ beyyinelerle geldi de onlar o yerde kibirlenip kafa tuttular, halbuki önüne geçecek değillerdi. (Elmalı)

 

Ve karune fir’avne ve haman Karun, Firavun ve Haman’da aynı akıbete uğradı.

Bu üçlüye dikkat. Bu üçlü Kur’an da birkaç yerde daha üçü bir yerde gelir. Yani beşi bir yerde gibi, üçü bir yerde gelir. Üç erki temsil eder aslında. Karun ekonomik erki, Firavun siyasal erki, Haman ideolojik erki. Bu üçü birleşti mi zulüm katmerli olur. Bu üçü birleşti mi Firavun sistemi ortaya çıkar. Ekonomik erk, siyasal erk ve ideolojik erk. Zulmün üç sacayağı bunlar. Karun’un kıssasına bir önceki surede ayrıntılı olarak değinilmişti. Kasas/76. ve diğer devamındaki ayetlerinde. Onun için burada uzun uzadıya durmayacağız. Ama sadece şunu söylemekle yetineyim, Karun tüm zamanlar boyunca gördüğünüz homo ekonomikus, yani ekonomik insan, ekonomi insanı tipidir. O kendisine imtihan için verilmiş serveti Allah’a karşı kullanan bir tip. Yani servetin bir sınav aracı olduğunu unutup serveti bir güce çevirerek insanlara tahakküm aracına dönüştüren bir tip.

ve lekad caehüm Musa Bil beyyinat doğrusu Musa hakikatin apaçık delilleriyle onlara gelmişti. festekberu fiyl Ard fakat onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar.

Bu estekbar sözcüğüne dikkat değerli dostlar. Kötülüğün bu prototiplerinin ortak özelliği bu. İki özelliği var tekebbür ve estekbar. Tekebbür bireysel, estekbar sistemle ilgilidir. Tekebbür; küstahlık, kendini beğenmişlik, bencillik.

Bu günkü batı uygarlığına bakın egosantriktir. Ben merkezcidir. Onun için harita da bile kendisini yukarı getirir. Onun için kendisini 1. dünya ilah eder siz  2., 3. 4. dünyasınız. Onun için kendisi merkezdir, ona göre siz yakın doğu, uzak doğu, orta doğusunuzdur. Yani kendisine ne kadar uzak ve yakınsanız öyle isimlendirir. Merkez odur çünkü. Böylesine bir bencillik, tabiatta dahil. İşte böyle.

İkincisi ise iystekbar; yani hegemonyacılık, baskıcılık. Çok sever hegemonyayı. Başkalarının üzerinde baskı kurmak ister. Onların değerlerini sömürmek ister. Kendini onlara dayatır. Kendisini evrensel, onları yerel ilan eder. Kendini moda, onları demode ilan eder. Kendini yeni onları eski ilan eder ve yeni olmak ona işgal ve sömürme hakkını vermiş kabul eder, öyle düşünür.

ve ma kânu sabikıyn ne ki onların hiç biride bizi asla aşamadılar. Allah’la ayaklaşmak ve O’nu aşacağını sanmak ne büyük ahmaklık Allah’ım. İşte bunu söylüyor. ve ma kânu sabikıyn onlar aşamadılar diyor. Allah ile yarışmaya kalkmak, Allah ile ayaklaşmaya kalkmak, bu nasıl bir tasavvurun ve zihin dünyasının sonucu. O’nu geçerim haşa. Bu mantığa cevap bu.

 

40-) Feküllen ehaznâ Bi zenbih* feminhüm men erselna aleyhi hasiba* ve minhüm men ehazethüssayhatü ve minhüm men hasefna Bihil’Ard* ve minhüm men ağraknâ* ve ma kânAllâhu liyazlimehüm ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun;

Her birini kendi suçunun sonucuyla yakaladık… Onlardan kiminin üzerine hortum irsâl ettik! Onlardan kimini o korkunç dalgalı ses yakaladı! Onlardan kimini yerin dibine geçirdik… Onlardan kimini de suda boğduk… Allâh onlara zulmetmiyordu; fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. (A.Hulusi)

40 – Hasılı her birini günahıyla yakaladık, kiminin başına bir taş yağdıran gönderdik, kimini sayha alıverdi, kimini yere geçirdik, kimini de gark ettik, Allah onlara zulmetmiyordu ve lâkin kendi nefislerine zulmediyorlardı. (Elmalı)

 

Feküllen ehaznâ Bi zenbih sonuçta her birini günahlarından dolayı enseledik. Evet, yani bu aslında geçmişte kalmış şey değil, ilahi yasaya atıftır. Bundan böyle de enseleriz. feminhüm men erselna aleyhi hasiba ve onlardan kimileri üzerinde bela fırtınası estirdik.

Kim gibi? Âd kavmi gibi, bela fırtınası. Bu fırtına kum dağları altında bıraktı onları, mahvoldular. ve minhüm men ehazethüssayha kimisini de sarsıcı bir azap çığlığı yakaladı.

Evet, kim gibi? Semud kavmi gibi. ve minhüm men hasefna Bihil’Ard yine onlardan bazı kimseleri yerin dibine geçirdik.

Kim gibi? Karun gibi. ve minhüm men ağraknâ bazılarını da boğulmaya terk ettik, Firavun ve yandaşları gibi. ve ma kânAllâhu liyazlimehüm ne var ki onlara zulmeden asla ama asla Allah değildi. ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun ve fakat onlar asıl kendi kendilerine zulmetmişlerdi.

Allah insanı keramet sahibi yarattı, izzet sahibi yarattı, şeref sahibi yarattı. Mahlukatın içinde en şerefli mevkie oturttu. Onlar kendi onurlarını beş paralık ettiler. Kendilerine zulmettiler. İnsana da zulmettiler ve sonuçta Allah onlara yaptıklarının acısını tattırdı. ..Aziyzün Züntikam. (İbrahim/47) olan Allah.

 

41-) Meselülleziynet tehazû min dûnillâhi evliyâe kemeselil ankebut* ittehazet beyta* ve inne evhenel buyuti lebeytül ankebut* lev kânu ya’lemun;

 

Allâh dûnunda (tanrı kabul ederek birbirini) velîler edinenlerin meseli, bir ev edinen dişi örümceğin meseli gibidir… Muhakkak ki evlerin en zayıfı elbette dişi örümceğin ağıdır! Eğer bilselerdi. (A.Hulusi)

41 – Allah dan başka velilere tutunanların meseli örümcek meseli gibidir: bir ev edinmiştir fakat evlerin en çürüğü de şüphesiz örümcek evidir, eğer bilselerdi. (Elmalı)

 

Meselülleziynet tehazû min dûnillâhi evliyâe kemeselil ankebut ittehazet beyta Allah’tan başkalarını sığınılacak otorite edinen kimselerin durumu ördüğü ağı ev edinen örümceğin durumuna çok benzer. Allah’tan başkalarını sığınılacak otorite edinen kimselerin durumu bu diyor ayet. Ördüğü ağı ev edinen örümceğin durumuna benzer. İlginç bir benzetme, bu ayete de adını veren, adını ilham eden ayet bu sureye.

Örümcek evine sığınan örümcek kafalılara hitap ediyor, onları dile getiriyor. İnsan örümcek kafalı olursa örümceğin evini Allah’a karşı zırh gibi görür. Olur mu? gülünç ama olur. Çünkü insan şaşırmaya görsün. İnsan böyledir. Allah’ın gücüyle kendi gücü arasındaki farkı görmez. Kendi güçsüzlüğünü, Allah’ın sınırsızlığını. Kendi yetersizliğini, Allah’ın yeterliliğini görmez. Haddini bilmezse örümceğin evine sığınır da yer yüzünün en korunaklı yerinde olduğunu düşünür. Öyle olur, örümcek kafalılık galiba bu işte.

Ankebût; dişi örümcektir. Ferra’nın da vurguladığı gibi erkeğine ankeb denilir. Bu şöyle ilginç bir bulguyla da bir anektot olarak nakledebiliriz, tefsir olarak değil de; Dişi örümcek, bazı cinsler erkeği ile çiftleştikten sonra erkeğini yerler. Yani erkek dişi örümceğe iç güveysi gibi gelir, sığınır ona, fakat mezarı olur. Evi mezarı olur.

İnsanların Allah’a sırt dönmesi çok ilginç bir benzetmeyle izah ediliyor. Böyle işte, eğer Allah’tan kaçar da örümceğe sığınırsan, hem seni istismar eder, hem de döner yer, öldürür. Onun için örümceğin evi misali insanın üzerinde çok yoğun düşünmesi gereken ve aslında bu dünya hayatında insanın düştüğü bir çok tuzağı ifade eden müthiş bir benzetme.

ve inne evhenel buyuti lebeytül ankebut ne ki evlerin en çürüğü elbette örümcek ağıdır. Pamuk ipliğine umut bağlamak, veya pamuk ipliğine hayat bağlamak. Böyle de diyebiliriz. İşte bu ne kadar taşır? Ne kadar taşırsa o kadar. Örümceğin evi rüzgara ne kadar dayanırsa işte o kadar. lev kânu ya’lemun keşke bunu bir bilebilselerdi.

Ancak böyle bitmeliydi bu ayet değil mi? Keşke bunu bilselerdi. Aslında insanların Allah’tan kaçıp sığındıkları her durumun bir örümceklik olduğunu bilselerdi, Allah’a sığınırlardı. Gerçek güvenceye sığınırlardı. Hıfzeden Allah’ın hıfzına sığınırlar ve korunurlardı.

 

42-) İnnAllâhe ya’lemu ma yed’une min dûniHİ min şey’* ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym;

Muhakkak ki Allâh, O’nun dûnunda yöneldiğiniz şeyleri bilir… “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

42 – Her halde Allah biliyor ki onlar onun berîsinden nelere, ne gibi şeylere yalvarıyorlar, halbuki azîz odur, hakîm O. (Elmalı)

 

İnnAllâhe ya’lemu ma yed’une min dûniHİ min şey’  şüphesiz Allah onların kendisinden başka yalvarıp yakardıkları her şeyi çok iyi bilir. Ya da; Burada ki “ma” ilgi zamirini olumsuzluk edatı olarak okursak manas şöyle de verilebilir. Allah dışında yalvardıklarının bir hiç olduğunu Allah çok iyi bilir. Yani hiçbir şey olduğunu.

ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym zira yüceler yücesi olan, hikmetiyle muamele eden hep O’dur.

 

43-) Ve tilkel emsâlü nadribüha linNas* ve ma ya’kılüha illel alimun;

İşte misaller, insanlara vurguluyoruz! (Fakat) onları âlimlerden başkası aklıyla değerlendirmez! (A.Hulusi)

43 – Hem bu meseller yok mu, biz onları insanlar için darp ediyoruz, mamafih onlara âlimlerden maadasının aklı irmez. (Elmalı)

 

Ve tilkel emsâlü nadribüha linNas işte bütün bu misalleri biz insanlar için veriyoruz. ve ma ya’kılüha illel alimun ne ki bunları sadece eşyanın var ediliş amacını bilenler kavrayabilir.

Evet, burası çok önemli dostlar. Bütün yukardan beri verilen misaller, peygamber kıssaları, ondan sonra verilen örnekler, hep bütün bunlar adeta bu ayetin son cümlesinde son sözüne kavuştu. Bu ayeti doğru anlamamız için, bu cümleyi daha doğrusu 43. ayetin son cümlesini ayette ki iki kavramı doğru anlamamız lazım.

ya’kılüha, a’kl, akletme illel alimun İlm, bilm. Bilgi ve akıl. İlim ve akıl. Bu iki kavramı Kur’an ın inşa ettiği gibi doğru algılarsak o zaman problem çözülür ve Allah’ın muradını ve maksadını çok iyi anlarız.

İlim; İbn. Faris tarafından Mekayısı’l-Luğa da şöyle tarif edilir. El-İlmu yedullu ‘alâ eserin bi’ş-şey’i yetemeyyezu bihi ‘an ğayri. İlim bir şeyi, bir hakikati diyelim, ondan olmayan şeyden, yani batıldan ayırmamız için kendisini izleyerek hakikati bulduğumuz iz, eser, belirti, işaret, alamettir.

Hemen buradan şunu anlıyoruz ilim bizatihi kendi, maksat değildir, alamettir. Zaten alametle ilm aynı kökten gelirler. Hatta ilm alamet mastarından türetilir bazı dilcilerce. Yani işaret, eser, izdir. Bu izi izleyerek hakikate ulaşırız. Fakat bu iz bize sahte izleri gerçek izden ayırmayı öğretir ilm. Şimdi anlıyoruz değil mi neden Firavun’un gördüğünü, firavunun topladığı sihirbazlar da gördüğü halde firavun iman etmeyip sihirbazlar iman etti? Çünkü onlar bilgiye sahip idiler. Bilgin idiler. O dönemin uygarlığında zaten kimyagerler ve fizikçiler sihirbaz oluyorlardı. Onlar aslında bir tür kimyevi ve fiziki alet ve edevatla yapıyorlardı bu işi. Onun için firavunun göremediğini onlar gördüler. İlim bu, bir iz, bir alamet, bir eser. Ona bakarak ondan olmayanı ayırt ediyoruz.

Peki akıl? Akıl da ugal, ıgal kökünden gelir. Bağ, yular demektir. Hayvan yularına da bu kelime verilir. Onun için bağlamakla ilgilidir akl. Bağ ne için kullanılır? bir şeyi bir şeye bağlar. Yani bağlamayınca hedefinden sapan yörüngesinden çıkan, zarar verme ihtimali olan, istikametini kaybedecek olan bir şeyi, bütün bunlardan korumak için bir şeye bağlamak. Bağ diyoruz.

Peki insan aklı neyi neye bağlar? İnsan aklı bedeni ruha bağlar, görüneni görünmeyene bağlar. İçkin varlıkları aşkın varlığa bağlar. Mahlukatı hâlikına bağlar. Bu dünyayı öte dünyaya bağlar. Maddeyi manaya bağlar. Fiziği metafiziğe bağlar. Yani neleri bağlamaz ki. Zaten bu bağı bu sayede kurarız, aklımız sayesinde ve zaten biz hayvanlardan bu sayede ayrılırız. Bu bağı kurabildiğimiz için sorarız niçin sorusunu, neden sorusunu, nasıl sorusunu. Bu soruları işte bağ kurma sayesinde sorarız ve bu soruların sonucunda cevaplarına ulaşmaya çalışırız. Her şeyden öte insanın gerçekle arasındaki bağı kurmaya yarar.

Nasıl kurar bu bağı? Gerçeğin izini sürerek, yani ilm ile. Bilgi ile ilm ayrıdır aslında. Kur’an ın ilm dediği şey; veri, data manasına bilgi ile aynı değildir. Veri, data manasındaki bilgi yani malumat, hamdır. O kendi başına gerçeği göstermez, söylemez. Eğer akıl onun gerçekle irtibatını kurmazsa. Bütün içinde ki o parçanın yerini fark etmezse. Bütün ve parça arasında ki bağlantıyı bilmezse o parça bunu kendiliğinden söylemez. Kendi gösterir durduğu yerde. Fakat bir gören lazımdır. Gören olmayınca gösterenin göstermesi ne işe yarar. İşte ilm budur.

İlm; sıradan veri, data manasındaki malumatın hikmet istasyonunda çevrime uğrayarak mutlak hakikate bir atıf haline gelmesidir. Bu ikisi birleşirse akl ve ilm burada ki ibarenin kazandığı anlam şu olur dostlar.

Gerçeğin izini süremeyenler bilgi ile hakikat arasında ki bağlantıyı kuramazlar. Evet, gerçeğin izini süremeyenler, bu ibarenin bize ilham ettiği mana bu. Bilgi ile hakikat arasında ki, yani alamet, işaret ile, o işaretin gösterdiği maksat arasındaki bağlantıyı kuramazlar. Dolayısıyla onlar için eşya sadece eşyadır. Ama bu bağı kuran için eşya bir parmaktır. Mutlaka bir şeyi gösterir. Onlar için sanatla sanatkar arasında bir irtibat yoktur. Onun için sanata bakıp sanatkarı göremezler. Fiille fail arasındaki bağlantıyı keşfedemezler. Bir fiil görmüşlerse mutlaka bir fail. Bir eylem görmüşlerse mutlaka o eylemi gerçekleştirecek olan bir eylem sahibi olduğunu keşfedemezler. Ancak bu bağ sayesinde keşfederler. Bir sanat görmüşlerse bu sanatın bir sanatkarı var derler.

İşte ancak bu bağ sayesinde bunu söyleyebilirler. Onun içinde Kur’an defaatle akletmeye çağırır. Akleden bir kalbi insanın insan olma açısından en büyük sermayesi olarak gösterir ve bizi hep akledenlerden olmamız için teşvik eder. Burada ki söylenen de aslında budur, tefekkür bilgi üzerine kurulduğunda hakikate götürür demek ister gibidir. Bilgi üzerine kurulmayan bir tefekkür insanı, sahibini çölde kendini kaybetmiş biri gibi dolaştıracaktır.

 

44-) HalekAllâhus Semavati vel Arda Bil Hakk* inne fiy zâlike leayeten lilmu’miniyn;

Allâh, semâları ve arzı Hak olarak (Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerle) yarattı! Muhakkak ki bunda iman edenlere elbette bir işaret vardır. (A.Hulusi)

44 – Allah, o Semavât-ü Arzı (o yüksekleri ve aşağıyı) Hakk ile halk etmiştir, elbette bunda mü’minler için bir âyet var. (Elmalı)

 

HalekAllâhus Semavati vel Arda Bil Hakk bu ayetin arkasından da bu ayet çok şey söylüyor. Zira Allah gökleri ve yeri mutlak gerçeğe atıf olsun diye yaratmıştır. Gökleri ve yeri mutlak gerçeğe atıf olsun diye yaratmıştır. Aslında burada ki Bil Hakk anahtar sözcük. Allah gökleri ve yeri niçin yaratmıştır sorusuna da cevap teşkil eder. Neyle sorusuna cevap teşkil ettiği gibi. Amaçlı olarak yaratmıştır. Bil Hakk. Gerçek bir amaca mebni olarak yaratmıştır.

Bu şu demektir; gökleri ve yeri amaçlı olarak yaratsın da, gökleri ve yeri kendisi için yarattığı insanı amaçsız mı kılsın. Bu olur mu? Akleden bir kalp varsa eğer bu bağı kurması gerekmez mi? İşte bakınız, işte buna taakkul denir, bağ kurmak. Gökler ve yere bakacaksınız, bu muhteşem yapı madem bir amaç için yaratıldı, peki ben, bu muhteşem yapının kendisi için yaratıldığı ben amaçsız olabilir miyim? Diye soracaksınız. Buna taakkul denir işte. Bağ kuran akıl bu soruya sizi götürür.

Zaten bu manada ve yetefekkerune fiy halkıs Semavati vel Ard (Al. İmran/191) göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. Rabbenâ mâ halakte hazâ batılâ ve derler ki ey rabbimiz sen bunları boş yere, yani amaçsızca yaratmadın.

Demek ki burada ki “vel”, “Bil Hakk”’ın zıddı, batıl. Allah amaçsız yaratmadı, amaçlı yarattı.

inne fiy zâlike leayeten lilmu’miniyn hiç şüphe yok ki bunda müminlerin alacağı bir ders mutlaka, ama mutlaka vardır. Neden müminlerin alacağı ders vardır? Çünkü Allah’a güvenenler eşyanın amaçsız olmadığını fark ederler. İman Allah’a güvendir. Allah’a güvenenler bu varlığın her bir unsurunun Allah’ın müdahalesi dışında olmadığını bilirler. Onun için Allah’a güvenirler. Bu güvenin temel sebebi Allah’ın varlık üzerinde ki otoritesidir ve kendileri de o otoriteye kayıtsız şartsız teslim olurlar. İşte İslam budur, İşte Müslüman onun otoritesine kayıtsız şartsız teslim olan insandır.  Rabbim bu teslimiyeti bizlere layıkıyla versin inşallah.

 

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Kasım 2012 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın