RSS

Tefsir Dersleri SÂD SURESİ (01-29) (142)

29 Mar

5“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Bu dua ile Kur’an ın yeni bir suresine, yepyeni hakikatleri öğrenmek için belki de eski değil ama eskimez hakikatleri, zamanın ve zeminin eskitemediği hakikatleri öğrenmek için giriyoruz.

Sâd suresi, adını girişinde ki harften alır. Sâd harfi. İçinde yer alan ayrıntılı kıssalardan dolayı Davud suresi diye de adlandırılır. Fakat bu isim yaygınlaşmamış.

Surenin iniş zamanı, tabii ki sure Mekki dir. Hatta Mekke döneminin 3 dilimlik ilk periyoduna denk gelir. Tirmizi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre Mekke’nin aristokratları ileri gelen müşrikleri, artık davetini açıkça topluma açıktan yapan Resulallah’ın davetinin Mekke’de nakes bulduğunu, yankı bulduğunu görünce amcası Ebu Talip’e başvurarak yeğenine bir takım soruları olduğunu söylerler. Amcasının huzurunda Resulallah ile Mekke ileri gelenleri arasında bir diyalog gerçekleşir.

Bu diyalogda Resulallah onlara bir kelimeyi, yani bir cümleyi söylemeleri gerektiğini, bunu söylerlerse eğer Allah’ın kendilerini üstün getireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu vereceğini söyler. Onlar bu uğurda bir değil bin kelimeyi de söyleriz eğer bizi araba ve aceme üstün kılacaksa derler. Peki ne imiş o kelime deyince; Kulû lâ ilahe illallah tuflihu lâ ilahe. illallah deyin kurtulun. Der.

Mekke aristokratları bunu duyunca renkleri atar, bir hoş olurlar, aşırı tepki gösterirler ve bu çağrıya karşı verdikleri cevap işte bu surenin girişinde yer alır. 5 ve 7. ayetle arasında ki ibareler, cümleler Mekke aristokratlarının, Resulallah’ın tevhid davetine tepkilerini ele verir.

Aslında burada bir parantez açıp bu kadar zor muydu lâ ilahe illallah demek. Ne olurdu deyiverip kurtulsalardı diye aklımıza gelebilir. Biz kolayca diyoruz, peki onlar niçin diyemediler sorusu akla gelebilir. Aslında bu bizin lâ ilahe illallah ı onlardan daha iyi kavradığımız anlamına gelmiyor. Belki tersi bir anlama geliyor. Onların La ilahe illallah demekle ne uzun bir listenin altına imza attıklarını çok iyi bildiklerini gösteriyor. Lâ ilahe İllallah demenin sadece din işi olmadığını gösteriyor. Lâ ilahe illallah demenin aslında hayatta yapılacak en büyük kişisel devrim olduğunu gösteriyor. Lâ ilahe İllalah ın insan ömründe köklü bir dönüm noktasının işareti, giriş fişeği, işaret fişeği olduğunu gösteriyor.

Onlar da diyemediler. La ilahe illallah la girilen bu listenin içerisinde neler olduğunu iyi biliyorlardı onun için şiddetle itirazda bulundular. İşte bu sure bu şartlar çerçevesinde indi. Onun için surenin iniş yılını Mekke döneminin ilk periyodu, yani 4 ve 5. yıla tarihleyebiliriz.

Surenin konusu vahye atıfla başlar, yine vahye atıfla biter. İlk ayetleri inkarcı muhatapların direncinin arka planında yatan iki hususa dikkat çeker. Biri haddini bilmezlik, 2. ataları taklit. 1 ve 12 ayetler arasında bu işlenir. Ardından aynı çizginin geçmişte ki devamı, yani küfür çizgisinin kendilerinden önce ki devamı ele alınır ve feci akıbetleri vurgulanır. 13. – 16. ayetlerde geçmiş toplumlar, inkarcı toplumlar dile getirilir. Ardından sureye damgasını vuran iki kıssa gelir. Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssaları. Bu kıssalardan yola çıkarak surenin temasını tespit etmek mümkün. Bu tema insanın servetle, iktidarla, dünya ile, dünyalıkla güçle imtihanı. Tema bu.

Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssası güç ve güç ahlakının sorgulanması çerçevesinde ele alınır. Servet ve iktidarı yüceltmek te, onu şeytanlaştırmak ta bu kıssalarda reddedilir. Çünkü özellikle dindarların düştüğü iki tuzaktır bu.

1 – Birincisi dünyevileşmiş toplumlar, serveti ve gücü putlaştırırlar, tanrılaştırırlar. Mekke müşrik toplumu böyleydi. Serveti iktidarı, gücü, ihtişamı, dünyevi refahı; Allah’ın kendilerini desteklemesinin bir delili olarak görüyor ve gösteriyorlardı. Onun içinde ilahi mesaja karşı dururken en büyük argümanları buydu. Allah bizi sevmese bize servet vermezdi. O halde bizim yolumuz doğru olan yol. Eğer Allah seni sevseydi bize verdiği serveti sana verirdi. Dolayısıyla biz doğru yol üzereyiz çıkarsamasını yapıyorlardı. Böylesine sapıkça bir akıl yürütüyorlardı.

2 – Peki bunun karşılığı yani serveti kutsamanın karşıtı serveti şeytanlaştırmaktı. İktidarı, gücü şeytanlaştırmaktı. Peki vahiy bunu mu yapmalıydı, bunu mu yapıyordu? Hayır. Bu tuzağa düşmemizi de engelliyor. Yani her alanda olduğu gibi bu alanda da altın kural denge, altın kelime denge. Yani servetin gücün iktidarın şeytanlaştırılmasına ve bu yolla ruhbanlığın, ruhbaniyetin, -Kur’an ın ifadesi ile- reddine. Ya da Hint  çileciğine benzer, dünyayı boş vermişliği, dünyayı 3 kuruşa satmışlığın aşırılığına düşmememizi de öğütlüyor bu kıssalar çerçevesinde.

Çünkü servet ne hakikatin göstergesidir, ne de şeytana satılmışlığın göstergesidir. Servet tıpkı hayat gibi, tıpkı çocuk gibi, tıpkı sevgili gibi, tıpkı ömür gibi, tıpkı diğer dünyalıklar ve nimetler gibi birer imtihan. Hepsi bu. Dolayısıyla servet sahibi olmak değil kınanacak olan, servete sahip olmak değil kınanacak olan; servetin size sahip olmasıdır.

Onun için Fakr’i, Cüneyd el Bağdadi öyle açıklar. Fakr; yani dinde İslami irfanda bir kavram olarak kullanılan fakr, senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; her şeye sahip olsan bile hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Mesele de budur. Sen ona mı sahipsin o sana mı sahip. İktidar senin atın mı, sen onun süvarisi misin, yoksa sen iktidarın atımısın. O senin süvarin mi. servet ve para senin atın mı, ki öyleyse seni menziline ulaştırır, bir araçtır. Yoksa sen servet ve paranın atımısın, bineği misin. O zaman ipini ele geçirmiş demektir. Senin süvarin olmuş demektir. O zaman servetin kulu olmuşsun, servet senin seyisin olmuş, iktidar senin seyisin olmuş, dünyalık senin efendin olmuş demektir.

İşte insan ve iktidar, insan ve servet, insan ve güç ilişkisini Davud ve Süleyman peygamberler örneğinde harika bir biçimde işliyor sure ve bu örneği bize vererek servetin ille de kulu olmak zorunda değilsiniz, iktidara kul olmak zorunda değilsiniz. İktidarı ele geçirip, serveti ele geçirip, onu Allah’a ulaşan yolda bir binek olarak kullanabiliyorsanız, bunları şeytanlaştırmanız gerekmez demektedir ve bunun yoklunu göstermekte, bunu becerenleri bu iki peygamber özelinde takdir ve tebrik etmektedir.

Aslında belki özetle söylediği şudur: Sabır deyince insanın yokluğa sabretmesi akla gelir. Fakat bundan daha zor olan bir sabır daha var. O da varlığa sabretmek. Varlığın ayartıcılığına, varlığın baştan çıkarıcı cazibesine, varlığın insanın boynuna ip takıp onu peşinde sürüklemesine karşı direnmek. Onunla yoldan çıkmamak, onun peşine düşmemek, onun kulu ve kölesi olmamak. Aksine onu kendine köle kılmak, ona sahip olmak, onun tarafından esir alınmak yerine, onu esir alıp mutluluk uğruna kullanmaktır. Bu peygamberler özelinde insana verilmek istenen kıssadan hisse bu.

Mekke çıkar çevrelerine bu kıssalar çerçevesinde bir de mesaj verilir. Davud servet ve iktidarı ne babasından aldı, ne de zorbaca ele geçirdi. Ey Mekke’liler siz servet ve güç sahibi olmadı için Allah Resulünü küçük görüyorsunuz. Kınıyorsunuz. Unutmayın ki Allah peygamberlerini destekler. Tıpkı Davud’u desteklediği gibi.

Peki Davud’a verdiğini Muhammed A.S. a vermeyeceği  konusunda bir kanaatiniz mi var. bu yargıya nasıl vardınız. Nasıl böyle düşünüyorsunuz. Onu da çağının Davud’u ve Süleyman’ı yapmayacağına dair bir kanaate nasıl ulaştınız. -Ki bu fazlasıyla gerçekleşti. Davud’a ve Süleyman’a, Sultan Süleyman’a verilenin kat kat fazlası Resulallah’a da verilmişti. Fakat o bir kul gibi yaşadı, bir kul gibi göçtü. Karşısında titreyen bir Bedeviye; “Ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diyordu. Hep böyle kaldı. “Bana Dünya ve ahiret sunuldu, ben ikincisini tercih ettim.” Diyordu.

Büyük topraklar, büyük servetler, büyük hazineler önüne serildi, fakat o rabbinin rızasını tercih etti. Çok değil onun ardından çeyrek y.y. sonra çağın imparatorları dize geldi, onun bıraktığı mirasın önünde çağın süper güçleri yerle bir oldu, dayanamadı. Aslında daha peygamberliğin 4. 5. yılının başlarında inmiş olan bu sure bu örneklerle geleceğe ilişkin bir mucizeyi ima ediyordu.

65 ve 68. ayetlerde vahyin çağrısına uymayanların nasıl şeytanın çağrısına uydukları vurgulanır. Yani bir karşıtlık kurulur. Ya Allah’a teslim olursunuz, ya da şeytana, şeytansı güdülerinize, yani egonuza, benliğinize teslim olursunuz. Yani Allah’a sırt dönen bir insan mutlaka bir puta sarılır. Tanrısızlık, tanrı tanımazlık mutlak anlamda yoktur. Mutlak manada bir ateizm mümkün değildir. İnsanoğlu eğer gerçek rabbe sırtını çevirirse sahte bir tanrı, ya da tanrılar peydahlar. Bu konuda mahirdir, üstüne yoktur.

Onun için yalnız Allah’a kul olmak insanoğlunun başka tanrılara kul olmamasının, ya da kula kul olmamasının tek çıkış yoludur ve Allah’a kulluktan dolayı Allah’ın kazancı yoktur, Allah’a kulluktan dolayı kazanacak tek taraf vardır o da kul olan insan. Yoksa kendi ayartıcı duygularının, kendi bilinç altının, kendi egosunun, kendi iç güdülerinin, kendi günahının, kendi şehvetinin, kendi kin ve hırsının kulu olmaktan başka bir çıkış yolu bulamayacaktır.

Vahye kör ve sağır davrananlar son ayetiyle surenin şöyle uyarılır. Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn (88) işte bu, son söz bu. onun haberinin gerçek olduğunu bir zaman gelecek mutlaka öğreneceksiniz. İşte bu. Yani eğer vahyin haberine şimdi inanmıyorsanız, veya inanmıyorlarsa birileri, bir gün gelecek bu haberin gerçek olduğu inkar edilmez bir biçimde ortaya çıkacak, fakat o zaman ve latehıyne menas surede de geçtiği gibi iş işten geçmiş olacak. Geçti Bor’un pazarı denilecek. İş işten geçmeden vahye kulak vermeye bir çağrıdır bu sure ve tüm vahiy.

Evet değerli dostlar bu girişten sonra şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.

“BismillahirRahmanirRahıym”

Rahman, Rahiym olan Allah adına.

1-) Saaad, vel Kur’âni zizZikr;

Sâd… Hakikatini hatırlatıcı Kur’ân! (A.Hulusi)

01 – Sâd. bu zikir ile meşhun Kur’an a bak. (Elmalı)

Saaad bu mukadda harfi, hurufu heca diye de bilinir., heca harfi. Başında geldiği surelerin ya doğrudan ya dolaylı olarak vahye atıfta bulunan sureler olduğuna daha önce defaatle vurgu yapmıştık. Bu harflerin bir manası olduğunu düşünenler de çıkmış. Bu harfler konusunda ki yorum sayısı 30 u geçer. Mesela burada ki Saaad harfinin; Allah’ın çağrısından, sayhasından veya sadasından bir kısaltma olduğu söylenmiş. Yani Allah sana sada ediyor, sana çağrı gönderiyor. Ey insan diyor dur, bak veya saddakte kelimesinin simgesi olduğu söylenmiş. Doğru söyledi. Yani ey vahiy, ey Kur’an Ey Kur’an ın, vahyin sahibi olan Allah sen doğru söyledin. Sadakallahul aziym. Onu simgelediğini söyleyenler de olmuş.

Fakat biz Hurufu Mukadda konusunda ki genel tercihimize uyarak bu harflerin gerçekte manasını Allah bilir diyoruz. Bir işlevi olduğunu da düşünüyoruz. Bu işlevin Kur’an a giriş, vahyin, yani yüce mananın yer yüzünde ki insanoğlunun konuştuğu lisanla indirildiğini. Bu yüce manalara kap olan kelimelerin bu harflerden oluştuğunu. Yani vahyin ayağını bu harflerin oluşturduğunu, ama bu ayağa yüce bir baş ilave edildiğini, bunun da vahyin manası olduğunu, dolayısıyla vahyin başı gökte, ayağı yerde mübarek bir hitap olduğunu ima eder diyoruz ve son tahlilde Hz. Ebu Bekir gibi; “Her kitabın bir sırrı var, bu kitabın sırrı da hurufu mukaddadır.” Diyoruz.

vel Kur’âni zizZikr düşün, öğüt veren ve uyaran bu Kur’an ı. Bu baştaki kasem “vav” ı, yemin “vav” ı aslında işlevsel olarak; dur, üzerinde dur, düşün, teemmül et anlamlarını, daha doğrusu işlevsel olarak bu anlamları verir. Dolayısıyla bir şeye yemin etmek aslında yemin edilen şey üzerinde muhatabın dikkatini yoğunlaştırmasını sağlamak içindir. Özellikle vahyin dili olan Arapça da yeminin maksatlarından biri de, belki de birincisi budur. Bu nedenle Kur’an da bir çok yemin, yemin edilen şey, yemin edilen husus, nesne, obje her neyse üzerinde, onun hikmeti, görüneni aşıp görünmeyenin üzerinde durup onunla verilmeye çalışılan dersi, onunla verilmeye çalışılan ibreti almamızı sağlamaktır. Burada da bu işleve dikkat çekmek istiyorum.

İz Zikr; sadece öğüt ve uyarı anlamına gelmez. Yücelik ve onur anlamına da gelir. Yücelik ve onur sahibi, belki her ikisi birden dememiz gerekiyor burada. yani vel Kur’âni zizZikr düşün öğüt veren uyaran, öğüt ve uyarı ile seni yücelten. Özü itibarıyla zaten yüce olan, çünkü yüce bir makamdan inmiş olan ve inme amacı da muhatabını yüceltmek olan bu ayetler üzerinde dur, düşün ve ibret al. Ya eyyühessekalân. (Rahman/31) ey iki ağır ve değerli varlık denilirken bunlardan biri insandı. Yine se nulkî aleyke kavlen sekîlâ. (Müzemmil/5) senin üzerine değeli bir söz indireceğiz denilirken Kur’an kastediliyordu. Yani insan için hangi sıfat kullanılıyorsa vahiy içinde aynı sıfat kullanılıyordu.

Fakıyl; ağır ve değerli şey, ağır ve değerli varlık. Onun için değerli olan kelâm değerli olan insan ile buluştuğunda iki değerin birbirinin çarpanı olmaması için hiçbir neden yoktur. Değerler sinerji doğuruyordu. Bu iki değer kat kat değere dönüşüyordu. Tohumla toprak birleşmiş gibi, etle tırnak birleşmiş gibi, kökle yaprak birleşmiş gibi. Onun için vahyi insandan, insanı vahiyden mahrum etmek, suyu topraktan, toprağı sudan. Tohumu topraktan, toprağı tohumdan mahrum etmekle eşdeğerdir.

Peki, ya tersi? Ya tersi ne olur? Onu da devam edelim. Onu da devamından öğrenelim:

2-) Belilleziyne keferu fiy ‘ızzetin ve şikak;

Bak kendilerini şerefli sanan o hakikat bilgisini inkâr edenler, hakikatlerinden kopuk bir yaşam içindedirler! (A.Hulusi)

02 – Fakat o küfredenler bir onur, bir şikak içindeler. (Elmalı)

Belilleziyne keferu fiy ‘ızzetin ve şikak ama hayır küfürde direnenler, akletmek yerine (Akledecekleri yerde) yersiz bir gurura ve tarifsiz bir nefrete gömülmüşlerdir. Kendi kendine yeterlilik iddiasıyla tabii.

Küfürde direnenler vahyin zikr oluşunu göz ardı etmişlerdir. Vahyin uyarısına kulak tıkamışlardır. Vahiyden öğüt almamışlardır. Vahiyden öğüt almamanın psikolojik arka planı ne ola ki? Kendi kendine yeterlilik iddiası dedim, olsa olsa. Küstahça gurur ve haddini bilmez bir yabancılaşma. Yani burada şu tespiti yapmak lazım. İnsan kendisinden ne kadar uzaklaşırsa, Allah’tan da o kadar uzaklaşır. Allah’tan ne kadar uzaklaşırsa kendisinden de o kadar uzaklaşır Ve kendisinden uzaklaştığı oranda da küstahlaşır. Kendi kendine yettiğini zanneder. Çünkü kendisini unutur. Kendisinin uzağında duran kendisini nasıl taktir etsin. Kendisinin boyunu nasıl görsün. Kendi cürmünü nasıl görsün. Dolayısıyla tanrılık iddiaları Allah’a karşı küstahça böbürlenmeler hep kendi cirmini, kendi haddini ve tabii ki kendi değerini unutmakla mümkündür.

3-) Kem ehlekna min kablihim min karnin fenadev ve late hıyne menas;

Onlardan önce, nice nesilleri feryat figan içinde helâk ettik! Artık kurtulmaları mümkün değildi! (A.Hulusi)

03 – Kendilerinden evvel nicelerini helâk ettik! Çığırıştılar: Değildi fakat vaktı halâs. (Elmalı)

Kem ehlekna min kablihim min karnin fenadev ve late hıyne menas kendilerinden önce nice kuşakları helâk ettik. Tam bu sırada imdat dilediler. Fakat ve late hıyne menas çoktan kurtuluş için iş işten geçmişti. Yani artık imdat dilemelerinin hiçbir yararı olmadı.

Min karnin, kuşak diye çevirdim fakat en geniş manada medeniyet diye de anlaşılabilir. Yani insanlık tarihinde Allah’a karşı küstahlaşan nice medeniyetler yok olmuştur. Şöyle dönüp bir bakalım İskender’in kurduğu güneş batmayan imparatorluk. Ne kaldı geriye. Sezar’ın imparatorluğundan ne kaldı geriye. Firavunların devletinden, imparatorluğundan ne kaldı geriye. İran Kisra’larının İmparatorluğundan ne kaldı geriye. Sayalım, sayıp bu güne kadar gelelim şimdi onlardan ne kaldı diye soralım.

Ne kaldığı ortada, viran olmuş surlar, yıkılmış yapılar, yerle bir olmuş kuleler, hatta yerinde yeller esen kentler. Hatta yerin altından çıkan, bilmek kaç metre kazdıktan sonra yerin altına gömülmüş mamur beldeler. Evet, bunlar kaldı. Yani hiçbir şey kalmadı. Taş, toprak ve harabelerden başka. O zaman Kalan Allah’tır. Allah’a karşı küstahlaşan hiçbir medeniyet bu küstahlığını sonsuza kadar sürdüremez.

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. (~ Kehf/39) Güçte, kuvvette mutlak manada sadece O’na Allah’a aittir. Onun karşısında güç ve kuvvet, kudret ve izzet sahibi olduğunu, onur ve büyüklük sahibi olduğunu düşünen her küstah uygarlık ve toplum tarihin çöp sepetine buruşturulmuş bir kağıt gibi atılmaya mahkumdur. Allah ile savaşmanın sonucu hep aynı olmuştur. İşte bu ayetler onu söylüyor.

4-) Ve ‘acibu en caehüm münzirun minhüm* ve kalel kafirune hazâ sahırun kezzab;

O hakikat bilgisini inkâr edenler, kendi aralarından bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar da: “Bu yalancı bir büyücüdür” dediler. (A.Hulusi)

04 – İçlerinden kendilerine uyandırıcı bir Peygamber geldiğine şaştılar da dediler ki kâfirler: bu, bir sihirbaz, bir kezzap. (Elmalı)

Ve ‘acibu en caehüm münzirun minhüm ve onlar aralarından birinin kendilerine uyarıcı olarak gelmesine şaştılar. Buna şaşana şaşmak gerek. Aralarından birinin uyarıcı olarak gelmesine şaştılar. Eğer yer yüzünde salına salına yürüyen melekler olsaydı diyor vahiy, biz de onlara meleklerden peygamber gönderirdik. Yani insan oluşuna şaştılar manasını içerir. Melek beklediler tüm inkarcı toplumlar Kur’an ın bize haber verdiğine göre melek bir nebi, melek bir peygamber beklediler.

Aslında bu kaçak güreşmek, bu bir tür ben vahyin izini izlemek istemiyorum. Fakat buna da bir mazeret bir bahane bulmak istiyorum. Bula bula bu bahaneyi buldum manasına geliyor. Onun için tüm tarih boyunca inkarcı toplumlar vahyin peşine takılmamak için bir bahane ileri sürdüler. Melek peygamber isteriz.

Melek peygamber gelmiş olsaydı aslında söyleyecekleri belli idi; Biz insanız o melek, biz onu nasıl örnek alalım diyecekler ve kurtulacaklardı. O nedenle bunu diyemediler, bunu diyemeyince de böylesine bi namaz özrü diyebileceğimiz mazeret uydurdular.

ve kalel kafirune hazâ sahırun kezzab ve işte bu kafirler var ya, onlar şöyle dediler. Bu göz boyamak isteyen yalancının biridir. Alemlerin efendisine, alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulüne böyle iftira ettiler. Fakat ilginçtir onu göz boyayıcı bir sihirbaz olarak nitelemelerine rağmen hiç biri de onun elinden sadır olmuş sihre benzer bir örnek veremedi. Ya şöyle bir olay oldu diyemedi. Vere vere örnek olarak şunu veriyorlardı; Baksanıza ana baba ile evladın arasını ayırıyor. Karısı ile eşinin arasını ayırıyor. Yani iman eden mü’min olan insanlar kendilerine küfrü dayatan ailelerinden koptukları, ayrıldıkları için, ayrıştıkları için bunu örnek gösteriyorlardı ki bu da gülünç bir şeydi tabii ki.

5-) Ece’alel alihete İlâhen Vahıda* inne hazâ le şey’ün ‘ucab;

“Tanrıları, tek bir tanrıya mı indirgedi (diye anladılar)? Muhakkak ki bu çok acayip bir şeydir!” (A.Hulusi)

05 – İlâhları hep bir ilâh mı kılmış? Bu cidden şaşılacak bir şey: çok tuhaf. (Elmalı)

Ece’alel alihete İlâhen Vahıda ve ne dediler, nasıl bir karşı çıkış, nasıl bir argümanla karşı çıktılar; Bütün bu tanrıları tek bir tanrıya indirgiyor ha? Aslında tüm zamanlar ve zeminler içinde bu cümlenin zımnen karşılığı şu; Allah dışında kendisine kutsallık yakıştırılan, mutlaklık yakıştırılan, ilahi nitelikler yakıştırılan tüm varlıklarda ki bu nitelikleri alıp tek bir varlığa veriyor ha? Bu, itirazları bu. Yani tek bir Allah’a iman etmek konusunda oldukça katı ve yobazlar.

Neden böyle, bunun arka planında ne yatar sorusu şirkin mantığı ile alakalı. Şirkin mantığı uzak bir Allah inancına dayalıdır. Sana şah damarından yakın olan bir Allah inancı, hayatına müdahil bir Allah inancını getirir, zorunlu kılar. Hayatına müdahil olan bir Allah inancı ise, seni her an görüp gözeten bir rab, rabbül alemin olduğuna iman etmen gerektirir. Bu da Allah’ın müdahil olmadığı bir alanın yokluğu fikrine götürür.

İşte buna gelemediler. Onlar uzak bir Allah’ı, hayatlarına karışmayan kendisine aracılarla ulaşılacak bir Allah inancını tercih ediyorlardı. Çünkü hesabını verecek bir hayatı yaşamak istemiyorlardı. Yani sıkıntıya gelemeyiz demenin müşrikçe siydi. Onun için hesabını verecek bir hayatı yaşamaktansa, sorumlu bir ömür geçirmektense uzak bir Allah inancını tercih ediyorlardı.

Tabii şirkin en büyük zararı Allah ile doğrudan iletişimi yok saymasıdır. Aracı koyduğunuz zaman iletişim aksar. Doğrudan iletişim, dolaylı olduğu zaman haberleşme aksar. Bu aynı zamanda sizin onu anlamamanızı getirir. İşte onu anlamadılar. Ma kaderullahe hakka kadriH. (Hac/74) deyişi bundan dı Kur’an ın. Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.

inne hazâ le şey’ün ‘ucab bunun çok tuhaf bir şey olduğunda hiç şüphe yok diyorlardı. Yani çok tuhaf bir şey bu. Aslında tuhaf olan kendileri ama demek ki yamuk bakan doğru görmüyor.

6-) Ventalekal meleü minhüm enimşu vasbiru alâ alihetiküm* inne hazâ le şey’ün yurad;

Onların ileri gelenleri: “Hadi yolunuza devam edin ve tanrılarınıza bağlı kalın! Muhakkak ki olması gereken budur!” diyerek yürüdü. (A.Hulusi)

06 – İçlerinden o heyet de fırladı şöyle: ilâhlarınız üzerinde sabr-u sebat edin, bu cidden arzu olunur bir şey, bir murad. (Elmalı)

Ventalekal meleü minhüm enimşu vasbiru alâ alihetiküm* inne hazâ le şey’ün yurad onların liderleri öne atılarak şöyle, devam edin tanrılarınıza dirençle sahip çıkın, ısrarla sahip çıkın. Yapmanız gereken tek şey budur. Aslında bu ayette Tirmizi’nin İbn. Saad’ın ve daha başkalarının, A. Bin Hambel’in, daha başkalarının naklettiği gibi girişte söylediğim hadiseye bir gönderme, atıf var. Mekke aristokratlarının Resulallah için Ebu Talip’e başvurmaları ve Resulallah’la aralarında geçen diyalog ve tevhide davetleri üzerine verdikleri cevap işte burada ayet olarak önümüze çıkıyor. Yani sonuçta, direnin putlarınıza sahip çıkın sizden tek istenen bu diyorlar.

Peki neden böyle diyorlar? Rasyonel düşünüyorlar. Ama çıkarcı bir mantıkla düşünüyorlar. Yani Akleden kalp ile değil, sadece ve sadece rakamlarla düşünüyorlar. Mevcut statüko onların lehine çalışıyor. Tezgâhlarını çok güzel kurmuşlar. Bir çıkar şebekesi bunlar. Bu şebekenin kurduğu tezgâhın yürümesi için istikrarın korunması gerekiyor, küfürde istikrarın, şirkte istikrarın, zulümde istikrarın. Onun için istikrara yönelik bir tehdit olarak algılıyorlar ilahi daveti, Kur’an ı, Resulallah’ı ve onunla korkutuyorlar etraftaki insanları istikrarı zedeleyecek diyorlar. Aslında istikrar dedikleri şey bi avuç çıkar çetesinin çıkarı, başka bir şey değil.

7-) Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahireti, in hazâ illahtilak;

“Bunu önceki milletlerden işitmedik! Bu (TEKLİK anlayışı) ancak bir uydurmadır!” (A.Hulusi)

07 – Biz bunu diğer millette işitmedik, bu bir uydurmadır mutlak. (Elmalı)

Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahireh biz çağdaş inanç sistemlerin hiç birinde böyle bir şey duymadık dediler. Yani görüyorsunuz çağdaşlık takıntısı yeni bir şey değil, cahili bir takıntı bu. Mevcut iki süper güçte tanrısal nitelikleri başkalarına yakıştıran bir inanç sistemlerine sahip. Biri Zerdüştlük, ateşperestlik İran imparatorluğu. Diğeri ise çığırından çıkarılmış Hıristiyanlık, Pavlus Hıristiyanlığı. Yani İsa’ya, annesine tanrılık, tanrısal sıfatları yakıştıran putperestleştirilmiş bir Hıristiyanlık. Roma putperestliğinin Hıristiyan kisvesiyle arzı endam etmiş halini görüyoruz. Onun için çağdaş inanç sistemleri içerisinde biz böyle şey görmedik diyorlar. Onların da çağdaşlık takıntısı var. Modernlik takıntısı var. Onun için argümanlarını böyle getiriyorlar. Yani bu doğru bir şey olsaydı Bizans’tan daha mı akıllıyız, İran’dan daha mı akıllıyız. Gelişmiş, çağdaş, modern onlar. Onların da tanrıları olmazdı. Veya Allah’tan başkasına tanrısal hiçbir niteliği yakıştırmazlardı. Baksanıza İsa’ya bir çok tanrısal nitelik yakıştırıyor Hıristiyanlar. Meryem’e tanrısal nitelik yakıştırıyorlar. Baksanıza İran da bir çok tanrı getiriyor. Dolayısıyla işte bunlar modern, bunlar çağdaş. Onun içinde biz çağdaşlar arasında da böylesini görmedik diyorlardı.

in hazâ illahtilak bu desteksiz bir uydurmadan başkası değildir diyorlardı.

😎 Eünzile aleyhiz Zikru min beynina* bel hüm fiy şekkin min ZikrİY* bel lemma yezûku azâb;

“Hem Zikir (hakikati hatırlatma), aramızdan O’na mı inzâl olundu?”… Hayır! Onlar Zikrimden (hakikati hatırlatmamdan) kuşku içindeler! Hayır, onlar benim (gerçeği fark ettiren) azabımı (ölümü) henüz tatmadılar! (A.Hulusi)

08 – O zikir aramızdan ona mı indirilmiş? doğrusu onlar benim zikrimden bir kuşkulu şekk içindeler, doğrusu henüz azâbımı tatmadılar. (Elmalı)

Eünzile aleyhiz Zikru min beynina ve devam ediyorlardı, ne yani ilahi mesajın aramızdan indirileceği bir o mu kaldı. Yani bula bula Allah ilahi mesajı indirmek için onu mu buldu diyorlardı. Bu bir küçümseme, bu bir tahkir, bu bir tahfif. Güç iktidar ve serveti hakikatin ölçüsü yapmışlardı. Güç ve iktidar yoksa Allah nezdinde makbul değildi onlara göre. Onun içinde eğer Allah peygamberlik indirecek idiyse güç ve iktidar sahiplerine indirmeliydi. Şu iki şehrin birinden olan adama diyorlardı ya.

Evet, biri Taif’li bir adam, bir tanesi de Mekke de Ümeyye bin halef ya da Übey bin Halef. Bunlardan birine indirilmeli diyorlardı. Güçte onda, iktidar da onda, para da onda, servette onda, evlatta onda. O halde Allah’a en sevgili, en zengin. Allah’a en sevgili olan en çok silahlı adamı olan. Allah’a en sevgili olan en çok gücü olan. Mantık böyle çalışıyordu. Yani müstekbir mantık, küstah mantık böyle çalışıyor.

bel hüm fiy şekkin min ZikrİY ama hayır. İşte rabbimiz burada işin arka planını veriyor. Ama hayır diyor, hayır. Onlar asıl benim vahyime karşı şüphe duyuyorlar. Yani bunlar bahane. Vahyin indiği kişiye itirazları vahye itiraz. Vahye itiraz etmek yerine adres şaşırtıyorlar. Yani buna indirilmeli değildi, şuna indirilmeliydi. Peki aynı vahyi ona indirseydik inanacaklar mıydı? Hayır samimiyetsizler. Dolayısıyla onların içlerinde gezen tilkileri rabbimiz gözler önüne seriyordu. Yani inanmayacaklar, yine de inanmayacaklardı. Asıl itirazları vahyin kaynağına.

bel lemma yezûku azâb dahası onlar henüz azabımı hiç tatmamışlar. Yani belli ki azabımı tatmadıkları için böyle konuşuyorlar. Eğer azabımı tatmış olsalardı böylesine küstahlık yapamazlardı. Yani buradan yola çıkarak söylenen şu: Allah’ın Resulüne olan itiraz vahye itirazdır, Vahye itiraz vahyin sahibi olan Allah’a itirazdır.

[Ek bilgi; Yani, “Onlar seni değil bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim zikir doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ etmeye başlayınca, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı.”(Ebu’l al’â Mevdudi- Tefhimu’l Kur’an)]

 

9-) Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb;

Yoksa Aziyz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri (nimetleri) onların indînde mi? (A.Hulusi)

09 – Yoksa sana onu veren azîz vehhab rabbinin rahmeti hazîneleri onların yanında mı? (Elmalı)

Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb yoksa mutlak kudret ve lütuf sahibi rabbinin hazinelerinin tasarrufu onların elinde mi?

10-) Em lehüm mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* felyerteku fiyl esbab;

Yoksa semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin mülkü onların mı? Eğer öyle düşünüyorlarsa, sebepler oluşturup yükselsinler (bakalım ne geçecek ellerine)! (A.Hulusi)

10 – Yoksa onların mı bütün o Göklerin, Yerin ve aralarındakilerin mülkü? Öyle ise haydi esbab içinde üstüne çıksınlar. (Elmalı)

Em lehüm mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma ya yoksa göklerin yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkiyeti onlara mı ait. felyerteku fiyl esbab haydi o zaman tüm araçlara fiyl esbab; Sebep, yüksek, çok uzun hurmaların tepesinden aşağıya sarkıtılıp ona tutunularak hurmanın tepesine çıkıp meyve derilen ipe denilir. Yani tüm araçlara sarılsınlar gökten kendilerine bir ip uzatacak biri varsa uzatsın onlar da ona tutunup çıksınlar, çıkıp göğün tahtına kurulsunlar, haydi görelim bakalım becerebiliyorlarsa bunu yapsınlar.

Bu bir meydan okuma. Aslında Celaleddin Rumî nin o ilginç örneği geldi aklıma. Ayrıntısına girmeyim ama: At bevlinde yüzen saman çöpüne konmuş sineğin hikayesiydi o. Kendisini yer yüzünün en büyük okyanusunda yüzen en büyük transatlantiğinin en büyük gemisinin kahraman kaptanı zanneden sinek. Dışardan bakan için ne kadar gülünç değil mi. İnsanın Allah’a karşı küstahlaşması, insanın Allah’a karşı baş kaldırması aslında bu sineğin durumundan farklı bir komiklik değil, hepsi bu.

[Ek bilgi; KENDİNİ KAPTAN GÖREN SİNEĞİN HİKAYESİ

(AN MEGES BİR BERK-İ GAH Ü BEVL-İ HAR) 

(HEMÇU KEŞTİBAN HEMİ EFRAŞT SER)

Bir sinek, eşek sidiğinin üzerinde gezinen saman çöpünün üstüne kondu. Sonra bir gemi kaptanı gibi başını yukarı doğru kaldırdı.

Ahmak, adi, süfli ve mütekebbir olanların hâli ve tavrı bu sineğe benzer. Sinek bir saman çöpünün üzerindedir, saman çöpü bir eşek sidiğinin üzerinde yüzmektedir. Sidik birikintisini okyanus, saman çöpünü gemi zanneden ahmak kendini kaptan gibi görmeye başlar. Bu da yetmez, bir de kafasını gururla yukarı doğru dikip pis hâlini âleme ifşa ve ilân eder. Bu başkaldırışta aslında ne kadar ahmak olduğunun ne kadar rezil bir durumda bulunduğunun ilanı vardır. “Şu benim azametime bakın” diyişinde eblehliği ve ahmaklığı dökülür ortaya.

(GÜFT MEN DERYA VÜ GEŞTİ HANDEEM)

(MÜDDETİ DER FİKR-İ AN Mİ MANDEEM)

Sinek :“ben bu denizin ve gemiciliğin mektebinde okumuş; Epey müddet zaman ve emek harcamış adamım” diyordu.

Ahmak sinek aptalca gurur ve böbürlenmesi yetmezmiş gibi işi bir de yalancılığa dökmüştü. Bu yerlere kolay gelmedik, bir sürü emek ve zaman harcadık, ortaya aklımızı ve yüreğimizi koyduk, çalıştık, ilim tahsil ettik de öyle geldik bu mevkilere diyordu.

İşte, dini ve ilmi kendi nefsine uyarak yorumlayan ondan istediği hükümleri çıkarabileceğini düşünen şarlatanlar da böyledir. Kendi cüce aklını, hakikatin kaynağı görür etraflarını aldatmaya cesaret eder sonra düştükleri zelil ve rezil durum umurlarına gelmeksizin palavraya devam ederler. Bunun daha ileri derecesi gülünç duruma düşmüş olmalarına bile aldırmaksızın kibre ve böbürlenmeye devam etmeleridir. 

(İNEK İN DERYA Ü İN KEŞTİ Ü MEN)

(MERD-İ KEŞTİBAN U EHL-İ RAY ZEN)

İşte deniz, işte gemi, işte adam, İşte kaptan, işte görüşü keskin bir kahraman. Karşınızda.(M. Sait Karaçorlu)]

11-) Cündün ma hünalike mehzumün minel ahzab;

Onlar, inkâr fikrinde birleşenlerden arta kalmış, hezimete uğratılmış bir ordudur. (A.Hulusi)

11 – Onlar burada Ahzab döküntüsünden (muhtelif partilerden) bozuk bir ordu. (Elmalı)

Cündün ma hünalike mehzumün minel ahzab onlar bozguna müttefik güçlerin döküntülerinden oluşmuş başı bozuklar ordusu. Biraz serbest bir çeviri yaptım, ama bu ibare ancak böyle bir serbest çeviriyle verilebilirdi. Yani küfürde ittifak etmiş ama ittifaktan sonra Allah’a açtıkları savaşta kaybetmiş, kaybettikleri savaşın ardından da döküntülerin bir araya toplandığı bir başı bozuklar ordusu diyor.

İlk muhatapları kastetse de bu ayet Allah a baş kaldıran her çağda ki inkarcı güruhu muhatap alıyor aslında. Savaş döküntüleri olarak niteliyor onları. Allah’a savaş açan fakat hep bu savaşı en sonunda kaybeden savaş döküntüleri. Devamı her halde bir bozgun değil mi. O zaman devam edelim bakalım ne diyor:

12-) Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın ve ‘Adün ve fir’avnü zül evtad;

Bunlardan önce Nuh’un halkı, Ad (Hud’un halkı) ve sütunlar (üzerine kurulu saraylar) sahibi Firavun yalanladı. (A.Hulusi)

12 – Onlardan evvel tekzip etmişti Nuh kavmi ve Âd ve o kazıkların sahibi Firavun. (Elmalı)

Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın ve ‘Adün ve fir’avnü zül evtad onlardan önce Nuh ile Ad kavmi ve yüksek sütunlar sahibi Firavun da gerçeği yalanlamıştı. İşte böyle söylüyor. Hani Allah’a savaş açmış küfür ittifakı yapmış olanların döküntülerinden oluşmuş başıbozuklar ordusu ya. İşte onlardan örnekler veriyor şimdi. Ad’ı örnek verdi, Nuh kavmini örnek verdi, Firavunu örnek verdi.

Zül evtad; sütun sahibi diye çevirdim ben. Ama sütun burada mecaz’da olabilir. İktidara, saltanata, saraya, köşke, güç hatta işkence simgesi olan kazığa bile isim olabilir. Onun için genellikle firavunların bugün Karnak ve Luksor da el Uskur da hala ayakta duran ve göreni hayrette bırakan çok uzun, dehşet uzunlukta yek blok, tek pare kayadan yontulmuş sütunlar Firavunların güç simgesi olarak hala 3.500 yıldan beri ayakta duruyor. Aslında İstanbul Çemberli taşta ki çemberli taş ve onun yanında ki Sultan Ahmet meydanında ki dikili taş oradan getirilmiş aslında ait olduğu sütunun 3 – 5 parçasından sadece biri. Yani onun 3 veya 5 katını düşünün. Tek blok Onun için Bizans’ım Mısır valisi Bizans İmparatoruna hediye olarak kırıp göndermişti. Tümünü göndermesi mümkün değildi.

İşte bu sütunlar kastediliyor olabilir ama genel anlamıyla iktidar sahibi firavun. O sütunları yapan insanlar sorsanız hiç yıkılmayacak bir devlet kurduklarını düşünüyorlardı. Binlerce yıl yaşayacaklarını söylerlerdi. Tüm firavunlar gibi. Ama yerlerinde yerler esti. Şimdi cesetlerine bile sahip çıkamayacak haldeler.

13-) Ve Semudü ve kavmü Lutın ve ashabül Eyketi, ülaikel ahzab;

Semud (Sâlih’in toplumu), Lût’un toplumu (bedensellik şehveti ile helâk olanlar) ve Ashab-ı eyke (orman halkı, Şuayb’ın toplumu) de… İşte onlar inkâr fikrinde birleşenlerdi! (A.Hulusi)

13 – Ve Semûd ve kavmi Lût ve eykeliler, bunlar işte o ahzab. (Elmalı)

Ve Semudü ve kavmü Lutın ve ashabül Eykeh Semud ve Lût kavmi, Eyke ahalisi de öyle. ülaikel ahzab adı geçenler de müttefiklerdi. Yani her çağın mü’minleri gibi, her çağın kafirleri de birbirlerinin devamıdır. Müttefiklerdi den kasıt bu. Onun için efendimiz bu hakikati şöyle ifade etmiş; El küfru milletün vahideh. Küfür tek millettir. Ne zaman, nerede olursa olsun. Gerçekten de Allah’a savaş açmış olan her kişi, toplum, uygarlık ve iktidar birbirinin benzeri tavır ve davranışlar gösteriyordu.

14-) İn küllün illâ kezzeber Rusule fehakka ‘ıkab;

Hepsi de sadece Rasûlleri yalanladılar… Bu yüzden de yaptıklarının kötü sonucunu yaşamayı hak ettiler! (A.Hulusi)

14 – Başka değil, hepsi gönderilen elçileri (Resulleri) tekzip etti de öyle hak oldu azâbım. (Elmalı)

İn küllün illâ kezzeber Rusule fehakka ‘ıkab hepsi de elçileri yalanladılar, bu yüzden cezamızı hak ettiler.

15-) Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak;

Bunlar sadece gecikmesi olmayan bir tek sayhayı (sesi – ölümü) beklemektedir. (A.Hulusi)

15 – Onlar da başka değil, bir tek sayhaya bakıyorlar öyle ki ona hık yok. (Elmalı)

Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak hepsi de elçilerimizi yalanladılar denilen bu kavimler için söyleniyor bu ayet; Şu berikiler var ya, hayır ilk muhataplar için söyleniyor. Yani Mekke’de bu ayetlere karşı baş kaldıranlar. Bu örnekleri verdikten sonra geri dönülerek ki 11. ayetle bu ayetin birleştirilmesi lazım. Arada ki ayetler bir tür parantez içi. Onun için Mekke müşrik aristokrasisine bir hitap bu. Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak şu berikiler var ya Mekkeliler, işte bunları bir tek bela çığlığı beklemektedir. Bir nefes ilave soluk bile alamazlar.

16-) Ve kalu Rabbena ‘accillena kıttanâ kable yevmil hisab;

(Alayla) dediler ki: “Rabbimiz! Hak ettiğimizi, yapılanların sonuçlarının açıkça görüleceği süreçten önce, hemen ver!” (A.Hulusi)

16 – Bir de ya Rabbenâ bizim pusulamızı hesap gününden evvel acele ver dediler. (Elmalı)

Ve kalu Rabbena ‘accillena kıttanâ kable yevmil hisab işte onlar rabbimiz bizim hükmümüzü hesap gününden önce hemen ver diye alay ederler.

17-) Isbir alâ ma yekulune vezkür abdeNA Davude zel’ eyd* innehu evvab;

Onların dediklerine sabret ve kuvvet sahibi Davud’u zikret (hatırla)… Muhakkak ki O, evvab (hakikatine dönen) idi. (A.Hulusi)

17 – Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud’u an, çünkü o çok tecri’ yapar (evvab) idi. (Elmalı)

Isbir alâ ma yekulune vezkür abdeNA Davude zel’ eyd* innehu evvab sen onların bu tür laflarına sabırlı ol. Sure asıl vurgusuna geldi. Davud kıssasına girdi bu ayetle ve Resulallah’a doğrudan hitap ederek; Sen onların bu tür laflarına sabırlı ol dedi ve güçlü bir iradeye sahip olan has kulumuz Davud’u hatırla. Çünkü o innehu evvab, çünkü o kendisine yönelecek makamı çok iyi bilir hep Allah’a yönelirdi.

Hz. Davud’un örnek gösterilmesi iki amaca mebni olabilir ki girişte de değinmiştim:

1 – 1. si Hz. Peygamberi teselli için. İktidarı Allah verecek diyor Resulallah’a imaen. Fakat onun da kendine göre, yani iktidarın da kendine göre sıkıntıları var, kendine göre ağır sınavları var. Onun için Allah sana Davud gibi iktidarı vermeden şimdiden o sınavlara karşı hazırlıklı ol. İktidarın kendine göre bir ayartıcılığı var.

2 – Müşrikleri tehdit. Güce ve iktidara tapıyorsunuz diyordu zımnen müşriklere. Fakat Allah’a ortak koşuyorsunuz. Güce ve iktidara tapıyorsunuz, çelişik bir biçimde Allah’a ortak koşuyorsunuz. Eğer güç ve iktidara gerçekten hürmet ediyorsanız, Allah’ın gücü ve iktidarının üstünde güç ve iktidar mı var. Güçte, iktidar da Allah’ın elinde. Onu dilediğine nasip eder. Nitekim Hz. Peygambere daha büyüğü verilecektir. Fakat o iktidarın nimetlerini elinin tersiyle itip bir kul gibi yaşayıp, bir kul gibi rabbine yürüyecektir.

18-) İnna sahharnel cibale meahu yüsebbıhne Bil ‘aşiyyi vel işrak;

Doğrusu biz, akşam ve Güneş doğduğu vakit tespih eder (işlevlerini yerine getirir) hâlde, dağları (benlik sahiplerini) Ona boyun eğdirdik. (A.Hulusi)

18 – Çünkü biz onun maiyetinde dağları müsahhar kılmıştık: tesbih ederlerdi akşamleyin ve işrak vaktı. (Elmalı)

İnna sahharnel cibale meahu yüsebbıhne Bil ‘aşiyyi vel işrak işte bu yüzden her sabah ve her akşam onunla birlikte emrimize amade kıldığımız dağlar da kudret ve ihtişamımızı dillendiriyor, dile getiriyordu.

Burada ki yüsebbihne bu tespih bu. Allah’ın kudret ve ihtişamını dile getirmek. Aslında eşyanın tespihi Allah’ın koyduğu yerde verdiği rolü oynamasıdır. Kainata mensup olmak. Burada zımnen bu vurgulanıyor. Dağlarla aynı ilahiyi söylemek. Hz. Davud şuurlu bir kul, iradeli bir kul. Dağlar ise iradesiz birer kul. Dolayısıyla insanoğlu rabbinin emrine intisal eder, O’na yönelirse şunu görür; Varlık, bütün bir yaratıklar alemi, bütün bir mahlukat aslında aynı ilahiyi koro halinde söylemekte. İnsan da bu koroya davet edilmektedir aslında. Bunu söylüyor, bunu vurguluyor.

19-) Vettayre mahşureten, küllün lehu evvab;

Toplanmış kuşları da (kendisine iman etmiş kimseler)… Hepsi Ona evvab (hakikatini yaşayan) idi. (A.Hulusi)

19 – Kuşları da toplu olarak, hepsi onun için terci’ yapar (evvab) idi. (Elmalı)

 

Vettayre mahşureten, küllün lehu evvab katar katar dizilmiş kuşlar da bu koroya dahildir. Küllün lehu evvab, hepsi O’na yönelmişlerdir. Aslında kainata mensup olmak, kainatla birlikte Allah’ın size verdiği rolü oynamak. Kuşlarla, bütün varlıklarla böyle bu. Onun için her peygamber aslında insanı bütün bir varlık zincirine bir halka olduğunu hatırlatmak için geldi. Ey insan sen şu varlıklar aleminde bu zincirin Altın halkasısın. Zincirden kopma. Eğer koparsan Allah’a yabancılaşırsın. Bunu söyledi.

20-) Ve şededna mülkehu ve ateynahül hıkmete ve faslel hıtab;

Onun mülkünü (hükümranlığını) kuvvetlendirdik ve Ona Hikmet (sebepler ilmi) ve Fasl-ul Hitab (doğruyla yanlışı en mantıklı şekilde hemen ayıran muhakeme kuvvesi) verdik. (A.Hulusi)

20 – Hem mülkünü kuvvetlendirmiştik, hem de kendisine hikmet ve faslı hitap vermiştik. (Elmalı)

Ve şededna mülkehu ve ateynahül hıkmete ve faslel hıtab biz de onun iktidarını sağlama aldık. Kimin? Davud’un iktidarını. Zira ona adaletle hükmedecek muhakeme ve anlaşmazlıkları sona erdirecek ikna kabiliyeti verdik. Faslel hitap. Anlaşmazlıkları sona erdirecek bir ikna kabiliyeti. Yani sözü kesip ayıracak, sözü kesip takırtıyı tüketecek Türkçede ki deyimde olduğu gibi. Hikmet ve faslel hitab, iki şey. Aslında Bakara/251. ayetinde de öyle buyruluyordu ya;

… ve katele Davudu Calûte ve atahullahul Mülke vel Hikmete… (Bakara/251) Davud, küfrün komutanı Calut’u öldürünce Allah onu seçti. Ona nübüvvet verdi ve hikmet verdi, mülk verdi, iktidar verdi. Tabii verilen iktidarın Allah’ça meşru sayılması ancak adaletle, adaletin de maksimum derecesi hikmetle sağlanır. Gayri meşru iktidarlar zorbalık ve güçle sağlamlaşır. Onun için Ve şededna mülkehu biz onun iktidarını sağlamlaştırdık diyor iki şeyle. Hikmetle ve hukukla. Burada ki faslel hitab; anlaşmazlıkları ikna ve Hukuk ilkeleriyle çözmek, halletmek manasını içeriyor zaten. Onun için bir iktidarı meşru kılan vahyin gözünde iki şeydir. Adalet ve Hukukun üstünlüğü. Bu ikisi burada gözüküyor zaten. Meşru iktidar Hikmet ve ikna ile. Gayri meşru iktidarsa zulüm ve zorbalıkla olur. Meşru iktidar adalet ve rıza ile olur, gayri meşru iktidarsa baskıyla zorbalıkla olur, ceberut bir iradeyle olur.

21-) Ve hel etake nebeül hasm* iz tesevverul mihrab;

Sana o tartışmanın haberi geldi mi? Hani duvarı tırmanıp mabede ulaştılar. (A.Hulusi)

21 – Bir de hasım kıssası geldi mi sana? Hani surdan mihraba aştıkları vakit. (Elmalı)

Ve hel etake nebeül hasm sen davacıların kıssasından haberdar oldun mu? Kıssa başka bir kıssaya giriyor,  iz tesevverul mihrab hani onlar mabedin duvarına, Aslında burada mabedin duvarından kasıt mihrab.

Mihrap; Bir tür inziva hücresi. Kemal üstü, duvarın içine gömülmüş çok küçük karanlık bir inziva hücresi. Orada din adamları inzivaya çekilirlerdi. İşte oraya denirdi mihrap. İnziva hücresinin bulunduğu duvara tırmanmışlardı.

21 – 26. ayetlerde anlatılan kıssaya ilk müfessirlerle sonrakiler arasında ki yaklaşım farklılığını açıkça görüyoruz. İşte bu kıssa. Buradan itibaren Davud peygamberin kahramanı olduğu bu kıssaya tefsir tarihimiz iki farklı yorum getirmiş, birbirinden çok ayrı.

İlk müfessirler getirdikleri yorumlarda, ki Taberi bunlara dahil. Ki Taberi’den daha öncesi, İbn. Abbas, Enes Bin Malik, Mücahid ve onlardan da Taberi nakletmiş, hatta Beğavi nakletmiş ve diğer bazı müfessirlere nakletmişler. Onların yaklaşımı peygamberleri masum kılan karakter temizliğinin doğuştan mı, yoksa ahlaki bir gayretle mücahede sonucumu sorusuna hayır ikincisi. Yani ahlaki bir gayret ve mücahede ile peygamberler masum kılan karakter temizliğine  kavuşmuşlardır sonucuna varacağımız bir şekilde yaklaşırlar ilk müfessirler.

Ama sonraki kelamın etkisinde ki tefsir tarihi ise Peygamberlerin masumiyetini aşırı biçimde savunan ve bunu bir kelami polemik ve tez olarak bir mezhebe dönüştüren daha sonraki yüz yıllarda müfessirler o tezi, ilk müfessirlerin bu kıssaya yaklaşımını terk ederek farklı farklı söylentiler üretmişlerdir bu kıssa hakkında, efsanelere başvurmuşlardır.

Bu efsanelere biz girmeyeceğiz. Onların hiç birisini buraya almayacağız tabii ki. Çünkü gerçekten de tutarlılığı yok. Biz ilk müfessirlerimizin kıssaya yaklaşımını, özellikle Taberi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği, Enes Bin Malik’ten naklettiği, yine Mücahid’den naklettiği ve diğer bazı sahabe ve tabiin müfessirlerinen naklettikleri rivayet şöyle.

Hz. Davud evinin damından zaman zaman gördüğü güzel bir hanıma sevdalanır. Onun sevdası içine düşer. Araştırınca hanımın urya adlı bir askerin eşi olduğunu öğrenir. Gel zaman git zaman çıkan bir savaşa Urya’da gider ve savaştan dönmez ölür. Dul kalan eşiyle Hz. Davud evlenir.

Hz. Davud anlaşılan onun evli bir hanım olduğunu öğrendikten sonra dahi gönlünden onun sevgisini atamamıştır ve bu da vahiy tarafından Hz. Davud’un hatası olarak görülmüştür.

Dul kalan eşle evlendikten sonra Hz. Süleyman bu eşten olur. Tevrat’ta ki anlatım bundan çok farklı. Bizim ilk müfessirlerimizin anlatımından çok farklı. Çünkü Tevrat peygamberlere, peygamberlik izzetine yakışmayacak şeyler yakıştırır. Onun için Tevrat’ta ki anlatım bir peygambere iftira olan bir çok hikaye içerir. Kur’an hikayenin aslını iftiradan arındırılmış şeklini ima eder.

Hz. Davud’a zina isnad eden Tevrat’ta ki anlatım İslam geleneğinde kesinlikle reddedilir ki, bir peygambere asla yakışmayacak ve bir peygamber için caiz olmayan böyle bir zina iftirası gerçekten de en ağır cürüm, en ağır günah sayılmalıdır. Onun için Hz. Ali Hz. Davud için Tevrat’ın anlattığı bu hikayeyi inanan ve nakledene çift iftira cezası verin demiştir. Yani 160 değnek. 80 değnek bir masuma yapmadığı bir fiili iftira etmenin cezasıdır. Peygambere iftiranın cezası ise onun ilki katıdır demiştir Hz. Ali.

İşte bu iki davacı, Hz. Davud’a yaptığının doğru olmadığını anlatmak için gelen kimselerdi. Hz. Davud bir yerde gönül ferman dinlemez sözünün muhatabı olmuştu. Ama o sıradan biri değildi. Onun için ebrar’ın hasenatı, mukarrabinin seyyiatıdır der Arapça bir ifade. Hasenatül ebrar, seyyiatül mukarrabiyn. Yani Allah’a çok yakın olanların katında kötülüktür iyilerin iyiliği. Bu ne demek? Sıradan insanlar günahlarına tevbe ederken Allah’a çok yakın olanlar, Allah’tan gafil kaldıkları bir tek nefesi günah bilip tevbe ederler.

İşte bu çerçeve de algılanmalıdır bu. Ve bu böyle algılanırsa peygamberlerin sahip olduğu karakter temizliğinin doğuştan olmak yerine, yani bir tür zahmetsizce verilmek yerine, onların da bu konuda iradeli bir savaş verdiklerini ve alınlarının teri ile bu ahlaki erdemi ha ettiklerini zaten biz Kur’an da da Resulallah’ın ahlakına vurgu yapan ayetten öğreniyoruz. Yani nübüvvetten önce Resulallah ta ki ahlakı, erdemi Kur’an vurgularken, sen muhteşem bir ahlak üzeresin diyordu.

İşte bu. Çünkü bu Kur’an tarafından da de doğrulanan peygamber bakışıdır, ki Tâhâ/121-122. ayetleri, Kasa/15-16. ayetleri peygamberlerin kusur ve hatalarına nasıl bakacağımız konusunda bize ışık sunar, çerçeve çizer.

22-) İz dehalu alâ Davude fefezi’a minhüm kalu lâ tehaf* hasmani beğa ba’duna alâ ba’dın fahküm beynena Bil Hakkı ve lâ tüştıt vehdina ila sevais sırat;

Hani ansızın Davud’un yanına girmişlerdi de bu yüzden onlardan ürkmüştü… Dediler ki: “Korkma, biz iki davacıyız: Bazımız bazımıza (çoğul kapsamlı ifade) zulmetti… O hâlde aramızda HAKK olarak hükmet, haksızlık etme ve bizi yolun tam ortasına yönlendir.” (A.Hulusi)

22 – O vakit Davud’un üzerine giriverdiler de onlardan telâşa düştü, korkma dediler: iki hasımız, bazımız bazımıza tecavüz etti, şimdi sen aramızda Hakk ile hükmet ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar. (Elmalı)

İz dehalu alâ Davude fefezi’a minhüm yanına aniden girdiklerini görünce Davud onlardan dolayı telaşa kapıldı. kalu lâ tehaf dediler ki sakın korkma, korkmana gerek yok. hasmani beğa ba’duna alâ ba’d biz sadece iki davalıyız. Birbirimizle davalaşmış olan iki hasmız. Birimiz diğerinin hakkına tecavüz etti. fahküm beynena Bil Hakkı ve lâ tüştıt şimdi sen aramızda hakkaniyetle hükmet. Sakın ola doğrudan ayrılma. vehdina ila sevais sırat bizi de yolun doğrusuna yönelt. Doğru yol neyse bize de onu göster.

23-) İnne hazâ ehıy lehu tis’un ve tis’une na’ceten ve liye na’cetün vahıdetün fekale ekfilniyha ve azzeniy fiyl hıtab;

“Muhakkak ki şu benim kardeşimdir… Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var… Böyle iken ‘Onu bana ver’ dedi ve dediğini yaptırdı!” (A.Hulusi)

23 – Şu benim biraderim onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var, böyle iken «bırak onu bana» dedi ve beni söyleşmede yendi. (Elmalı)

İnne hazâ ehıy işte bu benim kardeşidir. lehu tis’un ve tis’une na’ceten ve liye na’cetün vahıdeh onun 99 koyunu var, benimse yalnız bir tek koyunum var. fekale ekfilniyha ve azzeniy fiyl hıtab buna rağmen o, onu da bana ver demez mi. Demekle kalmadı bana dediğini yaptırdı zorla. Yani elimden benim bir koyunumu da aldı.

24-) Kale lekad zalemeke Bi süali na’cetike ila ni’acih* ve inne kesiyren minel huletai leyebğıy ba’duhüm alâ ba’dın ilelleziyne amenû ve amilüs salihati ve kaliylün mahüm* ve zanne Davudu ennema fetennahu festağfere Rabbehu ve harre raki’an ve enab;

(Davud) dedi ki: “Yemin olsun ki senin bir tek koyununu kendi koyunlarına katmakla sana zulmetmiş… Muhakkak ki çok yakın olanların birçoğu, birbirlerinin benzeri davranışlarda bulunurlar… Ancak iman edip imanın gereğini uygulayanlar böyle değildir… Fakat onlar da ne kadar azdır!” Davud kendisini imtihan ettiğimizi zannetti; bundan dolayı Rabbinden mağfiret diledi ve boyun eğerek yere kapandı ve O’na yöneldi! (24. âyet secde âyetidir.) (A.Hulusi)

24 – Dedi ki: doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına istemesiyle sana zulmetmiş ve hakikaten karışıkların çoğu birbirlerine tecavüz ediyorlar, ancak iman edip de salâh isteyenler başka, onlar da pek az, ve sanmıştı ki Davud kendisine sırf bir fitne yaptık, hemen rabbine istiğfar etti ve rükû’ ederek yere kapanıp tevbe ile rücu’ etti. (Elmalı)

Kale lekad zalemeke Bi süali na’cetike ila ni’acih Davud dedi ki hükmünü verdi yani. Doğrusu bu kişi senin koyununu alıp kendininkine katmakla sana zulmetmiş. Aslında 99 rakamı burada kinaye. Kesretten kinaye. Tıpkı Hz. Nuh’un davet ömrü için söylenen 950 rakamına benzer. Yani sahip olabileceğinin   sahip olmuştu manasına 99 orada tam 99 manasını vermek, yani aritmetik manalandırmak durumunda değiliz. Evet Davud böyle hükmetmişti. Aslında Hz. Davud farkında olmadan kendi aleyhine hüküm vermişti.

Bu kıssanın birebir tarifsel karşılığı da var. Ama ona geçmeden Hz. Davud’a verilmek istenen mesajı Davud anlamıştı. Hemen arkadan gelecek zaten. Elinde 99 koyun olan biri, kardeşinin elinde ki bir koyuna göz dikiyorsa eğer bu yapılmaması gereken bir şeydi. Yani meşru olarak baksa bile onu meşru olarak alsa bile, hatta parasını verip alsa bile bu bir eş durumunda nikahtır. Nikahlanıp alsa bile bu yakışık alan, şık kaçan bir durum değildir.

Tarihsel karşılığı da Hz. Ömer’in Müslüman olmasıdır. Bu ayetler indiğinde henüz Müslüman olmuştu, onun Müslüman oluşu Mekke müşrik aristokrasisi arasında büyük bir dalgalanmaya yol açmıştı. Gerçekten rahatsız olmuşlardı. Resulallah’ın duası gerçekleşmiş, iki Ömer’den birini ya rabbi demiş ve Ömer Bin Hattab bu duanın peşinden İmana gelmişti. Gelmişti gelmesine ama Mekke müşrikleri buna aşırı içerlemişlerdi. Aslında onlara da bir nispet var burada. Yani elimizde bir sürü adam var. Bir tanesi ilahi davete icabet etmiş, Muhammedî davete icabet etmiş, niye böyle hırçınlaşıyorsunuz, 99 koyun sizin bir koyun elinizden kaçtı diye neden bu kadar hırçınlaşıyorsunuz iması da tarihsel olarak var.

ve inne kesiyren minel huletai leyebğıy ba’duhüm alâ ba’d zaten toplum olarak birlikte yaşayan insanlar genellikle birbirlerinin hakkını yerler, birbirlerinin hakkına tecavüz ederler. Yani burada toplumsal bir zaaf dile getiriliyor. Genellikle toplumsal olarak yaşayan insanlar birbirlerinin hakkına tecavüz ederler ama

ilelleziyne amenû ve amilüs salihati ve kaliylün mahüm iman edip dürüst ve erdemli davrananlar hariç. Bunlar da ne kadar az. Burada bir toplumda haksızlığı önlemenin temel iki yolunun güven esası üzerine, yani sorumlu davranış. İmanın temeli budur zaten, Allah’a karşı sorumluluk. Ve tabii ki salih amel. Onun içinde burada o söyleniyor. Toplum iki sütun üzerinde ayakta durur. Güven ve erdem. İman ve salih amel. Bu.

ve zanne Davudu ennema fetennah derken Davud kendisini bizim sınadığımızı fark etti. festağfere Rabbehu ve harre raki’an ve enab hemen rabbinden af diledi ve baş eğip iki büklüm bir halde tevbe ederek ona yöneldi. Evet, zaten maksatta buydu. Aslında Davud’un bu kıssasını bize anlatmakla Kur’an ın maksadı ise servet, iktidar, güç, neye sahip olursanız olun mutlaka işlediğiniz her kusurda Allah’a yönelin. Allah bağışlar, affeder. Ve tabii bir ima daha var, kim olursa olsun hatadan azade değildir. Mesele hata etmekten daha çok, hataya aldırmamak. Onun için hata edip Allah’a yöneliyorsanız orada problem yok demektir. İşte bunu veriyor.

25-) Feğaferna lehu zâlik* ve inne lehu ‘ındeNA lezülfa ve husne meab;

Bunun üzerine onu, Onun için mağfiret ettik… İndîmizde Onun için yakınlık ve dönüşün güzeli var. (A.Hulusi)

25 – Biz de onu kendisine mağrifet buyurduk ve hakikat ona indimizde katî bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği vardır. (Elmalı)

Feğaferna lehu zâlik ve biz de bu hatasını bağışladık ve inne lehu ‘ındeNA lezülfa ve husne meab elbet onu bizim katımızda yakınlık ve güzel bir son beklemektedir.

26-) Ya Davudu inna ce’alnake haliyfeten fiyl Ardı fahküm beynenNasi Bil Hakkı ve lâ tettebi’ıl heva fe yudılleke an sebiylillâh* innelleziyne yedıllune an sebiylillâhi lehüm azâbün şadiydün Bima nesu yevmel hisab;

Ey Davud! Doğrusu biz seni arzda bir halife kıldık! Bu yüzdendir ki insanlar arasında Hak olarak hükmet ve hevâya (Hakkanî olmayan duygu ve düşüncelere) uyma! Zira bu seni Allâh yolundan saptırır… Allâh yolundan sapanlara gelince; yaptıklarının sonucunu yaşama sürecini unutmalarından dolayı, yaşayacakları şiddetli bir azap vardır. (A.Hulusi)

26 – Ya Davud! muhakkak ki biz seni Arzda bir halîfe kıldık, imdi nâs arasında Hakk ile hükmet de (keyfe) hevaya tabi’ olma ki seni Allah yolundan sapıtmasın, çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları cihetle kendilerine pek şiddetli bir azâb vardır. (Elmalı)

Ya Davudu inna ce’alnake haliyfeten fiyl Ard ve nida ettik ey Davud dedik elbet sana yer yüzünde iktidarı biz verdik fahküm beynenNasi Bil Hakkı ve lâ tettebi’ıl heva fe yudılleke an sebiylillâh o halde insanlar arasında adaletle hükmet. Kimsenin heva ve arzusuna kapılma ki sonra seni Allah yolundan çevirirler, saptırırlar. İktidarı meşru kılan tek şey aslında adalet. Hevaya uymama adaletin gereği. Adalete uymak isteyen arzusuna uymaz. Arzusuna uyan ise adalete uymaz. Bunu dile getiriyor.

innelleziyne yedıllune an sebiylillâhi lehüm azâbün şadiydün Bima nesu yevmel hisab şu kesin ki Allah yolundan sapan kimseler hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir cezaya çarptırılacaklardır.

27-) Ve ma halaknes Semae vel Arda ve ma beynehüma bâtıla* zâlike zannülleziyne keferu* feveylün lilleziyne keferu minennar;

Semâyı, arzı ve ikisi arasındakileri işlevsiz olarak yaratmadık! O (işlevsiz düşünmek), hakikat bilgisini inkâr edenlerin zannıdır! Bu yüzden yazıklar olsun o hakikat bilgisini inkâr edenlere, yakan (dünyalarında)! (A.Hulusi)

27 – Hem o Göğü ve Yeri aralarındakileri biz boşuna yaratmadık o, o küfredenlerin zannı, onun için küfredenlere ateşten bir veyl var. (Elmalı)

Ve ma halaknes Semae vel Arda ve ma beynehüma bâtıla ve biz gökleri, yeri ve bu ikisi arasında kileribir amaç ve anlamdan yoksun yaratmadık. Varlığın amaçlı ve anlamlılığı yasası, istisnası ve göreceliliği olmayan tek yasadır. Gökler ve yer insan için. Ya insan kim için? Allah insanın anlamıdır. Allahsızlık anlamsızlıktır. Anlamlı olanın bir amacı olur, insanın amacı yaratılış gayesine uygun bir hayatı yer yüzünde inşa etmektir. Vahiy ilahi bir inşa projesidir. İşte söz buraya geldi.

zâlike zannülleziyne keferu bu küfürde direnenlerin bakış açısıdır. Yani eşyanın amaçsızlığı küfürde direnenlere ait bir bakış açısıdır. Eğer iman etmiş olsaydı her şeyin bir anlam ve amacının olduğunu bilirdi. feveylün lilleziyne keferu minennar yazıklar olsun kendilerini mahkum ettikleri ateşten dolayı o kafirlere.

28-) Em nec’alülleziyne amenû ve amilus salihati kel müfsidiyne fiyl Ard* em nec’alül müttekıyne kel füccar;

Yoksa (hakikatlerine) iman edip imanın gereğini uygulayanları, arzda (bedensel yaşamda) bozuk inançları doğrultusunda yaşayanlar gibi mi kılarız? Yahut Allâh için korunanları, füccar (yaratılış fıtratına uymayan şekilde yaşayanlar) gibi mi kılarız? (A.Hulusi)

28 – Yoksa iman edip de salih salih işler yapanlar biz o Yerdeki müfsitler gibi yapar mıyız? Yoksa o korunan muttakileri arsız çapkınlar gibi yapar mıyız? (Elmalı)

Em nec’alülleziyne amenû ve amilus salihati kel müfsidiyne fiyl Ard yoksa inanan ve erdemli davrananları, yer yüzünde bozgunculuk yapanlarla bir mi tutsaydık. İyi ve kötü asla bir olmaz..Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyieh.. (Fussilet/34) güzellikle kötülük de bir olmaz. Bırakın güzellik ve kötülüğü, iyiliğe iyilikle, iyiliğe kötülük. Kötülüğe iyilikle, kötülüğe kötülükte bir olmaz. Testiyi kıranla suyu getiren bir olur mu, işte o. em nec’alül müttekıyne kel füccar ya yoksa sorumlu davrananları sorumsuzlarla bir mi tutsaydık. Salih amel bir önceki cümlede ifsat ile karşıtlık oluşturuyor, muttakiler burada da füccar ile karşıtlık oluşturuyor. Füccar; fe ce ra fışkırıp yarıp çıkmak manasına. Rağıp müfredatında din perdesini yırtıp atmak demiş. Evet, belki bu tüm vicdanı ortadan kaldırmak denilebilir.

29-) Kitabun enzelnahu ileyke mübarekün li yeddebberru âyâtiHİ ve liyetezekkere ulül elbab;

Sana inzâl ettiğimiz bu mübarek Bilgi, O’nun işaretlerini derinliğine tefekkür etmeleri; öze ermiş akıl sahiplerinin de (hakikati) hatırlamaları içindir! (A.Hulusi)

29 – Bir kitab ki indirdik, çok mübarek, âyetlerini düşünsünler ve ibret alsın temiz özlüler. (Elmalı)

Kitabun enzelnahu ileyke mübarekün li yeddebberru âyâtiHİ ve liyetezekkere ulül elbab sana mübarek bir kitap olan bu Kur’an ı biz indirdik ki herkes onun mesajları üzerinde iyice düşünsün de akıl, iz’an, akıl fikir sahipleri ders alsın diye. Bu da hepimize. Vahyin amacı ancak iki şeyle gerçekleşir. Üzerinde durup düşünerek sonuçlarını hayata aktararak. Rabbim bu iki amacın gerçekleştiği kullarından kılsın.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
5 Yorum

Yazan: 29 Mart 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

5 responses to “Tefsir Dersleri SÂD SURESİ (01-29) (142)

  1. Nezih Kanbur

    05 Ağustos 2017 at 00:20

    24. ayette Davud As.’ın ne hata yaptığını neden Allah’tan af dilediğini bir türlü anlayamadım. Neyi atlıyorum?

     
    • ekabirweb

      08 Ağustos 2017 at 16:01

      Merhaba, Bir süredir uzakta olduğum için cevap yazamadım, özür dilerim. Bu konuyu ben de merak etmiş, bunu en iyi İhsan Eliaçık’ın yazılarında bulmuştum. Aynen şöyle diyor;
      “Surenin bağlamından baktığımızda anlatılmak istenen gayet açık: 99 koyun sahibi Mekke’deki servet sahibi kişi oluyor (ör. Velid bin Muğire, Ebu Cehil, Ebu Leheb). 1 koyunu olan da mahrum ve yoksul kişi. Servet sahibi 99 koyunuyla yetinmeyip, 1 koyuna da el koyup alıyor. Davud ona zulmetmişsin diyor. Daha sonra da Davud’un pişmanlık duyduğu ve affedildiği söyleniyor. Bu durumda Davud’un pişmanlığı işin gereğini yapmayışı, yönettiği ülkede böyle zengin-yoksul uçurumunun nasıl olabildiğini düşünmesine ve görevinde ihmal gördüğüne işarettir.” (İ. Eliaçık)
      İnşallah sizin için de açıklayıcı olur. Tevrat kaynaklı farklı açıklamalar beni tatmin etmemişti. Esen kalın Allah’a emanet olun.

       
      • Nezih Kanbur

        08 Ağustos 2017 at 17:25

        Sevgili dostum,

        Vaktini ayırıp gelip cevap yazdın Allah razı olsun. Cevap maile düşünce, o vesileyle tekrar geldim ve biraz da sevgili İhsan Eliaçık’ın yorumunda, o kadar da “birşeylerin Davud AS. kafasına dank etmesi”ne sebep olacak kadar “özel” birşeyler hissetmediğimden, yeterince tatmin olmadım ve bir kez daha metnin başından okudum. Hakikaten insan aklı nasıl işliyorsa, sadece aradığı şeyi okuyor bazı kısımları da atlıyor.

        İlgili ayetlere girmeden önce, Davud AS.ın evinin damından bir kadın görüp sevdalandığını, sonra o sevdalandığı kadının evli olduğunu öğrendiğini, bir zaman sonra kadının kocası askerde ölünce Davud AS. ın o kadınla evlendiğini anlatmış. Bunu nasıl olduysa anlamamıştım. Okuduğuma eminim asker kocanın adı bile aklımdaydı ama ayetle ilgisini görmemişim.

        Anlaşılan, Davud’un aslında evli olduğunu öğrendiği halde, kadına karşı duyduğu sevdayı kalbinden atamamış olmasındaki yanlışı, Allah, 99 koyunu olan adamın, kardeşinin bir koyununa göz dikmesiyle misallendirerek Davud’a vahyettirmiş. O da hemen misalden hatasını anlıyor ve o yüzden af diliyormuş.

        Bir vakayla daha önceki bir hatasını kulun gözü önüne sererek imtihan eden Allah, ayeti anlama konusunda bizi de birbirimize vesile kıldı diye düşünmedim desem yalan 😀

        Allah razı olsun.

         
      • ekabirweb

        10 Ağustos 2017 at 16:38

        Merhaba, Bu konu ile ilgili açıklama ve yorum çok. Bilhassa Elmalı tefsirinde; “Bu kıssa münasebetiyle birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali’nin: “Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği gibi anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum.” dediği naklediliyor.” açıklaması, karı kız hikayelerinin yanlış olduğunu Hz. Ali bile ta..! o zamanlar bunun doğru olmadığını gösteriyor. İ. Eliaçık’ın açıklaması bu açıdan bana daha uygun gelmişti. Doğrusunu Allah bilir. Esen kalın.

         
  2. ekabirweb

    10 Ağustos 2017 at 16:29

    Merhaba, Bu konu ile ilgili açıklama ve yorum çok. Bilhassa Elmalı tefsirinde; “Bu kıssa münasebetiyle birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali’nin: “Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği gibi anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum.” dediği naklediliyor.” açıklaması, karı kız hikayelerinin yanlış olduğunu Hz. Ali bile ta..! o zamanlar bunun doğru olmadığını gösteriyor. İ. Eliaçık’ın açıklaması bu açıdan bana daha uygun gelmişti. Doğrusunu Allah bilir. Esen kalın.

     

Yorum bırakın