RSS

Tefsir Dersleri SÂD SURESİ (30-88) (143)

05 Nis

5

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Sâd suresinin 29. ayetine kadar tefsir etmiştik. Sâd suresinin ana teması, ana konusu; İnsanın kendisiyle ve rabbiyle ilişkisi çerçevesinde döner. Hassaten hata ve insan problemi ele alınır. 17. ayetle başlayıp geçen ders tefsir ettiğimiz son ayete kadar süren pasajda Hz. Davud ele alınır. Davud kıssası özelinde hatada ısrar etmemenin erdemi vurgulanır. Aslında bu özelde ilk muhataplar, genelde ise tüm muhataplara verilen şu mesajın bir parçasıdır. “Eğer hatada ısrar etmezseniz, Davud’un çizgisinde sayar sizi rabbiniz.” Yani Adem olursunuz, adam olursunuz. Yok hatada ısrar ederseniz surenin son kıssası olan İblis kıssasında, Adem ve iblis kıssasında verilen derste olduğu gibi iblisleşirsiniz. Onun için mesele hata etmemek değil, yanlış yapmamak değil. sizden insan olmamanız istenmiyor, melek olmanız istenmiyor. Mesele hatada ayak dirememek. Mesele hatayı savunmamak. Hata yapmak bir cürüm, hatayı savunmak bin cürüm.

İşte bu ana tema çerçevesinde Davud kıssasından sonra Süleyman peygamber kıssasına geçiyor sure. Süleyman peygamber kıssası da baba Hz. Davud gibi yine bir imtihanla alakalı. Fakat bu farklı bir imtihan. Baba Davud peygamber bir hata ile imtihan edildi. Oğul Süleyman peygamber ise varlıkla sınanıyor, iktidarla, güçle, servetle sınanıyor. Şimdi varlıkla sınanıp bu sınavı kaybetmeden veren, varlıkla şımarmayan Rabbiyle arasına dünya malının, iktidarın girmesine izin vermeyen, elde ettiği dünyevi makam, şan, nam, servet ve iktidar ile rabbinden yüz çevirmeyen, onu altında bir at olarak kullanan ama asla onun atı olmayan Hz. Süleyman’ın kıssasına geçiyoruz.

30-) Ve vehebna li Davude Süleyman* nı’mel abd*innehu evvab;

Davud’a Süleyman’ı hibe ettik; ne güzel kuldu! Gerçekten O, evvab (hakikatini sıkça yaşayan) idi. (A.Hulusi)

30 – Bir de Davud’a Süleyman’ı bahşettik, ne güzel kul, o cidden bir evvab. (Elmalı)

Ve vehebna li Davude Süleyman Davud’a bir de Süleyman’ı bahşetmiştik. nı’mel abd*innehu evvab o ne güzel kuldu, ne hoş insandı. Kulluğunu ne güzel yerine getirmişti. Çünkü o sürekli bize yönelirdi. Onun kıblesi bizden yanaydı. Yani servet kıblesini bozmadı, şöhret kıblesini bozmadı, iktidar kıblesini bozmadı. O bütün bunların ayartıcı etkisine kapılmadan rabbine olan yönelişini sonuna kadar sürdürmüştü.

Hz. Süleyman için Bakara/104, İsra/7, Enbiya/70-75. ayetler, Neml/18 – 56. ayetler, Sebe’/12 – 14. ayetler arasına bakmak gerek. Bunların bir kısmını ilgili sureleri tefsir ederken işlemiştik, yorumlamıştık. Ayetin sonunda ki innehu evvab; Baba Hz. Davud içinde geçen bir ibare, sürekli yönelme. Yani istikameti doğru tutma, koordinatlardan şaşmama. Bu koordinatları Allah verdi. Allah’ın verdiği koordinatlardan sapmama. Eğer insan Allah’ın kendisi için çizdiği koordinatlarda yürürse bu hayat okyanusunda menzili maksuda erer. Yok şaşarsa yolunu kaybeder. Bir çöl yolcusu gibi sonu ölüm olan bir yolculuğa dönüşür.

Onun için evvab olmak yolunu yitirmemek, yolsuzlaşmamak, koordinatlardan sapmamak, sapma açısından hayatını, aklını, zihnini, fikrini, tasavvurunu korumak. İktidar, servet ve ihtişam Hz. Süleyman’ı Allah’tan alıkoymazdı imasını içerir bu ibare.

31-) İz urida ‘aleyhi Bil ‘aşiyyis safinatül ciyad;

Hani Ona akşam olurken üç ayağı üzere durup bir ayağını tırnak üzere diken (görkemli), iyi cins koşu atları arz olunmuştu. (A.Hulusi)

31 – Arz olunduğunda kendisine akşam üstü sâfinat halinde halis atlar. (Elmalı)

İz urida ‘aleyhi Bil ‘aşiyyis safinatül ciyad bir ayrıntı veriyor Kur’an. Hani gün batımında kendisine soylu, asil duruşlu, aslında sâfinat; sufun den geliyor. Sufun atın klas duruşuna denilir. Tek ön ayağının ucuna basıp, diğer üç ayağı üzerinde duruşu, yani atın poz verişi, poz veren atlar. Klas duruşlu, esas duruşlu atlar. Belki buradan şöyle bir nükte çıkar mı bilmem atın bile bir esas duruşu, bir klas duruşu var. İnsanın olmasın mı. At bile esas duruşunu sergilediğinde insanın içini götürüyor canını alıyor. Peki kul esas duruş sergilediğinde Allah ona muhabbet etmez mi? Allah ona sevgisini indirmez mi? Belki böyle bir nükte de bulabiliriz.

Gün batımında kendisine soylu ve favori kısraklar, el ciyad’a bu karşılığı verdim ben. Ceyid, iyi kaliteli manasına gelir. Yani kendi türünün içinde en iyilerden. Yarış atları mesela türünün en iyilerindendir. Demek ki bunlarda da öyle bir nitelik varmış. Atlar sunulmuştu da;

32-) Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy* hattâ tevaret Bil hıcab;

(Onları seyrederken Süleyman kendi kendine düşündü) dedi ki: “Rabbimin zikrinden (müşahedesinden) atların sevgisine yönelip meşgul oldum”… Nihayet (atlar gidip) gözden kayboldu! (A.Hulusi)

32 – Ben dedi, o hayır sevgisini rabbimin zikrinden sevdim, nihayet hicaba gizlendi. (Elmalı)

Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy elbet ben güzel olan her şeyi severim demişti Süleyman. Çünkü bana rabbimi hatırlatır. Bana rabbimi hatırlattığı için güzel olan her şeyi severim. Aslında müthiş bir bakış açısı, müthiş bir hayat felsefesi vermiyor mu. Güzele nasıl bakıyorsunuz. Aslında yamuk bakıyorsanız, bakış açınızı şeytan belirlemişse güzeli istismar etmek için bakarsınız. Onun güzelliğini payimal etmek için, ayaklar altında çiğnemek için bakarsınız. Eğer ona o güzelliği bahşeden den dolayı bakıyorsanız, yani güzelliğin üretildiği merkezin sahibi, yani mutlak güzelden yansıma bir güzellik olarak bakıyorsanız, yani Allah’ın güzelliği tarifi ve yolu olarak görüyorsanız güldeki güzelliği, gülün kokuşunu rabbinizin güzelliği tefsiri olarak görüyorsanız, bülbülün ötüşünü rabbinizin güzelliği tefsiri olarak görüyorsanız, ırmağın şırıltısını, ormanın uğultusunu, bin bir türlü tabii güzelliklerin o iç alıcı rengarenk hayran eden örüntüsünü rabbinize bağlıyorsanız, onlar size Allah’ı hatırlatıyorsa o zaman güzel, güzel olma fonksiyonunu sizde zikre dönüştürmüş demektir. Yani siz güzeli onu güzel edenden bağımsız algılamıyorsunuz demektir. Bu eser müessirinden bağımsız değildir. Fiil failinden bağımsız değildir, güzel o güzelliği verenden bağımsız anlaşılamaz sırrına ermişsiniz demektir.

İşte bu zikr olarak geçiyor ayette. Yani Allah’ı hatırlamak, Allah’ı sürekli hatırda tutmak, baktığınız her şeyde, her güzellikte rabbinizin Cemal sıfatını görmek, rabbinizin mutlak güzelliğinden bir yansıma görmek, onu rabbinizin mutlak güzelliğine götürücü bir ayna bilmek, yol aynası, ya da yol taşı, yol işareti bilmek ve o işareti takip ederek Allah’a ulaşmak, Mutlak güzele ulaşmak, güzelliğin yaratıcısına ulaşmak. İşte bu. Bunu yapabildiğimiz sürece güzele hakkını veriyoruz demektir. Bunu yapabildiğimiz sürece güzeli yaratana şükrediyoruz demektir. Bunu yapabildiğimiz sürece yer yüzünde ki güzelliğe katma değer oluyoruz, dahası güzelliğin artırılmasına vesile oluyoruz demektir. çünkü güzelliğin kaynağını keşfederek, fark ederek güzeli fark etmek şükürdür. Şükürse güzelliği, nimeti artırır.

Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy* hattâ tevaret Bil hıcab ta ki, bunu atlar özden kayboluncaya kadar tekrar etti Süleyman.

33-) Rudduha aleyye* fetafika meshan Bis sukı vel a’nak;

“Onları bana geri getirin” (dedi Süleyman)… (Atların) bacaklarını ve boyunlarını (bu defa müşahede ile) mesh etmeye başladı. (A.Hulusi)

33 – Geri getirin onları bana, tuttu bacaklarını, boyunlarını silmeğe başladı. (Elmalı)

Rudduha aleyye* fetafika meshan Bis sukı vel a’nak ardından; onları bana getirin diyerek başladı bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya.

Bu ayet için tefsirlerde bir takım gerçekten de ayrıntılı rivayetler yer alır. Ama bunların hiçbir mevsukiyeti de yoktur. Bu rivayetler burada zikretmemi gerektirmeyecek kadar çok uzak yorumlar. Belki aslı bunların İsrailiyattan alınma rivayetler. Bunları, güvenilmez olan bu rivayetleri bir kenara bırakarak metnin bize vermek istediği ahlaki ilkeleri dikkate almamız gerekiyor. Aslında Kur’an kıssalarının tamamı bize bir hikaye anlatmak, ya da bize tarihsel vakıalardan bir tarih kitabı gibi söz etmek değil, bize bir takım hadiselerden yola çıkarak değişmez değerleri hatırlatmak. Allah’ın koyduğu yasaları hatırlatmak. İnsanoğluna sorumluluğunu hatırlatmak, ahlaki ilkeleri hatırlatmaktır. Bu kıssa da bunu yapıyor.

Şunu görebiliriz. Süleyman peygamber atların boyunlarını ve bacaklarını sıvazlarken hiç şüphesiz bunların dünyaya ait olduğunu biliyordu. Biliyordu bilmesine ama dünyalıklara olan sevgi, dünyalıklara olan muhabbetin de insani bir şey olduğunu gösteriyordu. Yani bu öyle kaçınılacak utanılacak, ayıpsanacak ta bir şey değildi. İnsan güzel olan şeyleri severdi elbette. Bunda garipsenecekte bir şey yoktu. Ama aslolan şuydu; Allah’ın hayatımızı güzelleştirmek için yarattıkları bizi Allah’tan koparmamalı. Yani amacının tersine kullanılmamalı eşya. Belki bize bu gerçeği söylüyordu bu.

[Ek bilgi; (İLGİNÇ BİR HİKAYE)

SÜLEYMAN (as) IN ATLARININ HİKAYESİ.

Haberi rivayet edenler şöyle demişlerdir;

– Süleyman AS. ın Bin atı vardı. Yine bir rivayete göre kendisi yaygısına yanlanıp Hindistan’a gazaya gitmişti. Savaşa vardı Oradan döndü. Yolu bir adaya uğradı. Orada 1000 at gördü. Hepsi de ot otluyorlardı. Hepsi de kınalı atlardı. Hz. Süleyman o atlara sevdalandı, devlere;

– Bu atları benim için tutun dedi. Devler;

– Ey Allah’ın resulü biz kaç kez bu atları görmüştük. Ne kadar uğraştı isekte onları tutamadık. Madem sen buyruk verdin, bize bir nice pamuk, şarap ve kayır(Çakıl taşı) ver. Ta ki bir sihir, bir büyü yapalım. Olabilir ki bu atları bir hile ile tuzağa düşürürüz. Dediler.

Süleyman AS. devler ne dilediyse verdi onlarda o adaya gittiler. Atlar onları gördüler kanat açıp uçtular, gittiler. Devler de o adada ne kadar pınar, su kaynağı varsa deliklerine pamuk tıkadılar, üstlerine çakıl taşı döktüler. Sularını denize akıttılar. Pınarların önlerini göl gibi kazdılar. Şarabı içine döktüler başka ne kadar pınar varsa göl haline getirdiler. O devler 1000 taneydi. Hepsi bu gölün suyuna gittiler.

Sonra o atlar geldiler. Ne kadar ki susamışlar. Ne kadar su istedilerse de su bulamadılar. O şaraplı suya geldiler. Su o şarabın kokusunu gidermişti. Atlar şarap gölünü görünce gidip ona su diye kana kana içtiler. Bir saat geçmeden hepsi sarhoş oldu.

Devler onları gözetlemekteydi atların sarhoş oluklarını görünce pusudan dışarı çıktılar. Atla uçmak diledi Fakat kanatları kımıldayamadı. Devler de onları tutup Süleyman AS. a getirdiler. Birer birer onun önüne koydular.…

Süleyman AS. zamanına ikindi vakti ibadeti bir Allah buyruğuydu. Bu zamanda ona atları birer birer gösterdiler. O da onlarla uğraşıp vakit geçirdi. Geride henüz gösterilmeyen yüz tanesi kalmıştı ki Süleyman AS. güneşe baktı batmaya yakınlaşmıştı İkindi ibadetinin vakti geçmişti.

Kendisine Allah tarafından azar geldi ve;

– Sen bu dünyayı o kadar seviyorsun ki ikindi ibadetini unuttun. Denildi. O da dua etti, güneş geriye döndü ikindi yerine vardı. Hz. Süleyman ikindi ibadetini yaptı ve Allah’ına şükranda bulundu.

Bu olayı Kur’an şöyle buyurmaktadır;

“Süleyman daima Allah’a yönelikti. Ona bir akşam üstü cins atlar sunulmuştu. Süleyman;”Doğrusu bu atları rabbimi anmayı sağladıkları için severim.” Dedi. Atlar koşuştular ve bir toz perdesi altında kayboldular. O da; “Yeter artık, onları bana getirin.” Dedi. (Sâd/33)

Süleyman AS. bu atları severken onu ibadetten alıkoymasını Sâd/32 ayeti şöyle açıklar.

 “ Ben bu at sevgisi Rabbime ibadetten alıkoydu dedi ve hem de güneş batmıştı.(Sâd/32)

Sonra Süleyman AS.

– Bu atları damgalayınca, boyunlarına ve butlarına damga vurun. Ta ki gaziler onlara binsinler ve Allah yolunda gaza etsinler. Dedi, duada bulundu. Hak tealâ da o atların kanatlarını çekti, yok etti, o kanatların kuvvetini ayaklarına verdi. O atlar Süleyman AS. dan sonra Arap ülkesinde kaldı ve adlarına Araplar arasında ün kazandı. Çöl halkının atları o soydandırlar.

(Tarih-i Taberi/ Cilt1, sayfa555.556)]

34-) Ve lekad fetenna Süleymane ve elkayna alâ kürsiyyihi ceseden sümme enab;

Andolsun ki Süleyman’ı imtihan ettik ve Onun tahtına ölü bir beden bıraktık (tahtına vâris olacak olan imansız kişiyi. A.H.)… Sonra tövbe edip yöneldi. (A.Hulusi)

34 – Celâlim hakkı için Süleyman’a bir fitne de verdik ve tahtının üstüne bir ceset bıraktık sonra tevbe ile rücu’ etti. (Elmalı)

Ve lekad fetenna Süleymane ve elkayna alâ kürsiyyihi ceseden sümme enab doğrusu biz Süleyman’ı vaktiyle tahtının üzerine bir ceset olarak koymakla veya bir ceset koymakla sınava çekmiştik ve o da bize yönelmişti.

Bu ibareden ne anlaşılması gerekir sorusuna tefsir kaynaklarımızda çok farklı cevaplar verilmiş. Yine bu cevapların da temeli İsrailiyat kaynaklı bir takım hikayeler. Bu hikayeler o kadar uzun ve ayrıntılı ki gerçekten de insanın bunlardan kuşku duyması mümkün değil. Bunları doğrulayacak her hangi bir delile de sahip değiliz.

Süleyman peygamber bir ara Hükümdarlık yüzüğünü kaybetmiş bu yüzüğü bulan bir cin veya bir şeytan, veya bir insan şeytanı gelmiş onun tahtına oturup bu yüzükle hükmetmiş. İşte bu ceset imiş. Veya bir ölüyü koymuşlar cesedini, Süleyman peygamber öldü zannedilerek, onu andırsın diye bir ölüyü koyup sanki o yaşıyormuş gibi göstermişler. Vs. Yani etrafındaki bir grup ona ihanet edip darbe yapmışlar bu darbe sonucunda onu tahtından uzaklaştırmışlar vs. Yani bu hikayeleri bir tarafa bırakarak biz yine metnin söylediğine dönecek olursak belki en makul yorum şunu söyleyebiliriz. Ki Elmalılı üstadımızın da desteklediği yorum bu.

Hz. Süleyman dan sonra oğlu Rehoboam tahtına oturdu. Bu muhteşem medeniyeti Süleyman’ın bıraktığı büyük İsrail krallığını Rehoboam kendi heva ve hevesi yolunda kısa zamanda darmadağın ett. Koca medeniyetin altından girdi üstünden çıktı param parça oldu. Süleyman’ın tahtına da konulan ceset sanırım onun yerine geçen halefi olsa gerek. En makul yorum da budur diye düşünüyorum.

Razi o cesetten kasıt kendisiydi der. Böyle bire yorum yapar, ki bu Razi’ye özgü farklı bir yorum. Yani mecazen iktidar cansız bir cesettir ey Süleyman. Sen bu cesede ruh vereceksin. Eğer buna ahlak katarsan, adalet katarsan, anlam katarsan iktidar ruh üflenmiş bir cesede dönüşür yani canlanır. Yok eğer ahlâksız, adaletsiz ve anlamsız bir iktidar bir servet olursa  o zaman bu cesetten başka bir şey değil. Sadece bu dünyada kalır, geçici olur imasını içerdiğini söyler. Razi böyle bir yorum yapar.

35-) Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb;

“Rabbim beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe et… Muhakkak ki sen Vehhâb’sın” (diye dua etti). (A.Hulusi)

35 – Ya rab! bana mağrifet buyur ve bana öyle bir mülk bağışla ki ardımdan kimseye yaraşmasın, şüphesiz sensin bütün dilekleri veren vehhab sen, dedi. (Elmalı)

Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb Süleyman şöyle yalvardı rabbine; Rabbim dedi. bana öyle bir iktidar ver ki, öyle bir devlet ver ki, öyle bire medeniyet bahşet ki benden sonra hiç kimse ona sahip çıkmasın. Çünkü sen, yalnız sensin cömertçe bahşeden.

Aslında biraz önceki tercih ettiğimiz yorumu tasdik eden bir ayet bu. Bana öyle bir iktidar ver ki diyor, benden sonra ona kimse sahip çıkmasın. Adeta kendisine verilen iktidarın yanlış ellerde yanlışa alet edileceğini görür gibi Hz. Süleyman benimle son bulsun diye dua ediyor. Bu bir hasislik değil. Bu benden başkalarına yaramasın mantığı değil. Bu iktidarın nasıl hassas bir şey olduğu, nasıl ayartıcı ve baştan çıkarıcı bir unsur olduğu. Eğer bu unsurun sahibi iktidarla sınanan biri baştan çıkmamakla ayartılmamak için gerekli ahlaki donanıma ve iradeye ve burada da ifade buyrulduğu gibi Enab kelimesinin ifade ettiği o Allah bilincine, Allah’a yöneliş kaygısına sahip değilse, iktidar onu kısa zamanda baştan çıkaracaktır, yoldan çıkaracaktır. Dolayısıyla Hz. Süleyman’ın bunu söylerken kaygısı şu olsa gerek;

Ben ellerimle büyüttüğüm bu muhteşem devleti bir başkasına günah aleti, günah aracı olarak vermek istemiyorum. Yani ben, benim elimde bir sevap aracına dönüşen bu iktidarın yanlış ellere geçip günah aracına dönüşmesini istemiyorum onun içinde eğer böyle olacaksa benimle bitsin diye dua ediyor. Bu da bir önceki ayette tahtına konulan cesedin kendisinden sonra yerini alacak kimseler olduğunun iması olduğunu gösteriyor.

36-) Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi ruhaen haysü esab;

Bunun üzerine rüzgârı (gibi akıp gideni) Onun hizmetine verdik; Onun emriyle, dilediği yere, hiçbir şeyi sarsmadan – yıkmadan akıp giderdi. (A.Hulusi)

36 – Bunun üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi. (Elmalı)

Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi ruhaen haysü esab  bunun ardından rüzgârı ona amade kıldık ki onun emriyle, (çalışan gemileri diye ilave yapmakta hiçbir beis yok) Onun emriyle çalışan meşhur deniz ticaret filolarını, -ki efsanevi Hz. Süleyman’ın deniz ticaret filoları vardı- İstediği yöne doğru kolayca yüzdürebilsin.

Hz. Süleyman’ın rüzgârla hareket eden deniz ticaret filoları kurduğu medeniyetin de en büyük destekçisiydi. Belki finanse eden güçte buydu. Rabbimiz buradaki birazda eliptik bir ifadeyle rüzgârı Süleyman’ı emrine verdiğini ifade buyuruyor. Bu eşyanın içinde ki gücün kullanılması insanoğlunun emrine verilmesi anlamını taşıdığını gösteriyor. Biz rüzgârı insanın emrine verdik demek gibi bir şey. Emrimize verilen şeyi eğer doğru kullanabiliyorsanız emriniz altına alıyorsunuz, yok yararlı ve doğru kullanmıyorsanız sizin emrinize verilmiş bir şeyi emriniz altına almıyorsunuz anlamını da buradan çıkarabiliriz.

Yani özetle Hz. Süleyman Allah’ın insanoğlunun hizmetine musahhar kıldığı, teshıyr sırrını içine yerleştirdiği tabiatta ki bir çok varlığı kullanmasını bildi. Bu Allah’ın yaratış sırrını anlamakla alakalı, basiretle alakalı, varlıkları okumakla alakalı, mahlukatın yaratılış hikmetini kavramakla alakalı bir şeydi. Onun için Hz. Süleyman bu tarafıyla da ilgili ayetlerde övüldü. Onun basiret sahibi oluşu, onun varlıklara olan derinliğine nüfuz eden bir bakış sahibi oluşu çeşitli surelerde daha önce dile getirilmişti ki Neml suresi bunların başında gelir.

37-) Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas;

Şeytanları da onun hizmetine verdik; binaları kuran ve dalgıç olanlar! (A.Hulusi)

37 – Şeytanları da: bütün benna’ ve ğavvas. (Elmalı)

Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas yine şeytanlar gibi,  (Yine parantez içi bir açıklama yapmak zorundayız. O gibi metinde yok ama ilgili ayetlerin tamamını birlikte  okuduğumuzda bunu anlıyoruz; Hz. Süleyman’ın kurduğu o muhteşem yapıyı, o muhteşem iktidarın temelinde sanatın çok iyi kullanılması var. Sanatkarların istihdamı var. İşte sanatın ve sanatkarların mükemmel bir biçimde istihdam edilmesini ifade eden bir ayet bu. Dolayısıyla ayeti okurken sıkıştırılmış eliptik metnin açılımını vermek durumundayız.) Şeytanlar gibi dik başlı güçlerden her biri bir yapı ustası ve dalgıç olan kimseleri de onun emrine amade kıldık.

Demek ki hem inşa işi hem de denizcilik, dalgıçlardan söz ettiğine göre, ki daha önce de ilgili ayetlerde bahsedilmişti. Mesela Enbiya suresinde bu ibareler benzer bir biçimde yine geçer. Süleyman Peygamber En’am/112 de geçen; ..şeyatıynel’insi vel cinn..(En’am/112) ibaresini hatırlasyalım bu parantez içi açıklamayla ilgili. Biz her bir peygambere insan ve cin şeytanlarından birilerini musallat ederiz. Ayeti kerimesi de şeytanın sadece görünmeyen değil, görünen insanlara da nispet edilebileceğini görüyoruz. Dolayısıyla görünen insanlar arasında, insan şeytanları kimler? Elbette ya şeytanın peşine düşenler manasına alınır, ya da hani mecazen kullanılır ya; “Ne şeytan o..!” Yani cin gibi adam, girmediği delik yok, beceremeyeceği iş yok, elini attığını becerir, çok usta, çok maharetli, çok uzman anlamına mecazen de kullandığımız gibi şeytan hem insandan hem cinden kendi türünün bir takım niteliklerine sahipse eğer kullanılabiliyor. Ele avuca sığmaz ustalar da diyebiliriz bunlara. Yani herkesin hükümranlığına boyun eğmeyen, herkesin istihdam edemediği, herkesin boyun eğdiremediği, güç yetiremediği güçte kuvvette, maharette bir takım uzman kimseler diyebiliriz.

38-) Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad;

Zincirlerle birbirlerine bağlı diğerlerini de.

38 – Ve daha diğerlerini bentlerde çatılı çatılı. (Elmalı)

Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad ve zincirlerle birbirlerine bağlanmış diğer varlıkları da emrine amade kıldık. Yani bir de daha başkaları var. Bunun biraz açılımı daha önce Enbiya suresinde gelmişti yanlış hatırlamıyorsam. Burada otorite kabul etmez toplulukları, otoritesine almıştı şeklinde anlamamız da gayet mümkindir. Zincirlerden söz edildiğine göre bu zincirler, bizatihi bu zincirlere bağlamak biçiminde değil de otorite altına almak, asla itaat etmeyen bir takım isyankar toplulukları otoritesi altında boyun eğdirmek anlamını da taşıyabilir. Dağlı kavimler diyebiliriz buna ki Lübnan da yaşayan o dönemde ki dağlık bölgelerde, özellikle Lübnan’ın cebel-i Lübnan dağlarında yaşayan bir takım kavimler, hiçbir güce, isterse bölgenin tamamında fetih gerçekleştirsin ve tamamını kendi egemenliği altına alsın hiçbir güce boyun eğmeyen gerçekten isyankar dağlı kabileler vardı ki Hz. Süleyman bunlara da boyun eğdirmişti.

39-) Hazâ ‘atauna femnün ev emsik Bi ğayri hisab;

“İşte bu (sana özel tasarruf edeceğin mülk) bizim hibemizdir; öyleyse ister ver ister verme, sınırsızca kullan!” (A.Hulusi)

39 – Bu işte, dedik: bizim atâmız artık diler kerem et, diler imsâk hesabı yok. (Elmalı)

Hazâ ‘atauna femnün ev emsik Bi ğayri hisab ve ona şöyle dedik; İşte bu bizim ikramımızdır. İster onu hiçbir hesap yapmadan karşılıksız ver, istersen elinde tut. Yani biz sana bütün bu nimetleri verdik. Sen bu nimetlerin şükrünü eda ettin. Bundan ötesi senin bileceğin bir şey. Bu şu manaya gelmiyor mu dostlar. Bir yoksul gibi de yaşayabilirsin, bu senin tercihin tercihini böyle yaparsan eğer bunu yapabilirsin. O zaman elinde kini avucunda kini dağıt. Fakat dağıtmazsan bundan dolayı suçlanacak değilsin. Ondan dolayı Hz. Süleyman’ı bu muhteşem iktidarından ve servetinden dolayı suçlayamıyoruz. Hakkını verdiği için, şükrünü eda ettiği için, tasaddukunu yaptığı için.

Fakat bu bir tercih meselesi bu ayet onu söylüyor. Efendimiz Süleyman’ın tercih ettiğini etmedi. Efendimize de iktidar verilmişti peygamberimize. Fakat o iktidarın dünyevi boyutunu tercih etmedi. Bunu kendisi de ifade buyurmuşlardı bir hadislerinde. “Bana dünya ve ahiret sunuldu, ben ahireti tercih ettim.”

Bu şu anlama geliyordu; dünyanın güzelliklerini yaşamak yerine dünyanın güzelliklerinden sonsuzca istifade etmek yerine, onları başkasıyla paylaşmak, onları başkalarına bırakmak ve sadece kendi yönettiği toplumun en aşağısı, maddi olarak en yoksulu gibi yaşamayı tercih etmişti peygamberimiz. Onun tercihi de buydu. Ama Hz. Süleyman’ı bu tercihinden dolayı kınamak gerekmiyordu. Onu yapmayalım diye de işte böyle bir ayetle, aslında alttan alta uyarılıyoruz.

Bu bir tercih meselesi. Tercihini hem dünyayı hem ahireti bana ver diye de kullanabilir insan, ben dünyayı istemiyorum, yetesiye ver. Ama ahireti ver diye de kullanılabilir. …Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr. (Bakara/201) Rabbimiz bize dünyanın güzelliklerini de ver, ahiretin güzelliklerini de ver, bizi ateş azabından koru diye bize dua öğreten de yine vahyin kendisiydi.

40-) Ve inne lehu ‘ındeNA le zülfa ve hüsne meab;

Gerçektir ki, indîmizde Onun için yakınlık ve dönüşün güzeli var. (A.Hulusi)

40 – Ve şüphesiz ki ona huzuru izzetimizde bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği var. (Elmalı)

Ve inne lehu ‘ındeNA le zülfa ve hüsne meab elbet onu da bizim katımızda yakınlık ve güzel bir son beklemektedir. Yani o dünyevi ihtişamın içinde yüzdüğü için bizden uzak sanmayın. Yani dünyevi güzellikleri şeytanlaştırmayın Hint fakirleri gibi. Vahyin bu konudaki tavrı dengedir. Dolayısıyla serveti putlaştırmak ta, serveti şeytanlaştırmak ta aynı şeydir, sapmadır. Serveti putlaştıranlar vahye karşı çıkan ilk müşrik muhataplar gibi; altından bir bahçen, evin olmalı değil miydi derler. Veyahut ta evinin merdivenleri, kapının tokmakları altından olmalı değil miydi derler. Veyahut ta şu iki şehrin birinden en zengin ve itibarlı olana gelmeli değil miydi peygamberlik derler.

Surenin girişinde Resulallah’a peygamberlik verilişine itiraz eden o akla bir cevaptır aslında. Ama bunun karşılığında bir başka sapma daha var, o da serveti şeytanlaştırmak. Eğer birinde bir servet görürseniz, bunun hakkı verilmiş mi verilmemiş mi demeden, bu bunun şükrünü eda ediyor mu etmiyor mu demeden, onu nerede kullandığına bakmadan servetin oluşunu bizatihi onun kötü oluşuna, onun sapmış oluşuna yormak gibi bir yanlışa düşmeyelim diye bu ayetlerde Hz. Süleyman varlıkla imtihan edilip de bu sınavı verenler arasında sayılmakta. Elbet onu da bizim katımıza yakınlık ve güzel bir son beklemektedir derken ayet aslında bunu söylüyor.

41-) Vezkür ‘abdena Eyyub* iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb;

Kulumuz Eyyub’u da zikret (hatırla)… Hani Rabbine: “Muhakkak ki şeytan (kendimi beden olarak hissediş) bana bitkinlik ve azap yaşattı” diye nida etti. (A.Hulusi)

41 – Kulumuz Eyyub’u da an, o vakit ki rabbine şöyle nidâ etmişti: «bak bana: meşakkat ve elem ile bana Şeytan dokundu.» (Elmalı)

Vezkür ‘abdena Eyyub şimdi yeni bir kıssaya geçti sure, Eyyub peygamber kıssasına. Bu da daha farklı bir sınav. Baba Davud Peygamber farklı bir sınav geçirmişti onu okuduk. Oğul Süleyman peygamber dünya ile sınanmıştı ve bu sınavı vermişti onu da okuduk. Şimdi hastalıkla, dertle boğuşan, sınav veren, hastalıkla sınavını Allah’a tam olarak veren bir peygamber, bir örnek daha sunuluyor.

Vezkür ‘abdena Eyyub ve kulumuz Eyyub’u da hatırla. Enbiya/83-84. ayetlerinde geçmişti. İyi hatırlıyorum ki o ayetleri tefsir ederken Eyyup peygamberin kimliğine ilişkin ayrıntılı bilgi sunmuştuk Eyyub, kitabında ki portföyle, ki Eyyub peygamberin hayatı Kitabı mukaddes te Eyyub kitabı diye müstakil bir kitapta ele alınır. Orada ki portföyle Kur’an ın sunduğu Portföy çok farklı.

Zaten Kitabı Mukaddeste sunulan peygamberlerin portresinde peygamberlik pek göremezsiniz. Peygamberliğe hiç yakışmayacak şekilde tasvir edildiklerini görürsünüz. Fakat Kur’an hiçbir peygamber için nübüvvet kurumuna yakışmayan bir üslup kullanmaz. Kur’an ın peygamberler hakkında ki üslubuyla Kitabı Mukaddesin peygamberler hakkında ki üslubu arasında gerçekten dağlar kadar fark vardır. Bunu Kitabı Mukaddesteki kimi tahriflere yormak gayet mümkündür. Philip Hiiti bile, ki bir oryantalist, bunun Arap kökenli bir kişi olduğunu söyler. Eyyub peygamberin. Üstelik isim tahlilinden yola çıkarak bu sonuca varır.

Allah onu ağır hastalıklarla sınamış. Yani 46 ve 47. ayetlerde olduğu gibi saflaştırılmıştır. 46 ve 47. ayetlerde gelecek, rabbimizin bu imtihanlarla, imtihanın muhataplarını saflaştırdığını ifade etmekte. Yani bir tür altının hamının hasından, cevherinin cürufundan ayrılmak için haddeden geçmesi, ateşlerde eritilip ayrıştırılması gibi insan da saflaştırılması için haddeden geçmesi, ateşlerden geçmesi gerekiyordu. Ve işte bu peygamberler, peygamber olmalarına rağmen onlarda bu ilahi yasaya tabi oldular ve sınandılar, ateşlerden geçtiler.

Kıssadan hisse şu; Parçada kötü olarak algılansa da bütün içinde düşünürseniz iyi olduğunu görürsünüz. Hz. Eyyub eğer parçaya baksaydı bedenini saran kan ve irinden yola çıkarak bunun berbat bir durum olduğu sonucuna varabilirdi. Fakat bütün içinde düşündüğünde şükretti. Şükretti çünkü parçada kötü görünen bu şeyin arkasında gürül gürül gelen bir ilahi ödül vardı. Çünkü Allah hiç kimseye götüremeyeceğini yüklemez, çünkü Allah hiç kimseye zulmetmezdi.

Onun içinde efendimiz; Mü’minin başına bela 3 sebeple gelir.

1 – Ya günahına kefaret olarak, Yani hak eder, dolayısıyla günahına kefaret olur, belayı çeker günahına karşılık olur.

2 – Ya daha büyük bir belaya kalkan olarak. Yani küçüğü gelir ki büyüğünü engellesin diye.

3 – Ya da ahirette ki konumunu yükseltmek ve yüceltmek için.

Bu durumda parçada kötü gibi görünen hiçbir şey aslında bütün içinde kötü değildir. Belki hatta belki mükemmel bile. Uçağı kaçırdığınız yoldaki kaza bir parçadır, kötüdür, belki arabanız hasar görmüş, hatta siz bile ufak tefek sıyrıklar almış, yaralanmış olabilirsiniz. Fakat bir müddet sonra o uçağın düştüğünü haber aldığınızda nasıl düşünürsünüz. Yine yolda kaza geçirdiğiniz anda ki gibi düşünür müsünüz yoksa tam tersine dönüp o anda üzülürken şimdi sevinmeye mi başlarsınız. Hele ki kaza geçirmişim mi dersiniz. İşte parça bütün ilişkisi daha bu bütün dünyevi bir bütün, bir de uhrevi boyutu var. Ahirette büyük mahkemenin huzurunda düşen uçakta ki küçümencik yolcuların, herkesin acıdığı ve bunun ne suçu vardı diye ukalalık yaptığı o küçük küçük çocukların, pırıl pırıl, hesabını hemen verip beratlatını ellerine alıp cennetin yolunu tuttuklarını gördüğünde sen hesabı zor verilecek bir yükle beraber büyük mahkeme de kala kalınca;

“Ya rabbi. Keşke beni de o düşen uçakta kılsaydın” demeyeceğine dair bir garanti var mı? O zaman  Parça bütün ilişkisini gözden kaçırarak asla bir şeyin nihai manada ne anlama geldiği konusunda yargıya varma. Aslında burada söylenen de belki bu.

Hastalık bir tür ömrü uzatmak. Mesela 70 yıl ibadetle kazanacağınız bir ecri 7 aylık çok ağır bir hastalık sırasında kazanabilirsiniz. Bu durumda hastalık ömrü uzatmış olmuyor mu? Yan o ibadeti, o hastalığın size getirdiği ecri, Allah katında ki ödüllü kazanmak için eğer nafile ibadetle çırpınsanız 70 yıl harcamanız gerekirken 7 aylık çok yoğun bir hastalık sizin ömrünüzü 70 yıl kadar manen uzatmış oluyor. Görüyorsunuz, nereden baktığınıza bağlı imtihanlar. Nereden bakarsanız öyle görürsünüz. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız güzel, şeytanın gör dediği yerden bakarsanız kötü görürsünüz.

iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb hani rabbine; Rabbim şeytan bana tarifsiz bir bezginlik ve terk edilmişlik hissi vermektedir diye yalvarmış yakarmıştı Eyyub.

Azâb geçiyor ayetin sonunda. Şeytan insana azab edemez, bunu biliyoruz. Çünkü İsra/65, Hicr/40 cı ve daha birçok ayette onun mü’min üzerinde hiçbir gücünün olmadığını söyleyen de yine rabbimiz. Ya ne yapar? Vehim verir, vesvese verir. Azâb o zaman nedir burada? Kelime anlamına bakacağız, yani terk edilmişlik duygusu, yalnız bırakılmışlık hissi. Tabii ki Allah tarafından terk edilmişlik hissi. Hz. Eyyub işte bundan şikayet ediyor ve bu hissin Allah’tan olamayacağını bu hissin olsa olsa şeytandan olacağını vurguluyor ve diyor ki; Şeytan bana böyle bir his vermeye çalışıyor, böyle vesvese vermeye, Allah seni terk etti demeye getiriyor. Azâb kelime anlamıyla terk edilmişlik, yani etimolojik kök anlamı bu.

Davud şahsında hata ile sınama, Süleyman şahsında servetle sınama, Eyyub şahsında dehl ile sınama. İşte üç kıssanın üç hissesi.

42-) Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve şerab;

“Ayağını (hakikatinden kaynaklanan kuvveyle) yere vur! İşte yıkanıp, içeceğin serinletici su (hakikatin ilmi)!” (dedik). (A.Hulusi)

42 – Depren ayağınla, işte serin bir yıkanacak ve içecek dedik. (Elmalı)

Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve şerabun biz de ayağını yere vur. Bak işte şurada hem yıkanılacak hem de içilecek soğuk bir su var demiştik. Evet gerçekten de ilginç bir ayetle karşı karşıyayız yine. İbret dolu. Elmalı’nın isabetle vurguladığı gibi hastalıktan kurtulmak için mümkin olan tüm çabayı harca manasına ürkud Bi riclik. Yani kıpra biraz, harekete geç biraz. Kendin için şifa ara. Yani öyle serilme, koy verme her tarafını, umutsuzlaşma. Kalk ve çaresini düşün anlamına. Zaten ürkud Bi riclik burada ıdrıd manasına gelir ki ıdrıd Kur’an da bu kökten gelen fiili yolculuk yapmaya mudarabe de budur işte yolculuk yapmaya, ticaret için, bir takım kâr kist aramak için yola çıkma anlamını da ifade eder.

Elinden geleni yap, yani öyle yatıp durma manasına ki bunu Resulallah’ta görüyoruz. Sevr dağının tepesinde mağarada gelen yardım, o tepeye çıkmadan eteğinde gelmez miydi. O kadar yokuşu, o kadar teri dökmek zorunda mıydı peygamberimiz ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in. Evet dökmek zorun dalardı. İşte bize bu sonucu veriyor. Eteğinde gelmezdi tepesinde gelecek olan. Neden? Çünkü Bittim ya rabbi diyecek kadar gayret sarf etmeden, yettim kulum denilmeyecekti. Bu ilahi bir yasa.

Aslında bu ayetlerle bu yasalar ilk muhatap olan Resulallah’a veriliyor, uyarılıyor, inşa ediliyordu. Zaten o da bu ayetleri bu kıssalardan hisse alarak o tavırları ortaya koydu. Unutmayın onu Kur’an inşa etmişti.

43-) Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA ve zikra liülil elbab;

Ona, bizden bir rahmet ve derin düşünebilen akıl sahipleri için hatırlatma olarak, ehlini ve onlarla birlikte onların mislini hibe ettik. (A.Hulusi)

43 – ve ona bütün ehlini ve beraberlerinde daha bir mislini bahşettik tarafımızdan bir rahmet olarak hem de bir dersi ibret temiz akıllar için. (Elmalı)

Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA ve zikra liülil elbab ona katımızdan bir rahmet ve akıl sahipleri için bir ibret olmak üzere kendisini terk eden yakın çevresini ve onlarla beraber bir kata daha fazlasını bahşettik.

Hakka makbul olmak mı? Halka makbul olmak mı. bu soru sorulması gereken bir soru. Yakın çevresi uzaklaşmıştı Hz. Eyyub’dan bu hastalıktan dolayı. Belki ona bakamıyorlardı. Düşen insanın etrafı çabuk terk edilir. Belki bundan dı, belki başka şeylerden di. Ama o halka makbul olmak değil, Hakka makbul olmak istedi. Hakk severse halka da sevdirir. Onun için bu ayet uzak yaşam, yakın çevresi kendisine geri döndü bir mislini daha verdi. Belki onlar dönerken çoluk çocuğu iki katı olup dönmüşlerdi. Belki yeni torunlarla dönmüşlerdi. Yeni, dostlar katılmıştı. Belki onun bu direnci bu sabrı bu ahlakı insanlar nezdinde ki hatırını yüceltmiş ve hakikati gören çevresinde ki dost halkası kat kat genişlemişti. Belki bunu söylüyordu ayet.

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn alemlerin rabbi olan Allah’a hamdlerin tümü yalnız Ona mahsustur. Deriz değil mi? Neden? Sadece verince demeyiz, verince şükrederiz, alınca da hamd ereriz. Çünkü O vermişti. O alırsa daha iyisini verebilir. Onun için Hz. Eyyub’a da daha iyisini vermek için almıştı. O söyleniyor bu ayette.

44-) Ve huz Biyedike dığsen fadrib Bihi ve lâ tahnes* inna vecednahu sabira* nı’mel abd* innehu evvab;

“Eline bir demet al da onunla vur ki sözün yerine gelsin!” Biz Onu sabırlı bulduk… Ne güzel kuldu! Muhakkak ki O, evvab (hakikatini sıkça yaşayan) idi. (A.Hulusi)

44 – Bir de al bir demet elinle de vur onunla hânis olma, hakikat biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kul, hakikaten o bir evvabdır. (Elmalı)

Ve huz Biyedike dığsen fadrib Bihi ve lâ tahnes ve dedik ki eline bir deste al ve onunla vur böylece yemininden dönmemiş olursun. Burada tabii yine heliptik bir metinle karşı karşıyayız. Ayrıntılar yok. Biz satır aralarından satır arkalarına geçerek rivayetlerinde yardımıyla metnin söylemek istediği şeyi anlamaya çalışacağız.

Hanımı onun çektiği o acıları ve sıkıntıları görünce o dayanamamış,

“Ona olan muhabbetinden ve şefkatinden dolayı bu kadar sabrettin ve şükrettin, her sabır ve şükründe acın daha da arttı, gördün hastalığın. Bir de isyan et bakalım belki hafifler. Dediği rivayet edilir. Yani hep sabrediyorsun, şükrediyorsun ama derdin artıyor. Bir de tersini dene bakalım demiş belki kızgınlıkla, belki o ağır yorgunlukla, belki şefkatle. Ama böyle yanlış bir akıl yürütmüş. O da;

“Beni Allah’a karşı isyana mı teşvik ediyorsun. Eğer iyi olur kalkarsam sana 100 sopa çekeceğim. Diye ağzından bir yemin kaçırmış. İşte daha sonra iyi olduğunda, tabii onun şefkatle, kendisine acıma hissinden dolayı böyle söylediğini, aslında yüreğinden gelerek söylemediğini gördüğünde böyle bir uygulamayı yapmasına izin verilmemiş. Yani dövemezsin denilmiş, bunu yapamazsın. Ama yeminim var diyeceksen eğer, o zaman bunu sembolik olarak yerine getirebilirsin. Al bir tutam sap, ot bi tane vurur gibi yap. O zaman yemininin vicdanın üzerinde ki örtüsünü, ağırlığını da kaldırmış olursun. Yani bir tür çıkış yolu gösterilmiş oluyor. Burada bir tür sembolik bir yemini karşılama durumu, çözümü gösterilmiş oluyor.

inna vecednahu sabira* nı’mel abd* innehu evvab hakikaten biz onu sabırlı biri olarak bulduk, ne güzel kuldu o. Çünkü o her daim hakka yönelirdi. Unutmayalım bu son ibare Hz. Süleyman ve Hz. Davud içinde kullanılıyordu. Sabır, direniş yani. Allah’a kullukta direniş. Başınıza isterse ateş yağsın, rabbinize kullukta direneceksiniz. Sonuna kadar. Eğer direnirseniz unutmayın ki Allah yar ve yardımcınızdır. Unutmayın ki Allah kuluna yeter. EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36) diyor ya vahiy Allah kuluna yetmez mi? Yeter.

45-) Vezkür ıbadeNA İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kube ulil eydiy vel ebsar;

Kudretli ve basîretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup’u da zikret (an, hatırla)! (A.Hulusi)

45 – Kullarımız İbrahim’i, İshak’ı, Ya’kub’u da an, eller ve gözler sahipleri idiler. (Elmalı)

Vezkür ıbadeNA İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kube ulil eydiy vel ebsar Has kullarımız İbrahim, İshak ve Ya’kub’u da hatırla. Hepsi de güçlü bir kişilik ve keskin bir idrak sahibi idiler.

Güçlü bir kişilik Ulil eydiy, keskin bir irade vel ebsar. Her peygamberin niteliği. İbrahim peygamber ateşle sınandı. İshak peygamber bir rivayete göre de İsmail peygamber canla sınandı. Yakub peygamber Yusuf la sınandı. Yusuf peygamber Züleyha ile sınandı. Yani hepsi sınandılar ve sınavlarını başarıyla verdiler. Bu iki şeye bağlanıyor Ulil eydiy. Güçlü bir şahsiyet, veya güçlü bir irade. Zaten güçlü bir şahsiyet güçlü bir iradeye bağlı olur. Ve ikincisi de basiret sahibi olmak, yani gönül gözü ile görmek. Eşyanın kabuğunu değil, onu geçip özünü görmek, olayları iyi takdir etmek.

46-) İnna ahlasnahüm Bi halisatin zikred dar;

Doğrusu biz onlarda, gerçek vatanlarını (hakikat boyutunu) hatırda tutarak yaşama sâfiyetini açığa çıkardık. (A.Hulusi)

46 – Çünkü biz onları temiz bir hassa, halîs yurt düşüncesiyle halîslerimizden kılmışızdır. (Elmalı)

İnna ahlasnahüm Bi halisatin zikred dar biz onların şahsiyetlerini arı duru bir tasavvurla saflaştırdık ki ebedi yurdu hep hatırda tutsunlar. Yani onları böyle saflaştırdık. Tıpkı altının potada saflaştırılması, ateş içinde eritilerek saflaştırılması gibi. Madenin cevherinin cürufundan ayrılması gibi. Hamının hasından ayrılması gibi, Veyahut ta demirin çelik yapılması gibi bir ateşe, bir suya sokularak çelikleştirilmesi gibi biz de onları sağlamlaştırdık, saflaştırdık. Yani acı yetiştirir insanı. Adamı dert adam eder. İnsanı hüzünler insan eder, sevinçler değil. Eğer haz ve neşe adamı adam etseydi sulu kule sakinleri ey iyi adam olurdu. Onun için adamı dert yetiştirir. Bir anlık dersin verdiğini bin yıllık haz ve neşe veremez. Veremediği içindir ki ne kadar büyük insan görmüşsek, büyük acılar çektiğini görmüşüzdür. Büyük acılar büyük adamlar demektir. Ama modern hayat acıdan kaç hazza koş sloganının düstur edinildiği bir hayat olduğu için büyük adamın köküne kibrit suyu döken bir hayattır. Bir medeniyetle uygarlıktır aynı zamanda.

47-) Ve innehüm ‘ındeNA leminel Mustafeynel ahyar;

Kesinlikle Onlar bizim indîmizde seçilmiş Mustafalar’dı (süzülüp arındırılmış – saflaştırılmış – sâfiye). (A.Hulusi)

47 – Ve çünkü onlar muhakkak nezdimizde seçilmiş ahyardan. (Elmalı)

Ve innehüm ‘ındeNA leminel Mustafeynel ahyar ve elbet onlar bizim indimizde pek seçkin, hayırda öncü olanlar arasındaydılar.

İlahi yasa bu. Ve leneblüvenneküm Bişey’in minelhavfi velcû’ı ve naksın minel emvâli vel enfüsi vessemerat. (Bakara/155) yemin olsun ki sizi sınayacağız, korku ile sınayacağız, açlıkla sınayacağız ve mallardan eksiltmekle belki açık ve yokluk korkusuyla sınayacağız. Açlığa sabretmek mümkün, fakat açlığın korkusuna değil. Onun için açlıktan bin beterdir açlık korkusu çekmek. Açı doyurursunuz, fakat açlık korkusu çekeni asla doyuramazsınız.

Yine; Ehasiben Nasu en yütrekû en yekulu amenna ve hüm lâ yüftenun. (Ankebut/2) insanlar biz onları sınamadan denemeden ağır acılardan geçirmeden sadece iman ettik demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar.

Em hasibtüm en tedhulül cennete ve lemmâ ye’tiküm meselülleziyne halev min kabliküm* messethümül be’sâu veddarrâu ve zülzilû… (Bakara/214) Yoksa siz, s,izden öncekilerin başına gelenlerin sizinde başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz.

İşte bu ve bunun gibi bir çok ayet ilahi yasayı gösteriyor.

48-) Vezkür İsma’ıyle vElyese’a ve Zelkifl* ve küllün minel ahyar;

İsmail’i, Elyesa’yı ve ZülKifl’i de hatırla! Hepsi de hayırlılardandı. (A.Hulusi)

48 – İsmail’i de, Elyeser de, Zül’kifli de an, hepsi de o ahyardan. (Elmalı)

Vezkür İsma’ıyle vElyese’a ve Zelkifl* ve küllün minel ahyar Yine İsmail, Elyesa ve yükümlülük alan kişiyi de hatırla. Ki onların her biri de hayırda önde giden kişilerdi.

Burada ki zelkifl; Enbiya/65. (Hayır Enbiya/85) ayetinde ayrıntılı olarak ele alınmıştı. İsim değil, sıfattır. Kimi kastediyor sorusu gerçekten de cevabını delilli olarak bulmamış bir sorudur. Ki bu konuda ne peygamberimizden gelen sahih bir rivayet var, ne de sahabeden gelen güvenebileceğimiz bir haber. Bir takım yorumlar var, Ergani de metfun olan, veya Ergani de makamı bulunan Hezekiyel peygamber demişler.  Bu sorumluluk alan kişi sıfatlı Zelkifl. Ya da Hz. Eyyub’un oğlu Şam’lılara tebliğ için gönderilmiş olan Şeref’tir diyenler olmuş. Bilemiyoruz Allahu alem. Ama bu kolektif bir kişidir diyenlerden daha çok, bu bir kişinin vasfıdır, fakat bu vasfın sahibinin kimliğini Allah bilir.

49-) Hazâ zikr* ve inne lil müttekıyne le hüsne meab;

Bu hatırlatmadır! Muhakkak ki korunmuş olanlar için dönüş yerinin güzeli vardır. (A.Hulusi)

49 – İşte bu bir zikirdir, ve şüphesiz korunan muttakîler için her halde güzel bir istikbal (bir husni meâb) var. (Elmalı)

Hazâ zikrun bu mesaj bir uyarıdır. Yani hikaye ve anı değil, uyarı ve hatırlatma. İbret al. ..fa’tebiru ya ulil’ebsar. (Haşr/2) Ey basiret sahipleri ibret alın. Yani satırlardan satırların aralarına, satırların aralarından satırların arkasına geçin ve satırların arkasında ki maksadı okuyun, sadece satırları okumayın maksadını okuyun o zaman ibret almış olursunuz.

ve inne lil müttekıyne le hüsne meab elbet sorumluluğunun bilincinde olanları en güzel bir menzil beklemektedir.

50-) Cennati Adnin müfettehaten lehümül ebvab;

Kapıları kendilerine açılmış hâlde Adn cennetleridir. (A.Hulusi)

50 – Adin Cennetleri: açılarak kendilerine bütün kapılar. (Elmalı)

Cennati Adnin müfettehaten lehümül ebvab kalıcı güzelliğin üretildiği merkez olan cennetlerin kapıları onlar için ardına kadar açılacak.

Cennei adnin i daha önce de kalıcı güzelliğin üretildiği merkez diye çevirmiştir. Çünkü Adn bir şeyin üretildiği yer, yoğunlaştığı yer, merkezi manasına gelir. Maden de aynı kökten türetilir. Cennet, güzelliğin üretildiği merkez. Onun içindir ki Sahip olduğumuz tüm güzelliklerin aslı oradadır. Bizim elimizdekilerse geçici olan kopyalarıdır. Cennet, saflaşan, kendi potansiyellerinin sınırlarına dayanan, tekamül yolunda son durağa gelen, tekamül etmiş mükemmel insanın kavuştuğu mükemmel güzellik diyarıdır.

[El bilgi; Cennetle ilgili ayrıntılı bilgi için.]

51-) Müttekiiyne fiyha yed’une fiyha Bi fakihetin kesiyretin ve şerab;

Zevkle kurularak, o hâl içinde birçok meyve ve keyiflendirecek içki isterler. (A.Hulusi)

51 – İçlerinde kurularak orada bir çok yemişle bambaşka bir içki isteyecekler. (Elmalı)

Müttekiiyne fiyha yed’une fiyha Bi fakihetin kesiyretin ve şerab orada huzurla, sevgiyle uzanacaklar ve meyvesine varana dek her çeşit lezzetli yiyecek ve içeceği talep edebilecekler, isteyebilecekler.

52-) Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi etrab;

Onların (Esmâ kuvveleriyle kendini – Rabbini tanımış şuurların) indlerinde gözlerini kendilerinden (açığa çıkacaklara) çevirmiş aynı yaşıtlar (bedenler) vardır. (Esmâ hakikatiyle kendini tanımış {Rabbine yakîn elde etmiş} bilinçlerin açığa çıkaracağı mânâları uygulamaya hazır bekleyen yaşıtları {açılım kapasitelerine uygun özellikte} olan cennet bedenleri. A.H.) (A.Hulusi)

52 – Yanlarında da gamzeleri kasan hep bir yaşıt dilberler. (Elmalı)

Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi etrab yanlarında kendilerine denk, gözü dışarıda olmayan eşler olacak. Yani gözü dışarıda olmayan eşler, hep birbirine bakan, asla gözü bir başkasına kaymayan, birbirine muhabbetini hasreden, birbirinde sevgisini bulan, birbirini tatmin eden, birbiri ile mutmain olan eşler. Güzelliğin merkezi idi ya, sevginin üretimi olacak orada eşler, birbirlerinin sevgisini üretecekler.

Etrab; Burada denk, yani ahlaken denk, şeref olarak denk, makam olarak denk. Tabii ki cennetliğin eşi cennetlik olur. Bu manada da denk.

53-) Hazâ ma tu’adune li yevmil hısab;

İşte budur, yaptıklarınızın sonucunu yaşama süreci için size vadolunan! (A.Hulusi)

53 – İşte bu, o hesap günü için size vaad olunan. (Elmalı)

Hazâ ma tu’adune li yevmil hısab işte bu hesap günü için size verilen sözdür.

54-) İnne hazâ le rizkuna malehu min nefad;

Muhakkak ki işte bu bizim yaşam gıdamızdır… Hiç tükenmeyen! (A.Hulusi)

54 – İşte ki bu bizim rızkımız, muhakkak ki ona hiç tükenmek yok. (Elmalı)

İnne hazâ le rizkuna malehu min nefad elbet bizim verdiğimiz bu rızık asla tükenmez riski taşımamaktadır. Maleha min nefad içinde tükenme niteliği ve özelliği bulunmayan rızık. Tükenme niteliği yok. Ne kadar harcarsanız harcayın, ne kadar kullanırsanız kullanın, eskime, yıpranma tükenme özelliği yok, böyledir. Peki bunu aklımız alabilir mi, bunu kavrayabilir miyiz? Kavrayamayız. Çünkü bizim kullandığımız bu dünyada ki her güzellik tükenen güzellik. Tükenmeyen bir güzellik gösterin siz bana bu dünyada..! Aklımız onun için kavrayamaz. Zaten aklın kavramaması da doğal, ne diyordu Kur’an?

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) Orada insanı hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahayyül bile edemez. İfadeye bakın, Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. Hangi göz aydınlığı olacak, hangi göz kamaştırıcı nimetlerin, sürprizlerin daha doğrusu, ma uhfiye lehüm, yani gizli sürpriz, sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahayyül bile edemez, hiç kimse. Demek ki cennet tahayyül bile edilemeyecek kadar güzel, güzelliğin üretildiği merkez. Onun için;

..ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14)  öyle der ya. Allah gibi sana kim haber verebilir. her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibi bir haberi verebilecek bir kaynak var mıdır? Yoktur, onun için yoktur.

55-) Hazâ* ve inne littağıyne le şerre meab;

İşte bu! Muhakkak ki, taşkınlık yapanlar için de dönüş yerinin şerlisi vardır. (A.Hulusi)

55 – Bu böyle, şüphesiz azgınlar için de fena bir istikbal (şer bir meâb) var. (Elmalı)

Hazâ bu da böyledir. ve inne littağıyne le şerre meab ama bir de haddini bilmez azgınlar var ki, onları da en kötü bir menzil beklemektedir. Yani haddini bilenlere en güzel menzil, haddini bilmeyenleri de en kötü menzil,

56-) Cehennem* yaslevneha* fe bi’sel mihad;

Cehennemdir ki ona yaslanırlar! Ne kötü bir yaşam ortamıdır o! (A.Hulusi)

56 – Cehennem, ona yaslanacaklar, fakat o ne çirkin döşek. (Elmalı)

Cehennem cehennem. O menzil Cehennemdir. yaslevneha* fe bi’sel mihad onlarda ona yaslanacak. Yukarıdaki müttekinin zıddıdır bu. Hani cennette uzanacaklar, cehennemde yaslanacaklar, ama o ne berbat bir döşektir. Yani öyle kuş tüyü damat döşeği değil. Seriyr birazda bu manaya gelir. Ama cehennemde ki değil tabii.

57-) Hazâ fel yezûkuhu hamiymun ve ğassâk;

İşte bu! Tatsınlar onu! Kaynar su (yakıcı benlik fikirleri) ve irindir (bedensellik kabulünün getirisi fiillerin yaşatacağı olaylar)! (A.Hulusi)

57 – İşte, artık tatsınlar onu bir hamîm ve bir ğassâk. (Elmalı)

Hazâ bu da böyledir, yani bu da gerçektir, bu da böyle olacaktır. fel yezûkuhu hamiymun ve ğassâk o halde bırak ta yürek yakıcı ve iç karartıcı bir azabı sonuna kadar tatsınlar.

58-) Ve aharu min şeklihi ezvac;

Aynı şekilde diğerleri, eşleriyle (hem bilinç – benlik hem de uygun beden) ! (A.Hulusi)

58 – Ve o şekilden bir diğeri: çifte çifte. (Elmalı)

Ve aharu min şeklihi ezvac ve aynı türden onunla eş değer daha başka azapları da tatsınlar. Cehennem; Cennetin mutlak karşıtı. Ceza yoksa ödülün de kıymeti yok. Onun için cehennemden söz edilen yerde mutlaka cennetin olması, cennet gibi bir ödülden söz edilen yerde de cehennemin olması eşyanın tabiatı icabıdır. Varlığın yasası gereğidir.

59-) Hazâ fevcün muktehımun meaküm* lâ merhaben Bihim* innehüm salün nar;

İşte bu sizinle beraber (cehenneme) katlanan bir grup… (Suça yönlendirenleri der ki): “Onlara ‘Merhaba = rahat olma temennisi’ geçersizdir… Muhakkak ki onlar yanmaya maruz kalanlardır.” (A.Hulusi)

59 – Şu: bir alay: maıyyetinizde göğüs germiş; onlara merhaba yok, çünkü onlar Cehenneme salınıyorlar.

Hazâ fevcün muktehımun meaküm küfür rehberlerine denilecek ki; İşte şu güruh körü körüne arkanıza takılan yandaşlarınızdır. lâ merhaben Bihim* innehüm salün nar berikiler diyecek ki; rahat yüzü görmesin onlar. Elbet onların da ateşe girmesi gerek. Yani bizi takip ettiler, hani biz suçluyuz da onlar suçlu değil mi, onlarda belalarını bulsun, onlarda ateşe girsin. Madem bizi takip ettiler.

60-) Kalu bel entüm lâ merhaben Biküm* entüm kaddemtümuhu lena* fe bi’sel karar;

(O önderlere uyanlar ise): “Hayır, asıl size ‘Merhaba = rahat olmak’ yoktur… Onu (cehennemi) bize siz önerdiniz! Ne kötü bir karargâhtır bu!” dediler. (A.Hulusi)

60 – Hayır derler size merhaba yok, onu bize siz takdim ettiniz, bakın ne fena yatak. (Elmalı)

Kalu bel entüm lâ merhaben Biküm* entüm kaddemtümuhu lena* fe bi’sel karar körü körüne izleyenler ise onlara şöyle cevap verecekler, hayır sorumlu sizsiniz, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu başımıza siz sardınız ve gele gele en berbat bir yeri buldunuz diyecekler. Yani kılavuzu karga olanın konacağı mezbeleliktir. İşte gele gele buraya geldiniz, bizi de peşinizden buraya getirdiniz. Diyecekler. Birbiriyle polemiğe girişiyorlar.

61-) Kalu Rabbena men kaddeme lena hazâ fezidhü azâben dı’fen fiyn nar;

Dediler ki: “Rabbimiz! Bunu bize kim önermişse, onun yanma azabını bir kat daha arttır.” (A.Hulusi)

61 – Ya Rabbenâ derler: bize bunu takdim edene ateşte azâbı hemen kat kat artır. (Elmalı)

Kalu Rabbena men kaddeme lena hazâ fezidhü azâben dı’fen fiyn nar şöyle yalvaracaklar; Rabbimiz bunu başımıza kim sardıysa onun ateş içinde ki azabını kat kat artır.

62-) Ve kalu ma lena lâ nera ricalen künna ne’uddühüm minel eşrar;

Dediler ki: “Biz niye, kendilerini şerrliler kabul ettiğimiz ricali (burada) görmüyoruz?” (A.Hulusi)

62 – Bir de derler ki: neye görmüyoruz biz o eşrardan saydığımız bir takım adamları. (Elmalı)

Ve kalu ma lena lâ nera ricalen künna ne’uddühüm minel eşrar bir de diyecekler ki ne oldu da bir zamanlar kendilerini yaramaz adam saydıklarımızdan hiç birini burada göremez olduk. Ters bakış bu değil mi. İyi kötü, kötü iyi görünüyor. Eğer yamuk bakarsa Allah’a makbul olanı merdut olarak görüyor. Allah’a merdut olanı, Allah’ın reddettiğini de makbul olarak görüyor. Yamuk bakış. Onun için şimdi cehennemde bizim dünyada kötü gördüğümüz kimseler olmalıydı, onlardan hiç kimse burada yok diyecek. Ne oldular? Nereye gittiler?

63-) Ettehaznahüm sıhriyyen em zâğat anhümül ebsar;

“Biz onları alaya alırdık… Yoksa gözlerimiz onları göremiyor mu ortalarda?” (A.Hulusi)

63 – Onları eğlence yerine tuttuktu ha! yoksa onlardan kaydı mı bu gözler? (Elmalı)

Ettehaznahüm sıhriyyen bir de onları alaya almıştık değil mi em zâğat anhümül ebsar yoksa buradalar da gözümüzden mi kayboluyorlar. Yani saklanıyorlar, ya da biz mi göremiyoruz.

64-) İnne zâlike le hakkun tehasumü ehlin nar;

Muhakkak ki o gerçekleşecektir… Yanacakların karşılıklı tartışması! (A.Hulusi)

64 – Şüphesiz ki bu haktır muhakkak olacaktır ehli nârın birbirine husûmeti. (Elmalı)

İnne zâlike le hakkun tehasumü ehlin nar elbet ateş ehlinin birbiriyle çekişmesi işte böylesine gerçek olacak, gerçekleşecek. Ki zaten Kur’an ın bir çok yerinde cehennemliklerin birbiriyle takışması, atışması diyalogu ya da aslında polemiği ele alınır ve buna yakın bir biçimde nakledilir.

65-) Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr;

De ki: “Kesinlikle ben bir uyarıcıyım! Tanrı yoktur tanrılık kavramı geçersizdir; sadece Vâhid, Kahhâr Allâh…” (A.Hulusi)

65 – De ki ben ancak korkuyu haber veren bir Peygamberim, başka bir tanrı da yok ancak Allah: o vahidi kahhar. (Elmalı)

Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr ey peygamber de ki; ben sadece bir uyarıcıyım. Mutlak otorite olan tek Allah’tan başka ilah yoktur.

66-) Rabbüs Semavati vel Ardı ve ma beynehümel ‘Aziyzul Ğaffar;

“Semâların, arzın ve ikisi arasında olanların Aziyz (gücüne – hükmüne karşı konulmaz), Ğaffar olan Rabbidir.” (A.Hulusi)

66 – O Göklerin, Yerin ve aralarındakilerin rabbi azîz, gaffar var. (Elmalı)

Rabbüs Semavati vel Ardı ve ma beynehümel ‘Aziyzul Ğaffar göklerin yerin ve o ikisi arasındakilerin rabbi, mutlak yücelik, sonsuz bağış sahibi olan Allah.

67-) Kul HUve nebeün ‘azıym;

De ki: “HÛ (gerçeği), Aziym bir haberdir!” (Bu haberin mânâsını ve değerini kavrayabilseniz!) (A.Hulusi)

67 – De ki bu bir azîm haberdir. (Elmalı)

Kul HUve nebeün ‘azıym yine de ki bu muazzam bir haberdir. Bu vahiy, vahyin içerisinde ki bu ayetler, bu sureler, bu kıssalar ve ahirette ki bu haberler gerçekten muazzam bir haberdir. Yani eğer bir manşetin arkasındaysanız, bir manşet okumak istiyorsanız, bu manşeti okuyun. Bu muazzam bir haber. Şok haber.

68-) Entüm ‘anhü mu’ridun;

“Siz ise ondan (o büyük haberin bildirdiği fevkalâde önemli hakikatin size kazandıracağından) yüz çeviriyorsunuz!” (A.Hulusi)

68 – Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. (Elmalı)

Entüm ‘anhü mu’ridun siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz. Yani Allah haber veriyor, hem de sizi ilgilendiren bir haberi manşete çekiyor, siz ise gerçeği görmezden geliyorsunuz.

69-) Ma kâne liye min ‘ılmin Bil Meleil A’la iz yahtesımun;

“Mele-i Âlâ’daki tartışma hakkında ilme sahip değilim.” (A.Hulusi)

69 – Benim melei a’lâya ne ilmim olurdu onlar münakaşa ederlerken? (Elmalı)

Ma kâne liye min ‘ılmin Bil Meleil A’la iz yahtesımun de ki; insanın yaratılışını tartıştıkları zaman yüce toplulukta olup bitenler hakkında bir bilgiye ben sahip değilim. Yani burada yeni kıssaya, Adem ve İblis kıssasına sözü getirirken yukarıda kine nasıl vakıf değilsen, cehennemliklerin kendi aralarında ki konuşmaya, ben meleklerle Allah arasında Adem yaratılırken ki tartışmaya da vakıf değilim. Dolayısıyla onu da Allah’tan alıp size aktardım, bunu da vahiy olarak size aktarıyorum.

Cehennemliklerin tartışmasını da melei alanın sakinlerinin tartışmasını da ancak bir tek kaynaktan öğreniriz Allah’tan. Burada;  Ve iz kale Rabbüke lilmelâiketi inniy ca’ilün fiyl’Ardı hâliyfeh (Bakara/30) ile başlayan o süreç ele alınacak.

Hani rabbin meleklere Ben yeryüzünde bir halife, bir ardıl yaratacağım demişti. Meleklerde demişlerdi ki; Ya rabbi sen yer yüzünde kan dökecek, yer yüzünde bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın? ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleK oysa ki biz seni yüceltiyoruz, anıyoruz, zikrediyoruz, tesbih ediyoruz. Yani eğer buysa mesele biz bunu yapıyoruz. İşte meleklerin açtığı bu tartışmaya da ben şahit değildim. Ne olup ne bittiğini bilmedim.

Surenin ana fikri hakta direnip Adem olmak, ya da hatada direnip iblis olmak. Davud örneği hatayı itiraf idi, iblis örneği de hata da ısrar. Şimdi ona getirdi sözü Kur’an.

70-) İn yuha ileyye illâ ennema ene neziyrun mubiyn;

“Bana vahyolan yalnızca apaçık bir uyarıcı olduğum!” (A.Hulusi)

70 – Fakat ben açık inzar edecek bir Peygamber olduğum içindir ki o ilmin bana vahy olunuyor. (Elmalı)

İn yuha ileyye illâ ennema ene neziyrun mubiyn ne ki bana sadece apaçık bir uyarıcı olduğum bildirilmektedir.

71-) İz kale Rabbüke lil Melaiketi inniy halikun beşeran min tıyn;

Hani Rabbin Meleklere: “Kesinlikle ben balçıktan (su + mineral) bir beşer yaratacağım” demişti. (A.Hulusi)

71 – Rabbin Melâikeye dediği vakit: haberiniz olsun ben bir çamurdan bir beşer yaratmaktayım. (Elmalı)

İz kale Rabbüke lil Melaiketi inniy halikun beşeran min tıyn hani o zaman rabbin meleklere demişti ki ben balçıktan görünen bir varlık, bir beşer yaratacağım. Topraktan yaratılmak, balçıktan yaratılmak Kur’an da çok farklı ifadelerle geçer. Min salsâlin, min türabin, min hamein mesnûn, min salsâlin kel fehhâr gibi bir çok forma gelir. Hem elementer kökenine insanın atıftır ki, insan elementer olarak topraktandır. Onun içinde toprakta kaç element varsa insan bedeninde de aynı sayıda element vardır.

Hem biyolojik gelişimine atıftır. İnsan yiyip içtikleri ne olursa olsun, ister hayvansal gıdalar, protein olsun, ister bitkisel gıdalar karbon hidratlar olsun yine topraktandır. Yani biyolojik gelişimi de topraktandır. Onun kaynağı da oradandır. Yine embriyolojik gelişimi, insanın anne karnında ki gelişimi de toraktandır. Yani annenin yediği besinlerdendir. Dolayısıyla ne tarafa bakarsanız bakalım insan topraktan gelmiştir.

72-) Feizâ sevveytühu ve nefahtü fiyhi min ruhıy feka’u lehu sacidiyn;

“Onu tesviye edip (beynini oluşturup), o yapının içinden Ruhum’dan (Esmâ mânâlarımdan) nefhettiğimde (açığa çıkardığımda {nefh yani üflemek, içten dışa şeklinde olur daima. A.H.}) Ona secdeye kapanın (hükümranlığını – tasarrufunu kabul edin)!” (A.Hulusi)

72 – Onu tesviye ettim de ruhumdan ona nefheyledim mi derhal ona secdeye kapanın. (Elmalı)

Feizâ sevveytühu ve nefahtü fiyhi min ruhıy feka’u lehu sacidiyn izleyin ne zamanki onu şekillendirir de kendisine ruhumdan üflersem derhal yere kapanıp onun hizmetine amade olun.

Tabii topraktandır da bu toprak hep var, fakat Allah bir kez müdahale ile yarattığı bu insan bu toprak hep var olmasına rağmen tekrar tekrar neden tekrarlamıyor. Yani neden insan insandan doğuyor. İlk olan bir kez daha neden olmuyor. İşte o ilk olanı Ancak Allah ile açıklarsınız dercesine, Allah ile nasıl açıklayacağımızın açılımını yapıyor bu yeni ayet ve diyor ki; Ne zaman onu şekillendirmeyi tamamlar da kendisine ruhumdan üflersem, derhal yere kapanıp onun hizmetine amade olun.

F” takıbiye içindir feka’u daki f. Yani adeta insanın değerinin ve anlamının, Allah’ın ona yüklediği değerle temsil edildiğini söylüyor. Yani rahmani nefesle oluştuğunu söylüyor. Bu Allah’tan bir cüzün insana verilmiş olması anlamına gelmiyor. Siz bir ateşe üflediğiniz zaman sizden ateşe bir şey geçmez. Fakat bu Allah’ın müdahalesiyle insanın yaratıldığı anlamına geliyor. Bu nefes iradeyi, aklı, nutku, konuşmayı, basireti, kalbi, sevgiyi temsil ediyor. Tesniye ise maddi insanı temsil ediyor. Ruhta manevi insanı temsil ediyor. Dolayısıyla insan maddi ve manevi alemin oluştuğu, birleştiği bir varlık olarak sunuluyor.

[Ek bilgi; HZ. ADEM İLE İLK  İNSAN OLAN ADEM AYNI DEĞİL

Bugünkü insan türü olan Homo sapiens sapiens’in ilk ferdi olan ilk insan Adem’in yaratılışı, Doğum tarihi MÖ:3761 veya 3100 olarak belirlenen peygamber Adem’den çok çok öncelere gitmektedir. Homo sapiens sapiens tarih sahnesine ilk defa 100.000 veya 200.000 yıl önce doğu Afrika, Ortadoğu ve Asya da çıkmıştır. Daha sonra bazı kolları buralardan sıra ile Batı Afrikaya (100.000 – 50.000 yıl önce) Orta ve doğu Avrupaya, (50.000 – 40.000 yıl önce) daha sonra batı Avrupa, güney ve orta Amerika ile Okyanusya’ya (40.000 – 35.000) yıl önce ve son olarak Kuzey Amerika’ya (20.000 – 15.000 yıl önce) göç etmişler, veya orada yaratılmışlardır.

Tekrar etmek gerekirse İlk insan Adem’in ve ilk ademoğullarının dünyada ki  biyolojik yaratılışları en azından 100.000 seneden fazladır. O zaman MÖ.3.761 veya 3.100 yılında yaratılmış olan peygamber Adem, ilk insan Adem olamaz. İlk insan ve ilk peygamber, Adem ile Peygamber Adem bu iki insan arasında geçen zaman diliminde dünyanın çeşitli yerlerindeki başka kavimlere de pek çok peygamberler gönderilmiş olması gerekir.

 *********************************************************

Eldeki mevcut bilgiler dini taassuptan arındırılarak akıl ve mantığın süzgecinden geçirildiğinde iki farklı Adem’den söz edildiği açıkça anlaşılmaktadır.  Bu bölümde peygamber Adem hakkında görüşlerimizi ortaya koymaya çalışacağız.

Peygamber Adem’in doğumunu zaman ve mekan koordinatlarına yerleştirdiğimizde onun MÖ.3.100 – 3.000 yıllarında Sümer ülkesinde yaşamış bir Sümerli olduğu anlaşılır. Krallar listesinde isminin yer alması Kutsal kitaplarda ve inanç sisteminde peygamber olarak bilinmesi, onun Sümer ülkesinde hem siyasi, hem dini bir lider olduğunu ortaya koyar.

MÖ. 3.100 – 2.900 yılları Mezopotamya’da Ubaid ve Uruk dönemlerinden sonraya rastlayan ve Jemdet Nasr denilen yeni ve parlak bir dönemin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Yazının ve okuma yazmanın gelişmeye başlaması da bu dönemde olmuştur. 

(Prof. Dr. Mümin Köksoy- Yer bilimlerinin katkısıyla NUH TUFANI VE SÜMERLERİN KÖKENİ s/42 * s/188-189)

“İNSANSI”LAR ve “İNSAN”LAR

O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü “insan”a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; “homo-saphien” olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı… Ki biz bunlara “insansı” demekteyiz…

Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.

Elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan “CİN“ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı…

Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, “Halife” olacak “insan”ı, o an’a kadar yaşam süregelmekte olan “insansı”lar gibi değerlendirerek; yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık zannetmişlerdi!

Oysa, “Âdem” ismiyle işaret edilen “şekillenmiş çamur” yani “hücresel beden” sahibi varlığa, yani “insansı”ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allâh, “ruhundan üfle”miş; böylece o, bir “mutasyon” geçirmişti! Bundan sonra da “insansı”lar arasında ilk “insan” olmuştu Hz. Âdem!…… Devamı için.. ]

73-) Fesecedel Melaiketü küllühüm ecme’un;

O Meleklerin hepsi, toptan secde ettiler. (A.Hulusi)

73 – Onun üzerine Melâikenin hepsi toptan secde ettiler. (Elmalı)

Fesecedel Melaiketü küllühüm ecme’un bunun üzerine bütün melekler yere kapandılar.

74-) İlla ibliys* istekbere ve kâne minel kâfiriyn;

İblis müstesna; (bilincine dayanarak) benlik tasladı ve hakikat bilgisini inkâr edenlerden (karşısındakinin hakikatini göremeyenlerden) oldu. (A.Hulusi)

74 – Yalnız İblîs kibirlenmek istedi ve kâfirlerden oldu. (Elmalı)

İlla ibliys İblis hariç. istekbere ve kâne minel kâfiriyn o büyüklük tasladı ve hakkı inkar edenlerden oldu.

İblis; umutsuz vaka anlamına gelir. Yani müblisiyn umutsuzlar manasına kullanılır Kur’an da da. Umutsuzluk insanı iblisleştirir. Burada bu söyleniyor. Küfür; Burada ki küfür nankörlük anlamına gelir ki Taberi’de bunu tercih etmiş. İblis Allah’ın varlığını inkar etmedi. Hemen aşağıda 80. ayette Allah’ın izzeti üzerine yemin edecek. Ama nankörlük etti. Demek ki Allah’ın varlığını inkar edenler iblisten daha da fazla iblisleşen insan türüne giriyor.

75-) Kale ya ibliysü ma meneake en tescüde lima halaktü Bi yedeyye, estekberte em künte minel âliyn;

Buyurdu: “Ey İblis (ikileme düşen)! İki Elim (ilim ve kudret) ile yarattığıma secde etmene ne mâni oldu? Benliğin mi engel oldu, yoksa Alûn’dan (Âdem’e secdesi söz konusu olmayan yüce kuvvelerden {meleklerden}) mi olduğunu sandın?” (A.Hulusi)

75 – Ey İblîs! buyurdu: o benim iki elimle yarattığıma secde etmene ne mani’ oldu sana? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa âlîlerden mi bulunuyorsun? (Elmalı)

Kale ya ibliysü ma meneake en tescüde lima halaktü Bi yedeyy Allah; ey iblis dedi ellerimle yarattığım beşerin önünde seni yere kapanmaktan, onun emrine amade olmaktan alıkoyan şey nedir? Bi yedeyye; iki elimle manasına gelir literal olarak lafzen fakat burada simgesel bir anlamı var bunun; insanın şeref ve itibarına bir atıftır bu. İnsan Allah’ın şah eseridir. Yani başka şeyleri vesile kılarak değil, insanın insan vasfı olan ruhu bizzat ben müdahale ettim. Yani insanı insan kılan şey, insanı hayvandan ayıran şey can değil ruhtur. Dolayısıyla orada ilahi müdahale gerçekleşmiştir. Onu söylüyor asıl.

 estekberte em künte minel âliyn başta bir hemze istifhamiyye var dil kaidelerince e estekberte idi aslında. Başkasına boyun eğmeyecek kadar kibirli misin? Yoksa kendini herkesten üstün görenlerden misin. Veyahut ta herkesin üzerinde bir makama sahip olanlardan mısın. Ki İbn. Arabi böyle bir mana vermiş el ‘aliyn’e. Adem’e secde etmekle emr olunan melekler yer yüzü melekleriydi diyen başka otoriteler de var Razi gibi. Yani El ‘aliym de denilen yüce göğün melekleri Adem’e secde ile  emr olunan melekler değildi. Yani bu emrin dışındaydılar.

Dolayısıyla İblis’e sen onların içinde değildin, onlara ait değil, yere aitsin. Peki niye kendini onlardan sayıyorsun manasına da alan yorumcular olmuş. Burada ki secdeyi biz bununla da birlikte düşündüğümüzde; eşyanın içinde ki güçlerin, eşyanın içinde ki ilahi emri alan alıcı gücün insan oğlunun emrine verilmesi. Yani sen insanoğlunun emrine, hizmetine amade ol denilmesi anlamına bir simge olduğunu, sembol olduğunu da söyleyebiliriz.

76-) Kale ene hayrun minh* halakteniy min narin ve halaktehu min tıyn;

(İblis) dedi ki: “Ben daha hayırlıyım ondan; beni ateşten (radyasyon – yakan dalgalar {aynı nâr = ateş kelimesi cehennemde yakan olarak da kullanılmakta. A.H.}) halk ettin, onu tıynden (hücresel bedenli – maddeden) halk ettin” dedi. (A.Hulusi)

76 – Dedi ki ben ondan hayırlıyım beni bir ateşten yarattın, onu ise bir çamurdan yarattın. (Elmalı)

Kale ene hayrun minhum İblis dedi ki ben ondan üstünüm halakteniy min narin ve halaktehu min tıyn zira beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Burada ilkel materyalizm görüyoruz. Yine ilkel bir ırkçılık görüyoruz. İlk ırkçı şeytan. Çünkü dahli olmadığı bir şeyle övünüyor. Şöyle br akıl yürütüyor ben ateşten yaratıldım o topraktan. Ateş topraktan üstündür o zaman ben ondan üstünüm. Oysa yaratılışında kendisinin müdahalesi yoktu ki. Kişi kendisinin müdahalesi olmayan bir şeyle övünüyorsa ahmakça bir şey bu. Bir şeyle övünecekseniz kendi ellerinizle müdahil olduğunuz, yani hak ettiğiniz, çaba göstererek kazandığınız bir şeyle övünün. Onun içinde Kur’an;

inne ekremeküm ındAllahi etkaküm. (Hucurat/13) sizin en üstününüz Allah’a karşı sorumluluğunuzun en çok bilincinde olandır buyrulur.

77-) Kale fahruc minha feinneke raciym;

(Allâh) buyurdu: “Çık oradan; çünkü sen racîmsin (hakikatinden uzak düşmüşsün)!” (A.Hulusi)

77 – Buyurdu ki: hemen çık oradan çünkü artık sen matrut (racîm) sin. (Elmalı)

Kale fahruc minha feinneke raciym Allah, öyleyse çık git bu yüce makamdan dedi. Çık git, in. Yani buradaki çık; makamdan çıkış, çünkü sen aşağılandın.

[Ek bilgi; “Şu ayet-i celileden anlaşıldığı veçhile evvelce şeytan ubudiyet noktasında devam etmişken hasedi ve kibri sebebiyle emr-i İlâhiye ret ve itiraz tarikiyle muhalefet ettiğinden güzel suratı çirkin bir surata ‘tebeddülle cismi nûrânîsi zulmânîye inkılap etmiştir. Çün­kü; ibadetle hasıl olan nuraniyetin ma’siyetle zulümâta tahavvül edeceği şüphesizdir.

İşte şu esasa binaendir ki biraz zaman ibadetle meşgul olan insan yoldan çıkarak salâh-ı halini fesada değişince güzel simasının çirkin bir simaya tebeddül ettiği her zaman görül­mektedir. Binaenaleyh itibar; hatimeyedir.

Şu halde insan için lâ­zım olan Cenabı Hak’tan tevfik istemek ve hüsn-ü hatime tamaen-niyatımda bulunmaktır. Zira; her işte hüsn-ü hatime olmazsa emek­lerin boşa gideceği şüphesizdir.” (Konyalı Mehmet Vehbi/ Büyük Kur’an tefsiri)]

78-) Ve inne aleyke la’netİY ila yevmid diyn;

“Muhakkak ki, hüküm sürecine kadar lânetim (benden uzaklık) senin üstündedir!” (A.Hulusi)

78 – Ve her halde üzerindedir lânetim ceza gününe kadar. (Elmalı)

Ve inne aleyke la’netİY ila yevmid diyn ve unutma ki hesap gününe kadar lanetim senin üzerine olacaktır.

79-) Kale Rabbi feenzırniy ila yevmi yüb’asûn;

(İblis) dedi ki: “Rabbim! (İnsanların ölümle) bâ’s olacakları zamana kadar bana mühlet ver (kuvvelerimi kullanabileyim onlara karşı).” (A.Hulusi)

79 – Dedi: ya rab! o halde ba’s olunacakları güne kadar beni geri bırak. (Elmalı)

Kale Rabbi feenzırniy ila yevmi yüb’asûn İblis; Rabbim dedi, madem öyle bana tekrar diriliş gününe kadar süre tanı.

80-) Kale feinneke minel munzariyn;

(Allâh) buyurdu: “Muhakkak ki sen süre tanınanlardansın!” (A.Hulusi)

80 – Haydi buyurdu: geri bırakılanlardansın. (Elmalı)

Kale feinneke minel munzariyn Allah dedi ki; Peki sen artık süre tanınanlardan birisin.

81-) İla yevmil vaktil ma’lum;

“Bilinen sürece kadar!” (A.Hulusi)

81 – Malûm vakit gününe kadar. (Elmalı)

İla yevmil vaktil ma’lum tabii ki sadece bilinen zaman dolup günü gelinceye kadar.

82-) Kale feBi ızzetiKE le uğviyennehüm ecme’ıyn;

(İblis) dedi ki: “İzzetine (karşı konulmaz gücüne) yemin ederim ki, onların hepsini şaşırtıp (kendilerini beden kabul ettirerek, bedenin zevkleri peşinde koşturarak; hakikatlerini oluşturan ruhun konusundan) saptıracağım.” (A.Hulusi)

82 – Öyle ise dedi: izzetine kasem ederim ki ben onların hepsini mutlak iğva eder sapıtırım. (Elmalı)

Kale feBi ızzetiKE le uğviyennehüm ecme’ıyn İblis bunun üzerine dede ki; Senin izzetine yemin olsun ki onların tümünü yoldan çıkaracağım.

83-) İlla ‘ıbadeKE minhümül muhlesıyn;

“Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş (hakikatlerini yaşattığın) kulların müstesna.” (A.Hulusi)

83 – Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesnâ. (Elmalı)

İlla ‘ıbadeKE minhümül muhlesıyn bunun tek istisnası onlar arasında ki imanını saf tutma çabasını desteklediğin kulların olacak. Vehimle, vesveseyle ayartacağım. Güçlü iradeliler hariç.

84-) Kale fel Hakku, vel Hakka ekul;

(Allâh) buyurdu: “Hakk’ı söyledin (ihlâslı kullarım konusunda); ben de gerçeği bildireyim:” (A.Hulusi)

84 – Buyurdu ki o doğru ve ben hep doğruyu söylerim. (Elmalı)

Kale fel Hakku, vel Hakka ekul Allah şöyle buyurdu; İşte gerçek budur ve ben de bu gerçeği söylüyorum.

85-) Leemle enne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhüm ecme’ıyn;

“Andolsun ki cehennemi senden (olanlarla) ve onlardan sana tâbi olanlarla toptan dolduracağım.” (A.Hulusi)

85 – Celâlim hakkı için Cehennemi mutlak dolduracağım senden ve onların sana tabi’ olanlarından topunuzdan tıka basa. (Elmalı)

Leemle enne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhüm ecme’ıyn and olsun ki cehennemi senin gibilerle ve sana uyanların tümüyle dolduracağım.

86-) Kul ma es’elüküm aleyhi min ecrin ve ma ene minel mütekellifiyn;

De ki: “Bildirdiklerim için sizden karşılık istemiyorum ve ben size asılsız iddialarla da gelmedim.” (A.Hulusi)

86 – De ki: bir ecir istemiyorum sizden ona karşı ve ben o tekellüfçülerden değilim. (Elmalı)

Kul ma es’elüküm aleyhi min ecrin ve ma ene minel mütekellifiyn ey peygamber sende de ki; ben bu mesajı iletmemden dolayı sizden hiçbir karşılık istemiyorum. Ben kendisine zorla sorumluluk altına sokan biri de değilim. Yani tekellüf sahibi de değilim.

87-) İn huve illâ zikrun lil alemiyn;

“O, âlemler (insanlar) için bir hatırlatmadan başka değildir.” (A.Hulusi)

87 – O sırf bir zikir, bir öğüttür bütün âlemîn için. (Elmalı)

İn huve illâ zikrun lil alemiyn ne ki bu vahiy bütün alemler için sadece bir uyarıdır.

88-) Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn;

“Onun ne olduğunu bir süre sonra (ölüm anında) elbette anlayacaksınız!”(A.Hulusi)

88 – Ve her halde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz(Elmalı)

Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn ama O’nun verdiği haberin gerçek olduğunu bir zaman sonra nasıl olsa mutlaka öğreneceksiniz. Fakat iş işten geçmiş olacak. Hani ve late hıyne menas diyordu ya girişte, biz vahyin hakikatine iş işten geçmeden pazarlıksız iman eden kimselerden kılmasını rabbimizden niyaz ediyoruz. Ölünce ne olacaksın sorusunu kendimize soruyor, iblis gibi umutsuz bir vaka olmak yerine Adem gibi hatada ısrar etmeyip adam olacağız demek istiyoruz.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Nisan 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın