RSS

İslamoğlu Tef. Ders. RÛM SURESİ (30-60) (128)

21 Ara

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları bugünkü dersimize kaldığımız Rûm suresinin 30. ayetiyle devam ediyoruz.

30-) Feekım vecheke liddiyni haniyfa* fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha* lâ tebdiyle li halkıllâh* zâliked diynül kayyimü, ve lâkinne ekseranNasi lâ ya’lemun;

Vechini (şuurunu) Hanîf olarak (tanrıya tapınmaksızın, Allâh’a şirk koşmaksızın) o Tek Din’e yönelt! O Allâh Fıtratı’na (beynin ana çalışma sistem ve mekanizması) ki, insanları onun üzerine (o ana sistem ve mekanizmayla) yaratmıştır! Allâh yaratışında değişme olmaz! İşte bu, Din-i Kayyim’dir (sonsuz geçerli Sistem, Sünnetullâh’tır)… Ne var ki insanların çoğunluğu (bu gerçeği) bilmezler. (A.Hulusi)

30 – O halde yüzünü dine bir hanîf olarak tut: o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır, Allah yaratışına bedel bulunmaz, doğru sâbit din odur, velâkin nâsın ekserisi bilmezler. (Elmalı)

Feekım vecheke liddiyni haniyfa artık sen varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine çevir.

Ekım vechek; harfiyen yüzünü çevir manasına gelmekle birlikte yüz zatın varlığın aynası olduğu için varlığını çevir anlamına ulaşıyoruz. İstikametül vech ile ikametüs sâlâh arasında bir bağlantı olsa gerek. Varlığı doğrultmak, insanın varlığına istikamet vermek. İnsanın varlığının istikametini doğru yöne çevirmek.

Burada insanın fıtratına doğru yönelmesini, yaratılıştan taşıdığı güzel eğilimleri ortaya çıkarmasını, Allah’ın kendisine nakşettiği potansiyeli gün yüzüne çıkarmasını bir yöneliş, varlığı istikamete yöneltmek, varlığa istikamet vermek olarak niteleyebiliriz. Ki devamında bu daha da açıklanacak.

fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha Allah’ın, insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrattan yana çevir varlığını.

Evet, asıl burada anahtar kavram fıtrat. Bu form ile Kur’an da kullanıldığı yer burası. Yarmak ortaya çıkarmak, var etmek, yaratmak gibi anlamlara gelen “fatr” kökünden türetilmiş. FıtraAllah; Allah’ın yarattığı öz, nakşettiği temel. Bunu Kur’an da ki bir başka ifade ile örtüştürebiliriz sıbğatAllah Allah’ın boyası ve men ahsenu minallâhi sıbga, (Bakara/138) Allah’tan daha güzel boyası olan kimdir. Yani Allah’tan daha güzel kim güzel boya vurabilir, kim boyayabilir.

Allah’ın nakşettiği fıtrat, Allah’ın vurduğu boyadır. İnsan özünde bu boya ile doğar. Çünkü bir amaca mebni olarak yaratılmıştır, amaçsız değildir. İnsan yaratılış amacını yer yüzünde gerçekleştirmek için, -ki bu amaç tevhid ve adalettir- kendini gerçekleştirmesi lazımdır. Amacını gerçekleştirmek için kendini gerçekleştirmek zorundadır. Kendini gerçekleştirmek öncelikle kendine yönelmek, kendini bulmak, kendini bilmekle olur. Çünkü insan halifedir. Yer yüzünde hayatın inşasıyla görevlidir. Bu inşanın 2 unsuru vardır.

1 – Alt yapı,

2 – Üst yapı.

Bu inşanın 1. unsuru olan alt yapı var olandır. Yani insanla birlikte yaratılmış olandır. İnsanın özünde var olandır. Sonradan gelen bir şey değil, önceden verilmiş olan bir şeydir. İşte ona Kur’an “fıtrat” diyor. Vahiy ona fıtrat adını veriyor.

Fıtrat; iyiye meyil diye çevirebiliriz. İnsanın yaratılıştan iyiye meyyal, güzel olana eğilimli. Doğru, Hakk ve yararlı olana eğilimli oluş özelliği diyebiliriz. Yani insan Pavlus Hıristiyanlığının dediği gibi doğuştan günahkar değil. İnsan doğuştan kötü değil, kusurlu değil. Aksine doğuştan iyi, iyiye meyyal, iyiye eğilimli, Allah’ı tanımaya ve bilmeye yatkın. Bunun için gerekli olan donanımlarla donatılmış. O nedenle biz fıtratı insanın iyiye, hakka, hayra, doğruya güzele yararlıya olan yaratılıştan getirdiği eğilim olarak anlayabiliriz.

Fakat insan sonradan bozulabilir, sonradan yamulabilir, sonradan bu iyi özün üzerini örtebilir. Bu iyi temelin üzeri, -ki alt yapı demiştik- örtülürse buna vahit; Küfür diyor. Küfür örtmektir zaten. Küfür insanın fıtratının üzerini kapatmaktır. İnsanın fıtratı bir vicdan inşasına elverişlidir. Bu inşayı kim gerçekleştirir, kim gerçekleştirebilir? Elbette alt yapıyı kim kurmuşsa insanın fıtratında en iyi vicdanı da o yaratır. O gerçekleştir. Yani O Allah’tır.

Dolayısıyla üst yapıda O’na ait olmalıdır. Biz o üst yapıta din diyoruz. Din üst yapısı fıtrat alt yapısıyla uyumlu olursa insan kendi kendisiyle barışık, tanışık, bilişik olur. Kendi kendisine yabancılaşmaktan korunur. Kendi kendini gerçekleştirir, kendini bilir dolayısıyla rabbini bilir, sorumluluğunu idrak eder ve yerine getirmeye çalışır. Bu da insanın ebedi mutluluğunun garantisidir. Böyle bir başlangıç, işte böyle bir sonucu getirir.

Ama böyle değil de alt yapıya uygun olmayan bir üst yapı, bir din, yani din insanın kendisini kalıbına soktuğu herhangi bir inanç sistemi olabilir. Hayat tarzı haline getirdiği her inanç ve düşünce sistemi, insanda dinin fonksiyonunu üstlenmeye başlar. Dolayısıyla din Hakk olmazsa batıl olur. Batıl olursa üst yapı alt yapı ile çakışmaz, çatışır. Bu çatışma insanın iç dünyasına yansır. Üst yapıyı bir somun, alt yapıyı da bir cıvataya benzetirsek, somunun dişlisiyle cıvatanın dişlisi ters gelir. Bundan her ikisi de zarar görür. Yanlış somun doğru cıvatayı da yalama edecektir, ya da bozacaktır. İşte ayetin devamında da zaten bu uyarıyı görüyoruz. Ama devamına geçmeden önce biz fıtratı, Allah’ın; insanın özüne nakşettiği o temel oluşuma Resulallah’ın getirdiği yaklaşımı da zikrediverelim.

Küllu mevlûdin yu’ledu alel fıtrat. Her doğan fıtrat üzere doğar diyor efendimiz. Fe ebehu o tertemiz doğan çocuğu baba ve annesi yu hevvidanihi ve yunassiranihi ve yumaccüsanihi ya Yahudileştirir, ya Hıristiyanlaştırır, ya Mecusileştirir.

Bu aslında tüm inançların özü olan tevhidin daha sonradan saptırılma biçiminin bir birey üzerinde gerçekleştirilmesidir. Yani bireysel bir tezahürüdür. Nasıl ki bir İslam peygamberi olan Hz. Musa’ya gelen İslam vahyi saptırıldıktan sonra Yahudileşme oluşmuş, bir İslam peygamberi olan Hz. İsa’ya gelen İslam vahyi saptırıldıktan sonra Hıristiyanlaşma oluşmuşsa, işte bir İslam insanı olan ve özünde fıtrat olarak, Müslüman olarak yaratılan. Yani bu ne demektir; Tertemiz, pırıl pırıl, işlemeye elverişli, karalanmamış bir fıtratla yaratılan insanın kötü ellerde bozdurulması, yamultulması, saptırılması sonucunda tıpkı temiz inançların daha sonradan tahrif edilmesi gibi temiz fıtratlar da daha sonradan tahrif edilebilmektedir.

İşte buna vahiy küfür, şirk ilha caht, fısk, nifak, fücur vs. gibi farklı katmanları olan farklı anlamlar verir. Devam edelim;

lâ tebdiyle li halkıllâh bu ibareyi bir üsttekiyle birlikte anlamak lazım. Onun için ona bağlıyorum ta.. ki (ona bağlamamız gerekiyor) Taa..! ki Allah’ın yarattığında olumsuz bir değişme olmasın. Yani Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrattan yana varlığını çevir, taa ki Allah’ın yarattığında bir değişme, bir bozulma, bir çözülme, bir çürüme olmasın.

Bu ibareyi birkaç şekilde de çevirebiliriz, ya da Allah’ın yaratışı değiştirilemez şeklinde de anlayabiliriz. Bu tebdil kelimesinin etimolojisinden çıkan bir anlam. Tağyir; bir şeyin vasfını değiştirmek, tebdil; bir şeyi özü ile,bir başka şey yerine getirerek değiştirmektir. Yani Allah’ın yaratışı değiştirilemez manasını anlarsak eğer, tebdil’in kelime köküne vararak o zaman fıtrat bir başka şeyle değiştirilemez, ancak ne olur? Üzeri örtülür. Yani Allah’ın boyasının üzerine sentetik boya çekilir.

Ya da bu ibareyi 3. şekilde daha tercüme edebiliriz; Allah’ın yarattığında bir değişikliğe gitmeyin. Bu da nehiydir. Yani bir şeyi yapma emri. İnşai olarak ta, ihbari olarak ta bu ibareyi çevirebiliriz. Taberi ve Zemahşeri bu son şekli ile anlamışlar bu ibareyi. Ama değerli dostlar biz tebdil’in, tağyirden farkını göz önüne alarak, yani bir şeyin sıfatını değiştirmek değil, bir şeyin özünü değiştirmek manasını öne alarak ve değiştirilemez şeklinde tercüme ederek. Peki burada yasaklanan ne? Yasaklanan fıtratın üzerinin örtülmesi. İşte buna dikkat çekiyor ayet. Allah’ın insanın özüne nakşettiği o temiz fıtratın üzerini örtmek. Onun üzerine sentetik herhangi bir boya sürmek.

Allah’ın nakşettiği fıtrat, kanaryanın sarısına benzer. Öyle değil mi. Gülün kırmızısına benzer. Eğer gülün kırmızısını yok edeyim derseniz, gülü yok edersiniz. Kanaryanın sarısını siz kazıyarak, tiner dökerek çıkaramazsınız çünkü o onun doğal rengidir. Yaratılıştan getirdiği renktir. Fakat sahte bir boya ile boyayabilirsiniz üzerini.

Nitekim insan da böyle. elinize alabilirsiniz bir insanı, anne baba olarak yaratıldığı fıtratın aksi istikamette üzerine kalın bir astar çekersiniz. Çok kalın bir astar. Onun üzerine sizin devamınız olarak ilk öğretimde birileri eline alır bir kat yağlı boya çeker. Onun üzerine orta öğretimde 2 kat daha çekerler, Onun üzerine yüksek öğrenimde bir vernik sürerler. Onun üzerine daha başkaları bir koruyucu sürerler, bakarsınız bir güneş gördüğünde, hatta bazen bir sabah ezanıyla 30 yılda saptırılan ana boyasının üzeri sürekli boyanıp asli boyasını kaybetsin diye çaba gösterilen bu insan bir sabah ezanında, 30 saniyede ana boyasını keşfediverir. Çatlayıverir o sentetik boya.

Bakarsınız Kur’an ı eline alır, vahiyle yüz yüze gelir, o sentetik boya birden bire kavlayıp dökülüverir. O 30 yıllık saptırma girişimi boşa çıkar, altından ana renk tüm canlılığıyla Allah’ın yarattığı fıtrat o pırıl pırıl öz çıkıverir ve tanıyamazsınız. Onu, saptırdığı anne babası da tanıyamaz kendisini saptıran. Kendisini saptıran öğretmeni de tanıyamaz. Benim sürdüğüm boya nereye gitti der. Fakat Allah’ın boyası çıkmıştır ortaya. Allah’ın boyası, sıbğatallah, Allah’ın boyası ve men ahsenu minallâhi sıbga. (Bakara/138) Allah’tan daha güzel kim boyayabilir. Kimin boyası olur ki.

İşte dostlar Müslüman olmak, bir yere gitmek değildir. Müslüman olmak kendine gelmektir. Müslüman olan birine falancalara, feşmekancılara, ya da bize hoş geldin demeyin. Kendine hoş geldin deyin. Müslüman olan herkes aslında unuttuğu, uzaklaştığı örttüğü vicdanına geri dönmüştür. Ve Müslüman olma süreci, kendinde olma sürecidir. Ve İslam’dan uzaklaşma süreci aslında otomatikman kendinden uzaklaşma sürecidir. O nedenle bizi özümüzde, yamuk olarak değil, fıtrat üzere yaratan Allah’a nasıl şükredelim, nasıl hamd edelim. En iyisi sonsuzca hamdolsun diyelim.

Sapma arızidir dostlar. Fıtrat tabii dir. Hiçbir arızi, tabiinin yerini tutamaz. Fıtrat doğaldır, sapma sanaldır, ya da sentetiktir. Onun içindir ki sentetik sapmalar yıllar yılı ağırlaştırılarak sürdürülse de insan eğer hidayetin kapısını vurmayı bilirse, bakıyorsunuz bir anda sıkı sıkı kapatılan kapıların arasından sızan ışığı görüyor, o ışığın arkasına tüm varlığıyla düşüyor. Çünkü o ışığın aslında içinden gelen ışıkla aynı olduğunu biliyor. O ışığa hasret olduğunu biliyor. Bu hasret aslında belli bir süre bastırılabiliyor. Saptırıcı etkilerle, farklı sinyallerle insanın fıtratının yayınladığı bu çığlık bastırılabiliyor. Küfür örtüsüyle örtülebiliyor, isyan örtüsüyle örtülebiliyor. Tuğyan örtüsüyle örtülebiliyor. Bu örtü bazen çok kalın olabiliyor. Fakat eğer insan kendine yönelme, kendine dönme, özüne dönme konusunda irade sergilerse, bu perde ne kadar kalın olursa olsun onu yırtabiliyor. Bu yırtmada elbette Allah’ın yardımı, hidayet şeklinde tezahür eden Allah’ın yardımı çok büyük bir fonksiyon icra ediyor. Ama bu yardımın ulaşması içinde insanın böyle bir irade sergilemesi gerekiyor. Eğer bu iradeyi sergilerse insan kendisiyle bilişiyor, buluşuyor, tanışıyor, barışıyor, sarısıyor.

Yemek yeme fıtrıdir mesela. Allah yaratılıştan insanın fıtratına yemek yemeyi koymuştur. Çünkü yaşaması için bu gerekli. Fakat bunun saptırılması nasıl olur? Şöyle olur; insana verilen yemek yeme fıtri güdüsü saptırılırsa insan kendisini yaşatacak şey yemek terine, kendisini öldürecek zehir içer. Yemek yeme fıtri güdüsünü tam aksi bir istikamette kullanır amacının tersine kullanır. Fıtratın üzerinin örtülmesi de budur işte. İnsanın özüne Allah’ın nakşettiği fıtrat, aslında doğru bire biçimde kullanıldığında insana doğru istikameti verir. Ve vahiyle buluştuğunda bu alt yapı üst yapı ile tamamlanır ve mutluluğun adresi bulunur.

Ama saptırıldığında tıpkı yemek yeme fıtri güdüsünün saptırıldığında insanı yaşatan bir sonuç vermekten çıkıp, insanı öldüren bir sonuç, ölüme sürükleyen bir sonuç verdiği gibi fıtratta eğer amacından saptırılırsa insanı mutlu eden bir sonuç yerine mutsuz eden, bahtsız eden, bedbaht eden bir sonuca götürür.

zâliked diynül kayyim işte doğru dinin amacı budur.

Evet değerli dostlar, fıtratı izah eden ayet devamında ki cümlede doğru din budur dedi. Demek ki doğru din aslında fıtri olandır. Peki yanlış din nedir? Fıtri olmayan, insanın yaratılıştan getirdiği doğasına aykırı olan. Bu manada doğal olmayan yönelişler aynı zamanda doğru olmayan din çerçevesinde değerlendirilir. O nedenle Müslüman olmak aslında doğasına dönmektir. Müslüman olmak aslında özüne dönmektir. Müslüman olmak aslında yaratılışıyla buluşmaktır, amacıyla buluşmaktır. zâliked diynül kayyim doğru dinin amacı budur işte.

Buradan şu da anlaşılır, insana gönderilen vahiylerin amacı insanı bir yere götürmek değil, insanı kendine getirmek, insanı kendinde inşa etmektir. İnsanı kendisi ile buluşturmak ve biliştirmektir. İnsanı kendisiyle tanıştırmaktır. O nedenle vahiy üst yapısı fıtrat alt yapısıyla buluşunca tohumla buluşmuş toprak gibi sevinir. Dalla buluşmuş yaprak gibi sevinir. Etle buluşmuş tırnak gibi sevinir. Bunlar birbirlerinden ayrıldığında ikisi de fonksiyonunu kaybeder, üzülür.

ve lâkinne ekseranNasi lâ ya’lemun ve fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Neyi bilmezler? Elbette İslam’ın fıtrat alt yapısının en uygun üst yapısı olduğunu bilmezler.

İnsan kendine yabancılaşmamak istiyorsa fıtratına dönmek zorundadır. Bunu bilmezler. Dahası her insanın asli boyası Allah’ın boyasıdır. Çevresel faktörler onun üzerini kapatır. Fakat ne kadar kapatırsa kapatsın yine de asıl boya altında durmaktadır. Fakat  boyaya ulaşmayı bilmezler. Bir türlü sıyıramazlar sentetik boyayı. Bilmezler kendilerine vurulan sahte boyaların kendilerine yakışmadığını bilmezler. Onların hiç birinin doğal boyalarıyla boy ölçüşemeyeceğini bilmezler. Bilenlerse sahte boyaları tamamen atarlar ve asli boyasına dönerler.

31-) Müniybiyne ileyHİ vettekuHU ve ekıymus Salâte ve lâ tekûnu minel müşrikiyn;

O’na yönelmişler olarak, O’ndan (yaptıklarınızın sonucunu otomatik olarak yaşatacağı sistem ve düzeni nedeniyle) korunun, salâtı ikame edin ve şirk koşanlardan olmayın! (A.Hulusi)

31 – Başkasından geçerek hep ona gönül verin ve ona korunun ve namaza devam edin de müşriklerden olmayın. (Elmalı)

Müniybiyne ileyHİ vettekuH yalnız O’na yönelin ve O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Demek ki bir üstteki “bilmezler” ifadesinden sonra, eğer bilmek istiyorsanız bileceğiniz kapı O’nun kapısıdır, o halde yamuk yönlerden, yanlış yönlerden vazgeçerek O’na yönelin ve O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Sırrı burada bu işin. Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan fıtratını yitirmez. Özü ile barışık, tanışık ve bilişik olur. Özü ile barışık olan tabiatla barışık olur, Allah ile barışık olur, çevresiyle barışık olur, insanlarla barışık olur. Yani barışın iki ayaklı simgesi olur. İşte bu da İslam’dır. Sin dir barış, selamettir kurtuluş, teslimiyettir adanış.

ve ekıymus Salâte ve lâ tekûnu minel müşrikiyn ibadetle duanızın istikametini doğrultun namazı da bu istikametin bir simgesine dönüştürün. Yani namazı hayatınızın orta direğini doğru yere kurun, yatık tutmayın. Hayatınızın çadırının ortasına dikin onu. Doğru yere kurun ki hayatınız ibadete dönüşsün. ve lâ tekûnu minel müşrikiyn asla O’ndan başkasına ilahlık atfedenlerden, yakıştıranlardan olmayın. O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmak fıtrattan seni uzaklaştırır. Yani fonksiyonunu unutan kimse O’ndan başkasına ilahlık yakıştırır. Eğer sorumsuzsan bunu yaparsın. Sorumlu davranırsan bunu yapamazsın, çünkü haddini bilirsin. Haddini bilmek kendini bilmektir. Kendini bilmek fıtratını bulmaktır, fıtratını bulanlar kendini bilir, kendini bilen haddini bilir, haddini bilen Allah karşısında ki acziyet ve yetersizliğini bilir, Allah’ın sınırsızlığını bilir, mutlaklığını bilir. Bunu bilen de kendi tanrısını kendisi atamaya, ya da tanrısının yetkisini belirlemeye kalkmaz. Bilir ki tapılmaya layık senin kendi üzerinde tasarruf yaptığın değil, O’nun senin üzerinde tasarruf yaptığı varlıktır. Onun içinde teslimiyet esastır. İşte şirk bunun tam tersidir.

32-) Minelleziyne ferraku diynehüm ve kânu şiye’a* küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun;

Din anlayışları parça parça olup ve cemaatlere bölünenlerden olmayın… Her cemaat kendindeki (din anlayışı) ile sevinip mutlu olmakta! (A.Hulusi)

32 – Onlardan ki dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır, her hizip kendilerindekine güvenmektedir. (Elmalı)

Minelleziyne ferraku diynehüm ve kânu şiye’an bir de şunlardan olmayın ki onlar inanç birliğini bozdular da birbirine karşı taraftarlar haline geldiler. küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun artık her bir hizip kendi elinde ki parça ile övünüp duruyor.

Nedir ayetin izah ettiği şey; İnanç birliğini bozan ferraku diynehüm kendi inanç bütünlüklerini bozmuşlar. ve kânu şiye’an taraftarlar haline gelmişler ve bunun devamı olarakta her grup, her hizip kendi elinde ki hakikatin parçasıyla övünmeye başlamış. Yani olay şu; Önce hakikat bir bütün olarak verilmiş. Bütün olan hakikate mensup olmak yerine hakikati teslim almaya kalkmışlar. Hakikate teslim olmak biraz önceki ayetle çok bağlantılı.

Teslim almaya kalkmak şirktir. Tanrısını atamak, ya da onun alanını tayin etmeye kalkmak. İşte Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmak. İlahi vasıflardan her hangi birini Allah’tan başka birine yakıştırmak. Onun devamı olarak anlarsak hakikate teslim olmak yerine hakikati teslim almaya kalkmıştır. Hakikati teslim almaya kalkmanın en kaçınılmaz sonucu şudur, parçalamak. Çünkü kim teslim alacak. Hakikat teslim olduğunuzda hakikat görevini, fonksiyonunu ifa eder. Yani o sizin özneniz olduğunda siz hakikate karşı doğru bir duruş sergilemiş olursunuz. Siz onun öznesi olduğunuzda hakikat, hakikat olmaktan çıkar. Benim gerçeğim, senin gerçeğin, onun gerçeği olmaya başlar. Hakikat, hakikat olmaktan çıkınca artık herkes kendi hakikatinin mucidi olur.

Tabii bu da hakikat olmaz. Hakikat tektir çünkü. Doğru, doğrudur. Doğru; siz ondan kopsanız da doğrudur. Siz ona kendinizi nispet etmeseniz de doğrudur. Tükürseniz de doğrudur, küfretseniz de doğrudur. Sizin doğruya karşı tavrınız doğrunun doğru oluşu üzerinde hiçbir fonksiyon icra etmez. O doğrudur. Onun doğruluğu kendiliğindendir. Bizatihi o izzetini, şerefini kendi varlığından alır. Onun için hakikati teslim almaya kalktığınızda ne yaparsınız bölmek zorunda kalırsınız. Çünkü herkes bencillik yapar. O benim olsun ister. Ben onun olayım demek yerine o benim olsun dediğinizde parçalarsınız. Parçalanan hakikat hakikat, olmaktan çıkar. Hatta bütün iken doğruyu gösteren, parça iken yanlışı göstermeye başlar. Parçaladığınız hakikatin, hakikatin tümü olduğunu savunmaya kalkarsınız. Çünkü parçalama suçunu üstlenmek kötü bir şeydir. Bunu da itiraf edemezsiniz. Zaten bunu bilseniz parçalamazdınız, siz ona teslim olurdunuz onu teslim almak yerine ve sonuçta ne olur;

küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun her hizip, her grup elindeki parça ile övünmeye başlar. İşte bu felakettir. Felaket asıl budur ve bu felaket maalesef daha önceki kendisine kitap verilen dinlerin salikleri tarafından yaşanmıştır. Bu ümmette siz de öyle olmayın denilmekte, uyarılmaktadır. Yani öyle olursanız kendisine kitap verilen, vahiy verilen daha önceki kavimler, ümmetler nasıl hakikatten saptılarsa Yahudileştiler ve Hıristiyanlaştılarsa ey ümmeti Muhammed eğer siz de hakikate teslim olmak yerine onu teslim almaya kalkarsanız siz de saparsınız. Yahudileşmeyin, Hıristiyanlaşmayın ey Ümmeti Muhammed uyarısını görmemiz lazım burada.

Taraftar ve yandaş. Evet, İslam bir takım değil ki Müslüman bir taraftar olsun. İslam bir takım değil ki birilerinin amigoluğuna ihtiyaç duysun. İslam fıtrattır. Dolayısıyla taraftarlığa ihtiyacı yoktur. Teslimiyet ister taraftarlık değil. Taraftar; taassup sahibidir. Gözü kapalı destekler. Ama teslimiyet imana dayanır. İman da fıtrata dayalı olduğu için aslında Müslüman olmak kendisinde olmaktır. O manada hakikati parçalamaya kalkan kendini parçalamaya kalkar.

Kendini parçalamak; duygusu bir yerde, düşüncesi bir yerde, eylemi bir yerde olmaktır. Duygusu ile düşüncesi çatışan, fıtratıyla bilgisi çakışan, alt yapısıyla üst yapısı çatışan, doğasıyla terbiyesi çatışan, doğasıyla öğrenimi çatışan bir insanın iç dünyası çatışma alanıdır. Harp alanıdır, savaş alanıdır. O iç dünya nasıl huzur bulsun, nasıl huzura ersin, nasıl sükûna ersin. Çünkü harp onun içinde, savaş onun içinde, çatışma onun içinde. Kendisi savaş alanına dönmüş. Çünkü bilgisi ile fıtratı çatışıyor. Alt yapısı ile üst yapısı çatışıyor. Doğasıyla sonradan edindiği şeyler çatışıyor, terbiyesi çatışıyor. Kafasıyla kalbi çatışıyor ve bu çatışma onun için bir yok oluşu hazırlıyor. Buradan mutluluk çıkar mı? Çıkmaz. Çıkmayacağını vahiy işte böyle dile getiriyor.

33-) Ve izâ messenNase durrun de’av Rabbehüm müniybiyne ileyHİ sümme izâ ezâkahüm minHU rahmeten izâ feriykun minhüm Bi Rabbihim yüşrikûn;

İnsanlara bir sıkıntı dokunduğunda, O’na yönelenlerden olarak Rablerine dua ederler… Sonra onlara kendinden bir rahmet tattırırsa, bir de bakarsın ki onlardan bir fırka Rablerine şirk koşuyorlar. (A.Hulusi)

33 – Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu vakit her şeyden geçerek rablerine yalvarır, duâ ederler, sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği vakit da bakarsın onlardan bir kısmı tutar o rablerine şirk koşarlar. (Elmalı)

Ve izâ messenNase durrun de’av Rabbehüm müniybiyne ileyH hem ne zaman insanlara bir zarar ilişecek olsa hemen rablerine yönelerek O’na yalvarıp yakarırlar.

İnsanın yaratılıştan Allah’a kulluğa meyilli olduğunun en güzel delili bu. Fıtrat ayetine bir atıftır asında bu ayet. 30. ayete 33. ayeti atıf yapmak lazım. Nasıl atıf, batmakta olan gemide ateist kalmaz. Düşmekte olan uçakta dinsiz kalmaz. 3 – 5 yabancı dili ana dili gibi konuşan birini tasavvur eder. Ana dili gibi konuşuyor ve siz ayıramıyorsunuz, bunun ana dili hangisi. Aksansız konuşuyor.

Fakat nasıl ayırabilirsiniz ana dilinin hangisi olduğunu nasıl bulabilirsiniz bir yöntem var. En kolay şöyle tespit edilebilir. Ani bir şekilde onun ayağına ökçenizle güçlü bir biçimde vurun, nasırına basın, canını yakın, “vay anam..!” ı ana dilinde söyleyecektir. Yani o bilinç dışı gelişeceği için ani tepki insiyaki olarak, iç güdüsel olarak, orada sonradan elde ettikleri hariç temelde ki ortaya çıkacaktır. Asıl o zaman ortaya çıkacaktır. Yani boya o zaman ortaya çıkacaktır. Bir felaket anı insanın içinde ki boyanın ortaya çıkmasıdır. Yani fıtrat boyası felaket anlarında ortaya çıkar. Onun için en inançsızını bile felaket anlarında dua ederken, gayri ihtiyari olarak dua ederken bulursunuz. O bilinç dışıdır. Yani doğasına dönmüştür, kendine dönmüştür. Onun için batan gemide ateist olmaz sözü meşhurdur. Ya da düşen uçakta dinsiz kalmaz sözü meşhurdur.

Burada, bu ayette onu söylüyor. Ne zaman insana bir zarar ilişse hemen O’na yönelir yalvarıp yakarır. Yani fıtratına döner, özüne döner. Zarar ilişince ama..! Garip bir şey bu. Devamında;

sümme izâ ezâkahüm minHU rahmeten izâ feriykun minhüm Bi Rabbihim yüşrikûn fakat ardından O’nun katından kendilerine bir rahmet tattırılınca hiç değilse bir kısmı başlarlar rablerine şirk koşmaya. Durumlarında ki iyileşmeyi şans, uğur, kısmet vs. gibi şeylere bağlamaya başlarlar. Veya şans, kısmet getirdiğine inandıkları Allah dışı varlıklara atfederek onlarda tanrısal güç vehmetmeye başlarlar iyileşme olunca. Yani fıtratlarından başlarlar  uzaklaşmaya o ani şokun geçmesiyle birlikte yine artık sonradan edindikleri üst yapının saptırıcı eğilimine, alanına girerler. Cazibesine kapılırlar yine sapmaya başlarlar.

34-) Liyekfüru Bima ateynahüm* fetemetteû* fesevfe ta’lemun;

Kendilerine verdiklerimize nankörlükleri açığa çıksın diye… Hadi (geçici şeylerden) zevklenin bakalım; yakında bileceksiniz. (A.Hulusi)

34 – Ki kendilerine verdiğimiz nimete küfran etsinler, haydi zevk edin bakalım yarın bileceksiniz. (Elmalı)

Liyekfüru Bima ateynahüm sonuçta kendilerine vermiş olduğumuz nimetlere nankörlük ederler. Bu bir nankörlüktür evet. Her nankörlük küfürdür ve her küfür hayatı ahiretten kopuk değerlendirmenin bir sonucudur. Her küfür bu hayatı öte hayattan, bu8 dünyayı öte dünyadan kopuk değerlendirmenin bir sonucudur. Nasıl, devam edelim göreceğiz;

fesevfe ta’lemun haydi bakalım siz de bir miktar safa sürün nasıl olsa zamanı gelince gerçeği öğreneceksiniz. Parça ile bütün arasında  irtibat kuramayan zihin mutluluğu yanlış tarif etmeye mahkumdur. Burayla öte bir bütünün parçalarıdır. Hakikati parçalamak demiştik değil mi? Aslında hayatı parçalamakta hakikati parçalamaktır. Hayat bu ve ötesiyle birlikte bir bütündür. Dünya ve ahiretiyle bir bütündür. Zaten dünya sözcüğü el hayatüd dünyanın kısaltılmışıdır, dünya hayatı. El hayatül ahiran’ın tersidir. Yakın hayat uzak hayat. Bura, öte. Bu iki hayatı parçalayan bir zihin mutluluğu yanlış tanımlar. Parça ile bütün arasında irtibatı kuramaz. Kuramayınca mutluluğu da doğru tanımlayamaz. Doğru tanımlayamayınca zevki mutluluk zanneder, hazzı mutluluk zanneder, neşeyi mutluluk zanneder ve bunun geçici olduğunu unutur.

Geçici olduğunu unutana bir hatırlatma; Sürün bakalım siz de bu geçici sefayı diyor ayet, sürünür. Nasıl olsa zamanı gelince gerçeği öğreneceksiniz.

35-) Em enzelna aleyhim sultanen fe huve yetekellemü Bima kânu Bihi yüşrikûn;

Yoksa onlara bir güçlü delil inzâl ettik de, şirk koşmalarının sebebi o mu? (A.Hulusi)

35 – Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de ona şirk koşmalarını o mu söylüyor? (Elmalı)

Em enzelna aleyhim sultanen fe huve yetekellemü Bima kânu Bihi yüşrikûn yoksa biz onlara bir buyruk indirdik te bu nedenle mi O’na şirk koşmakta ısrar ediyorlar. Yani hakikate teslim olmak yerine, hakikati teslim almaya kalkmakta. Hakikate nesne olmak yerine hakikate karşı özne olmaya, hakikati nesneleştirmeye kalkıyorlar. Bundan dolayı mı, biz buyruk mu indirdik, emir mi verdik, vahiy mi yolladık ta böyle yapıyorlar. Ki bunu Allah’tan başka kimse buna izin veremez, Allah’ta izin vermedi.

36-) Ve izâ ezâknenNase rahmeten ferihu Biha* ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim izâ hüm yaknetun;

İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda, onunla sevinirler… Kendi elleriyle yaptıkları sonucu olarak bir kötülük yaşarlarsa, hemen onlar ümitsizliğe düşerler! (A.Hulusi)

36 – Bir de biz insanlara bir rahmet tattırdığımız vakit ona güveniyorlar da ellerinin takdim ettiği bir sebeple başlarına bir fenalık gelirse her ümidi kesiveriyorlar. (Elmalı)

Ve izâ ezâknenNase rahmeten ferihu Biha Evet, ne zaman insanlara bir rahmet tattıracak olsak onunla sevince gark olurlar. Maddi başarıyı mutluluk sanırlar, yukarıda da söyledik. Allah’sız ve ahiret siz kariyer planlaması yaparlar. Elde ettikleri başarıyı bu benim yiğitliğim zannedeler, ben elde ettim derler ve başarıyı Allah’tan kopuk algılarlar. Başarının tesadüf olduğu gibi bir sonuca bile varabilirler böylece. Ya da nihai tahlilde başarının bütünsel olmayan, birbiriyle irtibatı olmayan şu hayat içerisinde insanın mutlak elinde olduğunu düşünürler ve istediklerinde başarılı olabildiklerini, başarısız olanlarında aslında istemedikleri için başarısız oldukları gibi bir sonuca varırlar. Tabii ki saçma bir sonuç olduğunu söylemeye hacet yok.

ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim izâ hüm yaknetun ama elleri ile işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelse o zaman da hemen umutsuzluğa kapılıverirler. Allah’tan bağımsız kariyer planlaması yapanların akıbeti bu.

Evet, burada elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir iş gelse hemen mutsuzluğa kapılırlar. Birincisinde bir şey elde ettiklerinde şımarırlar, ikincisinde ise umutsuzluğa kapılırlar. Bunlar birbirinin tam zıddı tavırlar, dengesiz tavırlar. Şımarmakta, umutsuzluğa kapılmakta. Onun için beynel havfi ver reca daima dikkatli ve uyanık olmak, korku ile umut arasında  olmak.

Bu iki uç arasında olmak, yani bu iki duyguyu dengede tutmak insanın iç potansiyelini ortaya çıkarır. Sürekli diri kılar insanı. Bu adeta gerilmiş bir davul derisi gibi insanın iç duyargalarını olağan üstü hassaslaştırır. Bu hassaslık insana yol gösterir. Çünkü günaha gittiğinizde bu hassaslık size yanlış yere gittiğinizi haber verir. Mutluluktan uzaklaştığınızı sevaba doğru yöneldiğinizde bu hassaslık size güzel yana doğru gittiğinizi haber verir. Yani içinizin titreşimleri adeta size yön tayin etmeye başlar, yol göstermeye başlar. Vicdanınız ses vermeye başlar. Artık doğru göstermeye başlar. Onun için bu beynel havfi ver reca, şımarıklıktan ve umutsuzluktan uzak olmak.

Parçada kötü olan bir şey bütünde iyi olabilir. Hayatı parçalayan bir mantık bunu göremez. Parça da kötüdür, mesela; Bir uçağa biletiniz var ve yetişmek için çıktınız. Fakat yolda yoğun trafikten dolayı yetişemediniz, varana dek dokuz doğurdunuz. Vardınız ki 5 dakika önce kapanmış gişe ve almıyorlar. Kahrettiniz, çünkü bu parça. Ama parça içinde çok kötü duruyor. Üzüldünüz, sitem ettiniz, bunu kötü olarak yorumladınız. Fakat bu parçayı bütün içine alalım. Biraz sonra duydunuz ki uçak düştü. Biraz önce kahrettiğiniz, üzüldüğünüz şeye, başlarsınız sevinmeye. Çünkü parçayı bütün içinde algılamaya başladınız. Parça olarak kötü görünen şey bütün içinde sizin için iyi olmaya başladı.

Tabii ahirete vardınız, bunun daha makro bütünü var. Orada hesap vereceksiniz büyük mahkemede sizinle aynı uçağa bilet alan insanlar gördünüz ve düşen uçakta ölmüşler. Öldükleri için günah işlememişler, ya da az işlemişler, ya da çocukken öldüğü için kurtuluşa ermişler ve hesap vermeye başladınız verilemeyecek bir hesap karşınıza çıktı. Çok kötü bir hayat yaşamışsınız ve orada keşke dediniz, ben de o uçakta olsaydım. Makro bütünde geri değişti. Yani değerli dostlar parça ile bütün arasında irtibat kuramayan her zihin aldanmaya mahkumdur. Parçada kötü duran makro bütünde mükemmel durabilir. Bu da Allah’ın gör dediği yerden bakmakla anlaşılabilecek bir şey. O nedenle Parçayı görüp de bütünü sezemeyenler, fark edemeyenler parçaya göre hayatlarını ayarladıkları için sonuçta mutluluğa ulaşamayacaklardır. Mutluluğa ulaşacak olanlar bütünü görenler, en azından bütünü bilenler inananlar ve sezenler olacaktır.

[Ek bilgi; KÖYLÜ VE ERKEN KARAR VERMEK

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış.

Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.

Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.

İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler… Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.”Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.
İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış:

“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” (Lao Tzu öğretisinden) ]

37-) Evelem yerav ennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yu’minun;

Görmediler mi ki, Allâh, dilediğine yaşam gıdasını genişletir veya kısar… Muhakkak ki bunda, iman eden bir toplum için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)

37 – Görmediler de mi? Allah dilediğine rızkı serer hem de sıkar, şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için âyetler vardır. (Elmalı)

Evelem yerav ennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir şimdi onlar Allah’ın dilediğine rızkı açtıkça açtığını, dilediğine de sınırlandırdığını görmüyorlar mı inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yu’minun kuşkusuz bunda iman eden bir toplum için mutlaka alınacak bir ders vardır.

38-) Feâti zelkurba hakkahu vel miskiyne vebnes sebiyl* zâlike hayrun lilleziyne yüriydune vechAllâhi ve ülaike hümül müflihun;

Yakınlarınıza hakkını verin; yoksullara ve yolcuya da… Bu, Vechullâhı isteyenler için daha hayırlıdır! İşte onlar şartları zorlayarak kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A.Hulusi)

38 – O halde yakınlığı olana da hakkını ver, miskîne de yolcuya da, Allah yüzünü murad edenler için o daha hayırlıdır, felâh bulanlar da işte onlardır. (Elmalı)

Feâti zelkurba hakkahu vel miskiyne vebnes sebiyl şu halde yakınlara yoksullara ve yolda kalmışlara haklarını verin. Burada ki vebnes sebiy yol oğlu demektir. Sadece yolcuya değil bizce mekansızlara, hatta çok çok daha öncelikle sokak çocuklarına da bir atıf olmalıdır, olsa gerektir. zâlike hayrun lilleziyne yüriydune vechAllâh bu Allah’ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır. ve ülaike hümül müflihun zira onlar mutluluğa erecek olanların ta kendileridir.

Evet değerli dostlar, yoklukla, varlıkla sınayan Allah’tır. Yukarıda rızkı bazılarına açtığını, bazılarına da kıstığını buyuruyor ayet ve varsılların, varlıktan haklarını vermeleri gerektiğini, yani Allah’ın kimini yoklukla kimini varlıkla sınadığını, bu sınavdan geçmek için de doğru davranışın seçilmesi gerektiğini ifade buyuruyor ayet. Evet, varlıklarını paylaştıklarında sınavı vermiş olurlar varlık sahipleri.

Burada bir üstteki ayetlerle iç içe aslında bu. yani parçayı bütün içinde değerlendirirlerse aslında yoklukta varlıkta bir olur. Var olan elde ettiği şeyi, eline geçirdiği şeyi benim sanmaz, mutlak mülkiyet iddiasının sahte olduğunu bilir. Onun emanet olduğunu bilir. Yok olan da dar olan da bunun bir sınav olduğunu bilir. Ve varlıklılarla yoksulların birbiriyle sınandığını bilir ve bunun bir parça olduğunu bilir. Bütün içinde bunun değerlendirmesini yapar ve o zaman şu sonuca ulaşır ki makro planda Allah bunu benim hakkımda hayırlı kılsın, bu duayı yapar. Bu niyazı yapar ve böyle hayırlıymış der. Başkalarının üzüldüğü şeyi kendisi hayra yorar. Onun içinde yukarıda ki ayetlerle bağlantılı olarak okunmalı.

Tevhid ile ilgili ayetler geldi, şimdi adaletle ilgili ayetler geldi. Yani hayatın iki boyutuna ilişkin iki temel düstur; Tevhid ve adalet. İnsandan Allah’a yönelik olarak tevhid, insandan insana yönelik olarak adalet.

39-) Ve ma ateytüm min riben li yerbüve fiy emvalinNasi fela yerbu indAllâh* ve ma ateytüm min zekâtin türiydune vechAllâhi feülaike hümül mud’ıfun;

İnsanların, malları artsın amacıyla riba almak üzere verdiğiniz şey, Allâh indînde artmaz! Vechullâhı isteyerek zekât (tezkiye, saflaştırma) olarak verdiğinize gelince; işte onlar kat kat arttıranların ta kendileridir! (A.Hulusi)

39 – Nâsın mallarında nemalansın diye verdiğiniz ribâ (fâiz) Allah yanında nemalanmaz, Allah yüzünü murad ederek verdiğiniz zekât ise katlayanlar işte onlardır. (Elmalı)

Ve ma ateytüm min riben li yerbüve fiy emvalinNasi fela yerbu indAllâh yine iyi bilin ki; başka insanların mal varlığı sayesinde artsın diye faiz karşılığı verdikleriniz asla Allah katında size artış sağlamaz.

Faiz yasağının Kur’an da ki süreci şöyle kısaca; ilk bahseden ayet budur faizden. Burada bir yasak yok. Fakat açıkça yeriyor bu faizi, fakat bir yasak yok. Yani Rum/39. ayeti faizden bahseden ilk ayet. Sürecin 2. aşaması Nisa/160-161. ayetleri. Faizci Yahudileri kınıyor. Sürecin 3. aşaması A. İmran/130. ayeti, ilk yasak geliyor. Uhud dolayısıyla geliyor. Uhud’da okçuların yerlerini terk etmelerinin altında yatan derin sebep faizdi. Aldıkları borçların faizleri kat kat olmuştu içlerinden bazılarının ve bundan kurtulmak için Resulallah’ın emrini çiğnemek durumunda oldular, çiğnediler. Yani koca bir başarı böyle bir günah uğruna, yanlış uğruna elden çıkmıştı.

Faiz sadece ocakları yıkmıyor aynı zaman da ülkeleri de yıkıyor. Savaşları da kaybettiriyor. İşte A. İmran/130. ayetinde ilk yasak geldi, 4. ve son aşaması Bakara/275-279. ayetleri kesin yasakla faiz kaldırıldı. Haksız kazanç çünkü. Emeğin sömürülmesine dayanıyor. Faiz haram para getiriyor. Yani haksız kazanç, haram para. Haram paranın sadece girişi problem değil, çıkışı da problem. Çünkü haram para günah sektörünü doğurur. Giren her haram para çıkacak haram delik arar. Onun içindir ki günah sektörünü besleyen haram paradır. Haram paranın giriş deliklerini tıkarsanız, günah sektörünü de baştan tıkamış olursunuz. İşte vahiy bunu yapıyor.

ve ma ateytüm min zekâtin türiydune vechAllâh bir de Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz arındırıcı mali yükümlülükler var. Faizin zıddı zekat. Biri tek dünyalının, diğeri çift dünyalının kâr tasavvuru. Faizcinin tasavvuru tek dünyalı bir tasavvur. Kazanayım da ne olursa olsun. Ama zekât sahibinin, zekat verenin tasavvuru çift dünyalı bir tasavvur. Vereyim de alacağım olsun. Yani bu dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik diyenin tasavvurudur zekat. Ama faiz bu dünyaya sahip olmak için geldik diyenin tasavvurudur. Birbirinin zıddı olarak adeta yer alıyor ayette. Zekat verenin mantığı ile faiz alanın mantığı bir birine zıt mantıklar.

feülaike hümül mud’ıfun işte böyle yapanlar ödüllerini kat kat artıranların ta kendileridir. Mud’ıfun, ödüllerini kat kat artıracak olanlardır.

Bu ayet paylaşımcı İslam ekonomisiyle sömürücü kapitalist ekonominin arasındaki farkın aslında sadece ekonomi anlayışından değil, hayatı algılayıştan kaynaklanan çok temel bir fark olduğunu dile getiriyor. Hayatı algılayış, yani parçaya mı bakıyorsunuz bütüne mi bakıyorsunuz. Hayatı bütün içinde mi algılıyorsunuz,yoksa ahiretten bağımsız sadece parça olarak mı. Mutluluğu nasıl tarif ediyorsunuz. Aslında onunla çok doğrudan ilgilidir. Bir faizcinin kafa yapısıyla zekat veren bir müminin bakış açısı arasında ki fark, haddi zatında ta temelde hayata bakışta ki farktır.

40-) Allâhulleziy halekaküm sümme razekaküm sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm* hel min şürekâiküm men yefalu min zâliküm min şey’* subhaneHU ve te’âlâ amma yüşrikûn;

Allâh ki, sizi yarattı, sonra yaşam gıdasıyla besledi; sonra sizi öldürür (ölümü tattırır), sonra da sizi (yeni bir yaşam boyutunda) diriltir! Sizin eş koştuklarınızdan, bunlardan birini yapan kimse var mı? Münezzeh’tir “HÛ” onların şirk koştuklarından; Âli’dir. (A.Hulusi)

40 – Allah odur ki sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir, hiç sizin şeriklerinizden bunlardan birini yapacak var mı? Çok münezzeh ve çok yüksektir o sübhan onların şirkinden.(Elmalı)

Allâhulleziy halekaküm sümme razekaküm sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi ölüme sürükleyecek olan ve en sonunda yeniden diriltecek olan Allah’tır. hel min şürekâiküm men yefalu min zâliküm min şey şimdi ortak koştuklarınızın arasında bütün bunlardan herhangi birini yapacak kimse var mı? Bu yukarıda sayılanlardan birini yapacak herhangi biri var mı ki ona Allah’a ait bir niteliği yakıştırıyorsunuz.

subhaneHU ve te’âlâ amma yüşrikûn O yüceler yücesi, onların şirk koştukları her şeyin ötesinde aşkın bir varlıktır. Yani sizin Ondan bir niteliği almaya kalkıp bir başkasına yamamanızdan etkilenmez. Hiçbir şirkten Allah etkilenmez. Fakat şirkin asıl zararını şirk koşan insan görür. Çünkü ,ç potansiyelini tüketir, şirk koştuğu şey kendi üzerinde otorite kurmaya başlar. İsterse cansız bir nesne olsun. Artık onun karşısında kendisi nesneleşir ve oyuncağı olur. Her şirkin zararı şirk koşan kimseyedir.

41-) Zaharel fesadü fiyl berri vel bahri Bima kesebet eydinNasi li yüziykahüm ba’dalleziy amilu leallehüm yerci’ûn;

(Allâh’ın) onlara, insanların elleriyle yaptıklarının getirisinin bazısının (sonucunu) tattırması için karada ve denizde bozulma açığa çıktı! Belki geri dönerler. (A.Hulusi)

41 – İnsanların ellerinin kesbi ile karada ve denizde fesat meydan aldı, yaptıklarının bazısını kendilerine tattırmak için ki rücu’ etsinler. (Elmalı)

Zaharel fesadü fiyl berri vel bahri Bima kesebet eydinNas insanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma ve dengesizlik meydana geldi. li yüziykahüm ba’dalleziy amilu leallehüm yerci’ûn neticede, sonuçta Allah, yaptıkları kötü sonuçtan bir kısmını belki vazgeçerler diye kendilerine tattıracaktır.

Faizci bir dünya görüşünün ürettiği insan tipi budur işte. Sonuç; karada ve denizde fesat çıkarmak, karaları ve denizleri kokutup kirletecek kadar muzır bir türe dönüşebilir faizci bir kafa. Çünkü tek dünyalı düşünüyor. Parçayı bütünden kopuk algılıyor. Onun içinde ne olacak ki der. Yani kendi kullandığı aerosolün ozonu delmede bir katkıda bulunacağını hiçe sayar. Bunun bir kul hakkı, bir tabiat hakkı bir eşya hakkı, bir doğa hakkı olduğunu aynı zamanda hukukullaha girdiğini, Allah hakkı olduğunu unutur.

Günümüzde olan budur maddi ve manevi alanlarda ki aç gözlülük ve bencillik Allah’ın yer yüzünde ki misafiri olan insanın sorumsuzca misafir haneyi tahrip ve kirletmesine yol açıyor. Düşünün, misafirsiniz, konuksunuz. Ama misafirhaneyi kirletiyorsunuz. Bu neden olur? İki şeyden dolayı olur. Ya ev sahibine karşı başkaldırıyorsunuz ve gasp rolüne, burası benim değil mi diyorsunuz, ya da ev sahibini bilmekle birlikte saygısızlık ediyorsunuz. İkisi de suç, ikisi de günah. Onun için böyle bir kafa yapısı, böyle bir tasavvur işte sonuçta varacağı yer budur.

Suların ve havanın kirlenmesi, canlı nesillerinin yok olması, küresel ısınma, zararlı gazlarla ozon tabakasının delinmesi, iklimlerin değişmesi bütün bunlar hep insanoğlunun yaptıkları yüzünden karada ve denizde çıkardığı fesat.

Geri dönüşten bahsediyor leallehüm yerci’ûn umulur ki tevbe edersiniz, geri dönerler diyor geri dönerler. İşte geri dönüşe davet ettiği içindir ki bir kısmını tattırıyor. Eğer hepsini tattırsa o zaman geri dönme imkansız olur. Faiz fesadı artırıyor, zekatsa ıslahı besliyor. Yukarıyla irtibatını da böyle kurabiliriz.

42-) Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kabl* kâne ekseruhüm müşrikiyn;

De ki: “Arzda gezip dolaşın da (sizden) öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Onların çoğunluğu şirk koşanlardı!” (A.Hulusi)

42 – De ki Arzda bir gezin de bakın: bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların ekserisi müşrik idiler. (Elmalı)

Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kabl de ki dolaşın yeryüzünü ve daha önce yaşamış günahkarların akıbeti basılmış görün. Kur’an da 7 – 8 yerde doğrudan emir kipiyle gelen bu tür ayetler gözlem ve geziyi bilgi elde etme yollarından biri olarak telakki eder. kâne ekseruhüm müşrikiyn zaten onların çoğu Allah’tan başkasına ilahi vasıflar yakıştırmışlardı.

43-) Feekım vecheke liddiynil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâhi yevmeizin yessadda’un;

Allâh’tan, geri çevrilmesi mümkün olmayan süreç (ölüm) gelmeden önce, vechini (şuurunu), Din-i Kayyim’e doğrult (İslâm’a – her şeyin Allâh’a mutlak teslim olduğu gerçeğine) ki, o süreçte (insanlar) bölük bölük ayrılırlar. (A.Hulusi)

43 – De de yüzünü o doğru ve sâbit dine tut, Allah dan reddine hiç çare olmayan bir gün gelmezden evvel ki o gün hep ayırt olurlar. (Elmalı)

Feekım vecheke liddiynil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh haydi Allah tarafından takdir edilmiş geri çevrilmesi imkansız olan gün gelmezden önce yüzünü doğru ve asıl dine çevir.

Yeniden 30. ayette ki konuya döndü. Yani bütün bu açıklamalardan sonra daha mı çevirmeyeceksin yüzünü, daha fıtratına dönmeyecek misin dercesine. Yüzünü doğru ve asıl dine çevir. Din sadece vicdana hapsedilemeyen, aksine ekolojik dengeden ekonomik hayata kadar sosyal ve kozmolojik her alanda yansıması olan kapsamlı bir kurum olduğunun da delilidir geçtiğimiz ayetler, daha önce tefsir ettiğimiz ayetler.

yevmeizin yessadda’un işte o gün herkes hak ettiği yere yerleşecek.

44-) Men kefere fealeyhi küfruh* ve men amile salihan feli enfüsihim yemhedun;

Kim küfür (inkâr) eder ise, onun inkârı kendi zararınadır… Kim de imanın gereğini uygularsa, kendi nefsi için hazırlamış olur (yaptıklarının karşılığını). (A.Hulusi)

44 – Her kim küfrederse küfrü kendi aleyhinedir, her kim de salâh ile çalışırsa sırf kendileri için döşemiş olurlar. (Elmalı)

Men kefere fealeyhi küfruh küfreden kişi, küfrünün sorumluluğunu sırtlanacak ve men amile salihan feli enfüsihim yemhedun salih amelde bulunanlar ise kendi yararlarına iyi bir hazırlık yapmış olacaklar.

Dinin emir ve yasaklarından çıkar sağlayan Allah değil insandır dostlar. Zarar görende doğal olarak insandır. Bu ayet bu gerçeği dile getiriyor.

45-) Liyecziyelleziyne amenû ve amilussalihati min fadliHİ, inneHU lâ yuhıbbül kâfiriyn;

(Allâh,) iman edip imanın gereğini uygulayanlara kendi fazlından karşılık versin diye… Muhakkak ki O, hakikat bilgisini inkâr edenleri sevmez! (A.Hulusi)

45 – Çünkü iman edip de salih salih işler yapanlara fazlından mükâfat verecek, çünkü o kâfirleri sevmez. (Elmalı)

Liyecziyelleziyne amenû ve amilussalihati min fadliH sonuçta Allah iman eden ve salih amel işleyenleri kendi lûtfuyla ödüllendirmiş olacak. inneHU lâ yuhıbbül kâfiriyn kuşku yok ki Allah inkar edenleri asla sevmez. Allah sevmezse dünya sevse neye yarar. Allah severse zaten sevdirir, sevindirir. Onun için bakınız rabbimiz; yakarım, şöyle yaparım, böyle yaparım demek yerine Allah sevmez diyor. Sevgi bir numara terbiye edici olarak kullanılıyor.

46-) Ve min âyâtiHİ en yursilerriyâha mübeşşiratin ve liyüziykaküm min rahmetiHİ ve litecriyel fülkü Bi emriHİ ve li tebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun;

O’nun işaretlerindendir, rüzgârları müjdeciler olarak irsâl etmesi; size rahmetinden tattırması ve gemilerin O’nun hükmünce akıp gitmesi için… O’nun fazlından talep etmeniz ve değerlendirerek müteşekkir olmanız için. (A.Hulusi)

46 – Ve onun âyetlerindendir müjdeciler halinde rüzgârlar göndermesi ki hem rahmetinden size tattırmak için, hem emriyle gemiler akmak için, hem arayıp fazlından kazanmanız için, hem gerek ki şükredesiniz diye. (Elmalı)

Ve min âyâtiHİ en yursilerriyâha mübeşşiratin nitekim yağmurun müjdecisi olarak önden rüzgarları göndermesi onun kudretinin de bir delilidir.

Evet, yağmur Kur’an da nerede geçse vahiye bir atıf olarak kullanılır kinaye olarak kullanılır. İrsal; Resule bir atıf. Mübeşşirat; müjdeci. İşte peygamberin müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmesi. Telmih yoluyla vahiy ve nübüvvete birer atıftır bunlar.

ve liyüziykaküm min rahmetiHİ bu sayede size rahmetini tattırmakta ve litecriyel fülkü Bi emriH gemileri yasası sayesinde yüzdürmekte. Hayat okyanusunda yüzen bir gemisin ey insan. Haritan olmalı vahiyden. Pusulan olmalı akıldan, rotan olmalı istikametten, kaptanın olmalı peygamberden. Rüzgarın enerjin olmalı azık ve ibadetten. İşte sen o zaman bu denizde batmadan yol alabilirsin. Adeta bunu hatırlatıyor.

ve li tebteğu min fadliH yine bu sayede O’nun lûtfundan pay almaktasınız. ve lealleküm teşkürun umulur ki şükrünü eda edersiniz.

47-) Ve lekad erselna min kablike Rusülen ila kavmihim fecauhüm Bil beyyinati fentekamna minelleziyne ecremu* ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn;

Andolsun ki, senden önce de kendi toplumlarına Rasûller irsâl ettik de onlara açık deliller olarak geldiler… Biz de suç işleyenlerden intikam aldık… İman edenlere yardım etmek hakkımızdır. (A.Hulusi)

47 – Celâlim hakkı için senden evvel bir çok Resulleri kavimlerine gönderdik de onlara beyyinelerle vardılar, onun üzerine cürüm işleyenlerden intikam aldık, müminlere ise nusrat uhdemizde bir Hakk oldu. (Elmalı)

Ve lekad erselna min kablike Rusülen ila kavmihim doğrusu senden önce de kendi kavimlerine elçiler gönderdik. fecauhüm Bil beyyinat ve onlara hakikatin apaçık delilleriyle gelmiştiler. fentekamna minelleziyne ecremu en sonuçta suç ve günahta direnen kimselere yaptıkları günahın acısını tattırdık. Evet, intikam budur. Yapana yaptığının acısını tattırmak. Yani yapanın yanına  kar bırakmadık. Siz de yaparsanız yanınıza kar kalacağını sanmayın. Allah suyu getirenle testiyi kıranı bir tutmayacaktır. Adalet bunu gerektirir.

ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn zaten inananlara yardım etmek üzerimize aldığımız bir görev idi. Bu da ilginç dostlar. Mü’minler, Allah’a güvenenler hayal kırıklığına uğramayacaklar özeti bu.

48-) Allâhulleziy yursilurriyâha fetüsiyru sehaben feyebsütuhu fiys Semai keyfe yeşau ve yec’alühu kisefen feteral vedka yahrucü min hılalih* feizâ esabe Bihi men yeşau min ıbadiHİ izâ hüm yestebşirun;

Allâh’tır ki, rüzgârları (ilham yollu fikirleri) irsâl eder de bulutları (veri tabanındaki düşünceleri) sürer; onu (o düşünceleri) nasıl isterse öylece semâda (bilinçte) yayar ve onu parça parça kılar (analizler yaptırır); böylece yağmurun (keşfedilen ilmin) onun aralarından çıktığını görürsün… Onu kullarından dilediğine isâbet ettirince, bir de bakarsın ki onlar müjde edilen ile neşelenip seviniyorlar. (A.Hulusi)

48 – Allah odur ki rüzgârları gönderir de bir bulut savururlar, derken onu Semâda nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder, derken yağmuru görürsün aralarından çıkar, derken onu kullarından kimlere diliyorsa döküverdi mi derhal yüzleri gülüverir. (Elmalı)

Allâhulleziy yursilurriyâha fetüsiyru sehaben rüzgarları elçi gibi göndererek bulutları tetikleyen O Allah’tır. feyebsütuhu fiys Semai keyfe yeşau ve yec’alühu kisefe artık onları semada nasıl isterse öyle yayacak, dahası parça parça edecektir. feteral vedka yahrucü min hılalih derken sen ey muhatap, ey bu ilahi hitabın muhatabı bulutların bağrından yağmurun boşaldığını görürsün feizâ esabe Bihi men yeşau min ıbadiH bir de onu kullarından dilediği kimselerin üzerine yağdırmaya görsün. izâ hüm yestebşirun işte o an onlar sevince gark olurlar.

Evet, açık değil mi. Aslında bu ayetlerde vahiy ve peygamberin gelişiyle insanların ona karşı tavırları arasında müthiş bir atıf var. Ve devam edelim;

49-) Ve in kânu min kabli en yünezzele aleyhim min kablihi le müblisiyn;

Hâlbuki bundan önce, kendilerine (yağmur – ilim) indirilmeden önce elbette mublisîndiler (hakikatle bâtılı birbirine karıştırıp, ayrımını yapamayan). (A.Hulusi)

49 – Önce o kendilerine indirilmezden evvel ümidi kesmiş ye’se düşmüş iseler de. (Elmalı)

Ve in kânu min kabli en yünezzele aleyhim min kablihi le müblisiyn ama aynı kimseler az önce, yani yağmur indirilmezden önce umutlarını büsbütün yitirmemişler miydi? Yitirmişlerdi. Evet, şimdi bu iki ayetle Mekke ve çevresinin Resulallah’tan hemen öncesiyle Resulallah’ın gelişinden sonrasını göz önüne getirin ve karşılaştırın. 46. ayette ki gibi bu son 2 ayette de vahye ve risalete telmih yapılıyor. Vahiy öncesi cahiliye karanlığında iyilerin umutsuzluğunun, bakın iyiler umutsuzdu. Bu karanlık nasıl yarılacak, nasıl bitecek bu zulümat, bu zulüm nasıl sona erecek, bu dünya nasıl değişecek, ipten kazıktan kopmuş dünyayı kim yerine yerleştirecek..!

Vahiyle biz nasıl sevince dönüştüğünü gördük. Dünya şahit oldu. Demek ki aslında umutsuzluğa kapıldığı insanların bir dönemde bile hala bir ışık vardır, her gecenin en zifiri anı aydınlığa en yakın anıdır sözü bunu ispat etse gerek. Böylesi her durumda unutulmaması gereken şey şudur;

ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn (47). Ayetin son cümlesi mü’minlere yardım etmek boynumuza borç oldu. Budur.

50-) Fenzur ila asari rahmetillâhi keyfe yuhyil Arda ba’de mevtiha* inne zâlike le muhyil mevta* ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr;

Allâh’ın rahmetinin eserlerine bak, (ahseni takvim – halife olarak yaratılıp ölümsüz kılınan kendini, beden – madde kabul ederek) ölümünden sonra, arzı (ilimle) nasıl diriltiyor? Muhakkak ki işte O, ölüleri elbette hayata (ölümsüzlüğe) kavuşturandır! “HÛ” her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

50 – Şimdi bak Allahın rahmeti asârına, Arzı ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki o her halde ölülerin diriltir, daha da her şey’e kadirdir o. (Elmalı)

Fenzur ila asari rahmetillâhi keyfe yuhyil Arda ba’de mevtiha işte ey muhatap dön de Allah’ın rahmetinin sonucuna bir bak, ölü toprağa nasıl can veriyor. inne zâlike le muhyil mevta işte bunu yapan, ölüleri diriltenin ta kendisidir. ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr zira O’nun güç ve kudreti her şeye yeter.

Maddi hayatın sahibi, manevi hayatın da sahibidir. Ölüm kalbin ölümüdür, yani küfürdür. Hayat ise kalbin dirilişidir, yani;

Tûlicül leyle fiynnehari ve tûlicün nehara fiyl leyl.. (A.İmran/27) geceyi gündüzden gündüzü geceden çıkarır. ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy. Ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarır. Unutmayın vahiy ölüden diri çıkaran muhteşem bir yağmur gibidir, rahmet gibidir. Rüzgar ise o yağmuru haber veren Muhammed AS. gibidir.

Evemen kâne meyten feahyeynahu ve ce’alna lehu nûren yemşiy Bihi fiynNasi kemen meselühu fiyz zulümati leyse Bi hâricin minha. (En’am/122) Hiç ölürken hayat verdiğimiz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, karanlıkta kalan kimseyle bir olur mu? Yani ölüyken hayat verdiğimiz kimse diyor. Burada ki ölü her halde ruhunu teslim etmiş olan değil, vahiyden uzaklaşan, manevi hayatını öldürmüş olandır. Bunu böyle anlamak lazım.

51-) Ve lein erselna riyhan feraevhü musferran lezallu min ba’dihi yekfürun;

Andolsun ki eğer bir rüzgâr irsâl etsek de onu sararmış görseler, ondan sonra elbette nankörlüklerine dönerler. (A.Hulusi)

51 – Celâlim hakkı için bir rüzgâr göndersek de onu – o eseri – sararmış görseler mutlak onun arkasından küfrana başlarlar. (Elmalı)

Ve lein erselna riyhan feraevhü musferran lezallu min ba’dihi yekfürun ama eğer bir sam yeli göndersek ve bu yüzden ekinlerinin sararıp solduğunu görseler bunun ardından hemen inkarda ayak diremeye başlarlar. Musibetleri Allah’a yaklaşmak için değil uzaklaşmak için bahane gören ters mantık. Aynı mantığın nasıl hazzı mutluluk olarak tanımladığını 36. ayetin tefsirinde görmüştük.

Hedonist mantık, zevkçi mantık yani. Slogana ayarlıdır bunlar ve onların her şeyi şu slogan etrafında döner; kederden kaç, hazza koş. Yani uyuşarak koş, sarhoş olarak koş, çalıp çırparak koş, zulmederek koş, nasıl olursa olsun ama hazzı bir şekilde yakala. İşte bu tipler inkarda ayak diretirler.

52-) Feinneke lâ tüsmiul mevta ve lâ tüsmi’us summed du’ae izâ vellev müdbiriyn;

Muhakkak ki sen (bilgisizce kendini toprakta yok olup gidecek beden sanan) ölülere işittiremezsin; (Hakk’a) arkalarını dönüp gittiklerinde sağırlara da işittiremezsin! (A.Hulusi)

52 – Çünkü sen ölülere işittiremezsin, o daveti sağırlara da işittiremezsin, arkalarını dünmüş giderlerken. (Elmalı)

Feinneke lâ tüsmiul mevta şu da bir gerçek ki sen asla ölülere duyuramazsın ve lâ tüsmi’us summed du’ae izâ vellev müdbiriyn arkasını dönüp uzaklaşırken her tür davete sağır kesilenlere de duyuramazsın.

50. ayette ki ölüm ve hayatın fiziki değil manevi oluşunun delilidir bu. Ölü yani kalp kulağı kapalı olanlar ölümü ve hayatı nefes alıp vermekten öte insanın hakikatle ilişki kurup kuramamasıyla ilgili olduğunu bilmek zorundadırlar. İşte kalbinin kulağı kapalı olanlar vahyi işitmezler, ölüdürler diyor.

53-) Ve ma ente Bihadil ‘umyi an dalaletihim* in tüsmi’u illâ men yu’minu Bi âyâtina fehüm müslimun;

Sen basîretsizleri, sapık inançlarından çıkarıp, hakikati gösteremezsin! Sen ancak müslimler (teslim olmuşlar) olmaları dolayısıyla, varlıklarındaki işaretlerimize iman eden kimselere işittirirsin! (A.Hulusi)

53 – Körlerin de şaşkınlıklarından yol göstericisi değilsin, ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirirsin de onlar İslâm’a gelir, selâmeti bulurlar. (Elmalı)

Ve ma ente Bihadil ‘umyi an dalaletihim yine sen kalbi kör olanları sapıklıktan çevirip de doğru yola yöneltemezsin in tüsmi’u illâ men yu’minu Bi âyâtina fehüm müslimun sen ancak ayetlerimize iman eden kimselere duyurabilirsin ve onlar da hemen duyarlar ve teslim olurlar. Allah’a kafa tutan insana aczi hatırlatılıyor. Ey insan sınırlısın unutma.

Ek bilgi; Allah Teâlâ bu ayeti kerimelerde, kâfirleri ölülere, sağırlara ve körlere benzetmektedir. Zira onlar hakkın karşısında duygusuz olmalarıyla adeta birer ölü, onu işitmemekte adeta birer sağır, onu görmemekte ise adeta birer kördür¬ler. Kâfirler hakka karşı ölü, sağır ve kör olduklarına göre bunların iman etme¬melerinden dolayı ResulAllah’ın üzülmemesi gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ ResulAllah’ı teselli etmekte ve kendisini ancak Müslümanlar dinleyeceğini beyan etmektedir. Zira Müslümanlar, Allah’ın kitabını işitince onu düşünmeye ve anla¬maya çalışırlar. Anladıktan sonra onun emrettiklerini yapar ve yasakladıkların¬dan vazgeçerler. Bu itibarla Allah’ın kitabını, kendisinden faydalanacak şekilde dinleyenler sadece müminlerdir. (Taberi tefsiri)
Ek bilgi; (Rum/52-53 Açıklaması:

“Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giden sağır¬lara da duyuramazsın.”
Ey peygamber! Tevhid ve diriltmeye kadir olma delillerini beyan ettik¬ten, müşrikleri tehdit edip vaatte bulunduktan sonra, müşriklerin senin davetinden yüz çevirmelerinden dolayı üzülme ve telaşa kapılma. Çünkü sen ölülere bir şey anlatamazsın, ya da onların ibret alma ve düşünme amacıyla seni dinlemelerini temin edemezsin. Sen bu davetini işitmeyen ve aynı zamanda bununla birlikte sana arkalarını dönen, senin sözüne ve hi¬dayetine yönelmeyen sağır kimselere de bu davetini duyuramazsın.
Onlar dış görünüş itibariyle işitmelerine rağmen kabirlerdeki ölülere benzerler. Hidayet yollarını kapattıkları ve Hak sözü duymamak için arka¬larını döndükleri ve seni anlamak ve idrak etmeye istidatları da bulunma¬dığı için işitme duyusunu kaybeden sağırlar gibidir. Onlar aynı zamanda körlere benzerler. Nitekim şöyle buyurulmaktadır:
“Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp hidayete erdiremezsin.” (Rum/52) Yani hakkı görmeyenleri hidayete erdirmek ve onları sapıklıklarından çe¬virmek senin gücünün yeteceği şeyler değildir. Hidayete erdirmek Allah’a aittir. Zira O, kudretiyle dilerse ölülere dirilerin seslerini işittirir. Dilediği¬ni hidayete erdirir, dilediğini saptırır. Bu O’ndan başka hiçbir kimsenin hakkı değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Sen ancak Müslüman olarak ayetlerimize iman edenlere duyurabilir¬sin.” (Rum/53) Yani ey Resulüm! Sen istifade etmeye sebep olacak bir duyuruyu, sa¬dece Kur’an’ı ve Kur’an’ın ihtiva ettiği Tevhid delillerini ve her şeye mukte¬dir olan ilâhî kudretin delillerini tasdik eden mümin kişiden başkasına ya¬pamazsın. Mümin Allah’ın ayetleri kendisine okunduğu zaman bunları dü¬şünür ve anlar; bunlara yönelir, bu ayetlerde yer alan hususlarla amel eder, nehy edilen hususlardan da uzaklaşır. Bunlar müminlerdir. Yani em¬rettiği ve nehy ettiği hususlarda Allah’a itaat eden, emrine icabet edip bo¬yun eğen kimselerdir. Onlar Hakkı duyan ve Ona tâbi olan kimselerdir.

Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:

1- İnkârcılıkta geçmişlerini taklit etme alışkanlığına kapılan, akılları dumura uğrayan, basiretleri körleşen inatçı ve gururlu müşriklerin hida¬yete ermesine hiçbir imkân ve ihtimal yoktur.

2- Ancak Allah’ın öğütlerini; tevhid delillerine kulak veren, hidayet delilleri ortaya konduğu zaman hidayeti kabul etmeye müsait olan mümin¬lere duyurmakta fayda vardır.

3- “Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın.” ayetinden maksat düşün¬me, anlama ve ibret alma manasındaki duymadır. Bu ayet Sünnet-i Nebeviye de ölülerin, dirilerin sözlerini duyabileceği şeklindeki sabit ve sahih hadislerle çelişki teşkil etmemektedir.
Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiğine göre Peygamberimiz Bedir kuyusuna atılan ölülere savaştan üç gün sonra hitap etmiş, onları azarlamış ve tekdir etmişti. Hatta Hz. Ömer Peygamberimize:

– Ya ResulAllah! Kokmuş, cifeler haline gelen topluluğa ne diye hitap ediyorsun? Demiş. Efendimiz:

– Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, siz benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz. Fakat onlar cevap veremez¬ler, demişti.

Bu pek çok delille teyit edilen sahih bir haberdir. Bunlardan biri İbni Abdülberr’in, sahihtir diyerek İbni Abbas (r.a.)’den -merfû- olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:

“Bir kimse dünyada tanıdığı birinin kabrine uğra¬yıp selâm verirse, Allah o kabir sahibine ruhunu iade eder, o da selâm alır.”

Yine Peygamberimizden ümmetine kabir ehline selâm veriş şeklini tarif ederken dirilere hitap eder gibi: “es-Selâmü aleyküm yâ dara kavmin müminin” (Ey mümin topluluğunun yurdu! Allah’ın selâmı üzerinize olsun) demeleri sabit olmuştur.

Bu, duyan ve anlayan kimseye yapılan hitap şeklidir. Bu hitap olma¬saydı tamamen yok olan ve cansız olana hitap makamında olurdu.
İbni Ebi’d-Dünya Hz. Âişe’den rivayet ettiğine göre Peygam¬berimiz şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinin kabrini ziyaret edip onun ya¬nında oturan hiçbir kimse yoktur ki kabir sahibi ondan memnun olmasın ve kalkıncaya kadar ona cevap vermesin.”

Ebu Hüreyre diyor ki: “Kişi tanıdığı birinin kabrine uğrar, ona selam verirse, o da onun selâmını alır.”

Selef âlimleri bu hususta icma etmişler, ölülere selâm verilmesini meşru’ olarak kabul etmişlerdir.

Kabir sahiplerinin bu durumu hissettiklerine ve selâm vereni bildikle¬rine delâlet eden, Müslim’in Büreyde’den rivayet ettiği hadis-i şerife göre Peygamberimizin ümmetine, kabirleri gördükleri zaman şöyle deme¬lerini öğretmiş olmasıdır:

“es-Selâmü aleyküm ehle’d-diyari mine’l-müminin … Ey müminler diyarının halkı! Allah’ın selâmı üzerinize olsun. Biz de İnşaAllah size katılacağız. Allah bizden ve sizden önce gelenleri de, sonra gelecek olanları da rahmetine nail eylesin. Biz bizim ve sizin için Al¬lah’tan afiyet niyaz ediyoruz.”
Bütün bunlar mezarlıklarda, duyan, hitap edilen, anlayan ve her ne kadar selâm veren kimse işitmese de, selâma cevap veren bir varlığa selâm verildiği, hitap edildiği ve nida edildiğine delâlet etmektedir. (Tefsir-ül Münîr- Vehbe Zuhayli)

54-) Allâhulleziy halekaküm min da’fin sümme ce’ale min ba’di da’fin kuvveten sümme ce’ale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeten, yahlüku ma yeşa’* ve “HU”vel ‘Aliymül Kadiyr;

Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin farkında olmaksızın) yarattı! Sonra, zayıflığın ardından bir kuvvet (hakikatini – Rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu! Sonra, kuvvetin ardından zayıflık (ismi Allâh olan indînde acziyetini – abd-i âciz) ve ak saçlı (bilge) hâline getirdi… Dilediğini yaratır… “HÛ”; Aliym’dir, Kaadir’dir. (A.Hulusi)

54 – Allah, o kadir ki sizi bir zaaftan yaratmakta, sonra zaafın arkasından bir kuvvet yapmakta, sonra da kuvvetin arkasından bir zaaf ve bir saç aklığı yapmakta, neyi dilerse halk ediyor, o öyle alîm, öyle kadîr. (Elmalı)

Allâhulleziy halekaküm min da’fin Allah’tır başlangıçta sizi güçten yoksun yaratan. sümme ce’ale min ba’di da’fin kuvveten bu yoksulluğun ardından sizi güçlü kuvvetli kılan sümme ce’ale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeten bu gülcü kuvvetli dönemin ardından sizi tekrar zayıflığa ve ak saçlılığa mahkum eden. Ne güzel değil mi? yahlüku ma yeşa’* ve “HU”vel ‘Aliymül Kadiyr O dilediğini yaratır, zira O her şeyi bilen mutlak kudret sahibidir. Evet, Allah’a kafa tutan insana aczi yetini hatırlatıyor demiştim ya işte devam ediyor.

[Ek bilgi; Yani, “Çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerinin tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Dilediğini güçlü, dilediğini de zayıf yaratmak O’nun elindedir. Dilediğine olgunluğa erişmeden, dilediğine de gençliğinin başlangıcında ölümü tattırabilir. O dilediğine uzun bir ömür ve sağlık verir, dilediğini de dopdolu bir gençlik hayatından sonra zelil ve eziyetli bir yaşlılık hayatına eriştirir. İnsan eğer isterse hayatını kendini beğenmişlik ve kibir içinde geçirebilir. Fakat Allah’ın yakalaması karşısında o kadar acizdir ki O’nun kendisine takdir ettiğini hiçbir şekilde değiştiremez. (EBU’L AL’A MEVDUDİ)]

55-) Ve yevme tekumüs saatü yuksimül mücrimune, ma lebisû ğayre saatin, kezâlike kânu yü’fekûn;

O saatin (ölüm) geldiği süreçte suçlular, (beden yaşamında) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler… Böylece çevriliyorlardı. (Rabbin indînde bir gün beden yaşamına göre bin yıldır; bağlantısı.) (A.Hulusi)

55 – O gün ki saat gelir Kıyamet kopar, mücrimler, bir saatten fazla durmadıklarına yemîn ederler evvel de böyle çevriliyorlardı. (Elmalı)

Ve yevme tekumüs saatü yuksimül mücrimune, ma lebisû ğayre saatin ve son saat gelip çattığı gün suça batmış, gömülmüş olanlar dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin edecekler. Sadece bir saat kaldık diyecekler yeminle. kezâlike kânu yü’fekûn böylece kendilerine dahi yalan söylemiş olacaklar. Kendi kendilerine yalan söyleyecekler diyor ayet. Özelde zaman genelde insanın hayat hakkında ki tüm algılarının nasıl görece ve yanıltıcı olduğunun ifadesi bu ayet.

Ey insan diyor ayet özetle, Ey insan. Haline bakmadan Allah’a kafa mı tutuyorsun daha benim dediğin hayat ve zaman konusunda bile çuvallıyorsun. Ahiret siz yapılacak her tanım insanın kendi kendini aldatmasıdır. Bununla mazeret ileri sürmüş oluyorlar güya. Bir saat kaldık baş bulamadık dünyada ki iman edelim vahyi duyalım, bir saatte ne olur ki, şuncacık zamanda. Onun için ya rabbi biraz daha uzat, ya da bir mühlet daha ver diye mazeret ileri sürüyorlar. Zaman kısaydı vakit yetmedi, bir gün gibi gelip geçti diyorlar.

[Ek bilgi; Yani, “Öldükten sonra mahşere (tekrar dirilişe) kadar. Ölümlerinden sonra binlerce yıl geçmiş bile olsa suçlular birkaç saat önce uyuduklarını ve ani bir felaketin onları uyandırdığını sanırlar.” (EBU’L AL’A MEVDUDİ)

56-) Ve kalelleziyne utül ılme vel iymane lekad lebistüm fiy Kitabillâhi ila yevmil ba’s* fehazâ yevmül ba’si ve lakinneküm küntüm lâ ta’lemun;

Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise dedi ki: “Andolsun ki, Allâh’ın Kitabında (“OKU”nası Kitap veya Kitab-ı Mubiyn olarak tanımlanan yaşam boyutunda) bâ’s sürecine (yeni bir yapıyla yaşamınıza devam edeceğiniz sürece) kadar kaldınız… İşte bu bâ’s (yeni bir yapı ile yaşamınıza devam edeceğiniz) süreçtir… Fakat siz (hakikati) anlamıyordunuz!” (A.Hulusi)

56 – Kendilerine ilm-ü iman verilenler de demektedir ki alimallah, Allahın kitabınca bas gününe kadar durdunuz. İşte bu, ba’s günü velâkin siz bilmezler güruhu idiniz. (Elmalı)

Ve kalelleziyne utül ılme vel iymane lekad lebistüm fiy Kitabillâhi ila yevmil ba’s kendilerine hayatta ilen ilim ve iman bahşedilenlerse doğrusu siz Allah’ın kitabı hususunda diriliş gününe kadar yerinizde sayıp direttiniz diyecekler.

Evet, bu tercümenin bir alternatifi daha var ya da Allah’ın kitabında yer alan tehdit uyarınca veya Allah’ın yasasında yer alan takdir  uyarınca diriliş gününe kadar beklediniz diyecekler. Devam edelim;

yevmül ba’s işte artık diriliş günü gelip çattı ve lakinneküm küntüm lâ ta’lemun ve fakat siz bunu bilmezden gelmiştiniz diyecekler. Bu cevap mazeretin geçersiz ve sahte olduğunu ortaya koymak için yeterli. Yani mazeretiniz kabul değil, bir saat kalmıştık falan gibi deseniz de değil aslında öyle.

57-) Feyevmeizin lâ yenfeulleziyne zalemu ma’ziretühüm ve lâ hüm yüsta’tebun;

O süreçte (nefsine) zulmedenlere mazeretleri fayda vermez ve onlardan (olumlu bir fiille) şartlarını düzeltmeleri de istenilmez. (A.Hulusi)

57 – Artık o gün o zulmedenlere mazeretleri faide vermez ve dertlerinin çaresine bakılmaz. (Elmalı)

Feyevmeizin lâ yenfeulleziyne zalemu ma’ziretühüm ve lâ hüm yüsta’tebun ne ki o gün zulme gömülüp gitmişlere ne getirecekleri mazeret fayda verecek ne de başvuru talepleri kabul edilecek. Ya da af dileyip, özür dilemeleri, mazeret ileri sürmeleri kabul edilecek.

Evet, 55. ayette ki bir gün gibi geçmesinin zamanın değil, kendilerinin algılama kusuru olduğunu ifade ediyor bu ayet.

58-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli mesel* ve lein ci’tehüm Bi âyetin leyekulennelleziyne keferu in entüm illâ mubtılun;

Andolsun ki şu Kurân’da insanlar için her çeşit misalden vurguladık! Yemin olsun ki, onlara bir delil getirsen, o hakikat bilgisini inkâr edenler elbette şöyle diyeceklerdir: “Siz palavracısınız!” (A.Hulusi)

58 – Celâlim hakkı için bu Kur’an da her türlü meselden temsil getirdik, yemîn ederim ki sen onlara başka bir âyet de getirsen o küfredenler yine diyecekler ki: siz her halde mubtılsiniz.(İptal eden) (Elmalı)

Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli mesel doğrusu biz bu Kur’an da insanlara hakikati her türlü dolaylı anlatım tarzını kullanarak açıkladık. Yani bahaneleri yok, her türlü tarzı kullanarak açıkladık. ve lein ci’tehüm Bi âyetin leyekulennelleziyne keferu in entüm illâ mubtılun ama onlara bu türden mesel içeren bir ayetle gelsen inkarda direnenler yine siz sadece bir batılın peşinden sürüklenenlerdensiniz derler. Yani bütün bir ömrü bir gün olarak algılayıp kendini aldatan bir tasavvurun vahit hakkında batıl demesi sürpriz değil. Bu şifa bulmaz bir anlama hastalığının sonucu.

59-) Kezâlike yatba’ullahu alâ kulubilleziyne lâ ya’lemun;

Böylece cahillerin şuurlarını Allâh kilitler! (A.Hulusi)

59 – İlmin kadrini bilmeyenlerin kalplerini Allah, öyle tab’eder. (Elmalı)

Kezâlike yatba’ullahu alâ kulubilleziyne lâ ya’lemun Allah hakikatin bilgisine sırt çevirenlerin kalplerini işte böyle mühürler. Algılama yeteneği tamamıyla felç olduğu için tedavisinden ümit kesilen her organ gibi Ahirette küfrüne belge olarak açılıncaya kadar mühür vurur diyor.

60-) Fasbir inne va’dAllâhi Hakkun ve lâ yestehıffennekelleziyne lâ yukınun;

O hâlde sabret! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi Hak’tır! İkâna ulaşmamışlar (vaadimizin gerçekleşmesi sürecinde) seni hafife alamayacaklardır!(A.Hulusi)

60 – Şimdi sen sabret, çünkü Allahın vaadi muhakkak haktır ve sakın iykanı  (iyi ve yakinen bilmek) olmayanlar seni hafifliğe sevk etmesinler. (Elmalı)

Fasbir artık sabret inne va’dAllâhi Hakkun unutma ki Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir. ve lâ yestehıffennekelleziyne lâ yukınun sakın ha imanı oturmamışların senin ağırlığını ortadan kaldırmalarına asla izin verme. Yani seni istedikleri yöne sürüklemelerine asla izin verme. Ya da senin üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmalarına asla izin verme.

İlk muhatap ve tüm mümin muhataplara tavsiye; Allah’ın vaadi gerçekleşinceye kadar hakikat üzerinde direnip tüm olumsuzluklara göğüs gerin en sonunda Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir.

Sadakallahül aziym. “Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 21 Aralık 2012 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın