RSS

Tefsir Dersleri FETİH SURESİ (01-14) (161)

16 Ağu

5

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Fetih suresi. Gerçekten de adına layık bir sure. Fetih tasavvurumuzu inşa eden bir sure. Kur’an a göre fetih nedir, bunun içini dolduran bir sure.

Fetih yürek fethidir, fetih gönüllerin önünü açmaktır, fetih kalplerin kapısını açmaktır, fetih iman ile insan arasında ki engelleri açmaktır. Fetih, tohum ile toprağın buluşması gibi, rüzgârla yaprağın buluşması gibi. Kökle saçakla suyun buluşması gibi imanla insanın buluşmasıdır diyen bir sure.

Sure Mushaf sıralamasında 48. sırada yer alır. Adını yüreklere giden yolun açılması anlamına gelen fetih adını, ilk ayetinden alır. İnsan ile İslam arasında ki engellerin kaldırılması, kalplerin kapılarının açılması, insana imanın ulaşması anlamını taşır. Buhari’de ki bir rivayetten surenin daha ilk nesil zamanında, hatta Hz. Peygamber hayatta iken bu isimle anıldığını öğreniyoruz.

  

İniş zamanını tespit kolay, çünkü sure bize bastığı yeri haber veren bir sure. Yani bağlamıyla ilgili bir çok doneler sunan bir sure. Vahiy ayakları yerde, başı gökte ilahi bir hitaptır diye hep tarif ederiz. Bu surenin ayaklarının zaman içinde, tarih içinde nerde durduğunu kesin tespit edebiliyoruz. Bir bütün halinde nazil olduğu içinde konu bütünselliğine sahip olduğunu biliyoruz.

İbn Abbas tertibinde sure nüzul sıralamasında 91. sırada yer alır. Ki bu tertibe göre Mümtehıne suresi ile Nisa suresi arasında.

Yine Hz. Osman tertibine göre ise, ki bu farklı bir tertip farklı bir iniş sıralaması, 111. sırada yer alır.  Cuma suresi ile Maide suresi arasında.

Surenin konusu Hudeybiye barış antlaşması çerçevesinde şekillenen gerçekten tüm muhataplara, tüm zamanlarda geçerli olan ilkeler manzumesi veren bir konudur. Sureyi iyi anlamak için surenin dış bağlamını, indiği şartları, nüzul ortamını şöyle özet halinde hatırlatmam gerekecek. Buyurun hep beraber vahyin indiği çağa, indiği ortama, indiği topraklara gidelim ve böyle bir sure, böyle bir müjde, böyle bir göz aydınlığı, böyle bir yüz aydınlığı, böyle bir gönül ferahlığı rabbimiz tarafından bir gök sofrası olarak insanlığın önüne hangi şartlarda, hangi ortamın bir gereği olarak indi onu görelim.

Hendek, Mekke müşrik devletinin Medine İslam devletine karşı yaptığı son büyük saldırı idi. Hendek’te tüm güçlerini ortaya koymuşlardı müşrikler. Sadece Mekke’liler değil, onların müttefikleri de yer almıştı Hendek’te. Bölgede ne kadar muhalif var, en büyük ittifakı gerçekleştirerek İslam’ı öz vatanında boğmak için çepeçevre kuşatmışlardı. Fakat Allah’ın yardımı dinine desteği sayesinde Hendek’ten hiçbir şey elde edemeden gerisin geri döndüler. Rüsva bir halde döndüler.

Onlar dönerken bir sabah kalktığında mü’minler ağaran ufka doğru baktıklarında müşriklerin ordugahında sanki bir harp olmuş gibi gece esen kasırga onların çadırlarını yerle bir etmiş, develerinin yüklerini savurmuş, hatta kazanlarını sağa sola fırlatmış bir halde, sanki savaştan yenik ayrılmış bir ordunun geriye bıraktığı yangın yeri seyreder gibi seyretmiş ve arkasından gerçekten de Resulallah’ın stratejik dehasını da gösteren şu sözü söylemişti.

– Artık sıra sizde..! Yani onlar bitti, son güçlerini kulandırlar. Artık zirveyi inişe geçtiler, artık sıra bizde. Demişti.

İşte bunun ardından yaklaşık iki yıl sonra, ki hicretten 6 yıl sonraya tekabül ediyor. Efendimiz ve muhacirler 6 yıllık bir vatan hasretiyle yanıp kavrulmuş, özellikle aşığı oldukları Kâbe’nin hasreti rüyalarına kadar girer olmuştu.

İşte bu özlem bir gün Resulallah’a bir rüya gördürdü. Rüyasında ihramlı bir biçimde, ardında mü’minler olduğu halde Kâbe’ye girdiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştü. Rüyasını gerçekleştirmek için, bu rüyanın kendisine bir işaret olduğu açıktı. Bu rüyayı gerçekleştirmek için etrafa bir davetiye gönderdi. Tüm bedevi müttefiklere, civarda ki Arap kabilelerde dahil tüm müttefiklere böyle bir yolculuğu olacağını, bu küçük hac yolculuğuna katılmak isteyenlerin kafileye gelmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi.

Fakat civarda ki bedevi Arap kabileleri bu çağrıya icabet etmediler. Korktular. Dahası, böyle bir halde böyle silahsız bir halde, böylesine yalın kılıç bir halde, böyle bir zamanda Resulallah ve arkasında gidenlerin bir daha geri dönmeyeceğini düşündüler. Mekke’lilerin onları kırıp geçireceğini, yol edeceklerini düşündüler. Surenin 11. ayeti onların gizledikleri bu düşüncelerini mucizevi bir biçimde ele veriyor.

 

Gelen insanlar tamamı Medine’de ki müminlerden, hemen hemen çoğunluğu, tamamına yakını da muhacirlerden oluşan 1400 – 1500 kişi idi. Bu iki rakam arasında ki farkın çocuk denecek yaşta ki gençlerden oluştuğunu düşünüyorum şahsen. Yani 1400 savaşabilecek insan vardı, bunların 100 tanesi savaşamayacak derecede küçük hacca, küçük hacca, ya da umreye gelmek için yola çıkmış gençlerdi.

Hicretin 6. yılının zilkade ayının başında, miladi takvimle 628 tarihinin mart ayına tesadüf ediyor. Kafile yola çıktı. Kafile silahsızdı, çünkü küçük hac için çıkmışlardı. Yanlarına kurbanlarını da almışlardı. Hacca gitmek, savaşa gitmek değildi. Onun içinde bir kılıçtan başka hiçbir şey almamışlardı. Bunun 1. nedeni yola çıkış aylarının haram aylarından biri olmasıydı. Bu ayda Arap geleneğine göre zilkade ayında hiç kimse, hiç kimseye savaş açmaz, babasının düşmanı da olsa onun kılına dokunamazdı. Araplar bu geleneklerine çok sadık idiler. Dolayıysa Mekke müşriklerinin de bu kadiym geleneği çiğnemeyeceklerini, Resulallah’a ve arkasından umre için gelen mü’minlere dokunmayacaklarını düşünmüşlerdi. Onun içinde sade bir kılıçla geleneğe uygun olarak, onun dışında ne bir zırh, ne bir kalkan, ne bir miğfer, ne bir kargı ve ne de bir başka teçhizat almaksınız yola çıktılar.

Hepsi beyaz güvercinler gibi ihramlıydılar. Yanlarında kurbanlarını da getirmişlerdi. Özlemleri dağlar gibiydi. Mekke’yi çok özlemiştiler. Hatta Bilal ağlayarak Mecennenin suyu üzerine şiirler söylüyor, Mekke’yi ne kadar özlediğini, ne kadar büyük bir hasretle görmek istediğini dile getiriyordu. Dinleyenleri ağlatıyordu.

Bu özlemle yola çıktılar. Resulallah’ın rüyası onlar için gerçekleşmiş bir hakikat gibiydi. Dolayısıyla Kâbe’yi göreceklerini, ziyaret edeceklerini, hac edeceklerini, tavaf edeceklerini, hasret gidereceklerini düşünerek yola çıkmışlardı.

 

[Ek bilgi: MEKKE YOLUNDA

Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe’de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah’a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.

Hz. Peygamber’in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkül durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe’yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi’lka’de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi.

Kureyşliler: “Eğer biz Medine’nin bu topluluğuna saldırarak Mekke’ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan’da kıyamet kopacak; her Arab “Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır” diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe’yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek,” diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe’yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar.

Buna karşılık Muhammed (s.a) ‘in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed’den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.

(Tefhimu’l Kur’an – Ebu’l alâ Mevdudi)]

 

Mekke’liler Müslümanların izin talebini beklenilenin tersine reddettiler. Bu barış ayında, savaşın haram olduğu kendi geleneklerine göre yasak olduğu bu ayda hac için, umre için, ziyaret için Kâbe’ye gelenlerin asla engellenmediği ve engellendiğinin görünmediği böylesi bir ayda geleneklerine aykırı davranarak Müslümanların kafilesini Mekke’ye sokmak istemediler.

Hz. Peygamber niçin geldiklerini izah için Hz. Osman’ı Mekkelilere yolladı. Osman Bin Affan Mekke’nin soylu kabilelerinden birinin çocuğuydu, ona dokunamazlardı. Bu düşünceyle Resulallah Hz. Osman’ı yollamıştı. Fakat Hz. Osman gittikten sonra kafilenin konak yerine gelen haber hiçte iyi değildi. Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelmişti, şehit edildiği haberi gelmişti. Bu Resulallah’ta ve etrafında ki mü’minler de öylesine büyük bir hüzne yol açtı ki, gerçekten de tarifi imkansızdı.

Bunun üzerine ihanete uğramış olmanın üzüntüsüyle efendimiz oradaki herkesten kanının son damlasına kadar çarpışıp şehit olacağına dair bey’at istedi ve orada bulunan herkes sıraya girerek kanının son damlasına kadar hak ve hakikat uğrunda. Adalet ve özgürlük uğrunda, tevhid ve iman uğrunda çarpışıp öleceğine dair Resulallah’a bey’at etti. Bölgede ki bir ağacın altında o ağaca şeceretü Rıdvan, bu Bey’at ada Bey’atur Rıdvan. Yani Allah’ın razı olduğu bey’at adı verildi. Ki Allah’ın razı olmasını da biz yine bu sureden öğreniyoruz 18. ayetinden;

Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecere. (18) Allah mü’minlerden o ağacın altında Bey’at ettikleri zaman razı olmuştur mealinde ki bu ayet, işte bu Bey’at e katılanları müjdeliyordu.

Yine İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh (10) diyerek 10. ayetinde onların aslında Resulallah’a bey’at etmediklerini, Resulallah’a bey’at etmelerinin Allah’a bey’at anlamına geldiğini müjdeliyordu.

Mekke, kendi geleneğini çiğnemişti. Kendi geleneğini çiğnediğinin en kötü örneğini vererek Halit komutasında 200 kişilik bir suvari birliğini mü’minlerin güzergahına doğru sürmüştü. Süvari birliğiyle karşılaşmamak için Resulallah kafileyi hızlı bir intikalle geliş istikametinin tam ters tarafına, yani güneye doğru sürdü. Mekke’yi denize paralel olarak aştı, Mekke ile Cidde arasında Hudeybiye denilen yere kadar ulaştı. Ki Cidde; Mekke yolu üzerinde, Mekke’ye 20 km. mesafede bir yerdir ve bugün orada, tamda antlaşmanın yapıldığı yerde metruk ve yarı yıkılmış bir halde orijinal bir mescit bulunmaktadır.

Mekke’nin tacizi bununla kalmadı. Haram aya rağmen kendi geleneklerine göre o ayda çarpışmak, savaşmak, savaş açmak yasak olmasına rağmen önce 40 kişilik bir taciz gücü gönderdi silahsız Müslümanların üzerine. Bu 40 kişilik Mekke kuvveti Müslümanlara baskın vermek için, bir gece baskını, ani bir baskınla onlara saldırmak için fırsat kollarken, baskına uğradılar, Müslümanların uyanıklığı sayesinde kıskıvrak yakalanıp bire kadar yakalanıp Resulallah’a getirildiler.

Resulallah onların kılına dahi dokunmadı, teslim aldığı gibi Mekke’lilere teslim etti. Bununla; Biz buraya savaşmaya gelmedik, biz buraya ibadet için geldik. Biz buraya Allah’ın beytini ziyarete geldik. Biz buraya sadece ve sadece özlem gidermeye geldik mesajını veriyordu. Fakat bu mesajı almak istemeyen Mekkeliler şanslarını bir daha denediler. Bu sefer öncekinin iki katı bir baskın grubu hazırlayarak 80 kişilik bire birlikle yine bir gece vakti haince bir pusu kurmak için Müslümanların üzerine müfreze yolladılar. Ama 1. kafilenin başına gelen onların da başına geldi. Yine Müminler onları da kıskıvrak yakaladılar. Ava giden avlanmıştı. Resulallah’a getirdiler. Resulallah 1. kafileye yaptığı muameleyi onlara da yaptı, gerisin geri Mekke’ye, hiç birine herhangi bir ceza vermeden geri iade etti. 

Bunun üzerine artık Mekkeliler bu yöntemlerle hiçbir sonuç alamayacaklarına inandılar. Resulallah ve Mü’minlerin amaçlarının savaş olmadığını onlar da biliyorlardı. Fakat fırsattan istifade Resulallah’tan ve tabii ki onun getirdiği insanlığın değişmez değerlerinden, bu fırsattan istifade kurtulmak istemişlerdi. Ama bir şeyi hesap etmiyorlardı. Allah destekliyor. Allah’ı ve O’nun desteğini hesap etmemişlerdi. Onun içinde her seferinde mahcup olmuşlardı.

En sonunda Mekke müşrikleri Resulallah’ın talebi üzerine kendilerine bir heyet yollamak için toplandılar. Süheyl Bin Amr başkanlığında 3 kişilik bir heyet yolladılar. Ki Süheyl Bin Amr daha önceden müşrikler döneminde, şirk zamanlarında, cahiliye döneminde Mekke kabileleri Halif ve mutayyibun diye ikiye ayrılarak iki ittifak grubu oluşturduklarında Resulallah’ın kabilesinin içinde bulunduğu ittifak grubunda yer alan kabileye mensuptu. Süheyl Bin Amr’ı bunun için seçmiştiler.

Süheyl başkanı olduğu heyetle birlikte Hudeybiye’de ki Müslüman kafilesine ulaştı. Orada bir anlaşma yaptılar. Resulallah ile birlikte. Bu anlaşma 4 maddeden oluşuyordu.

1 – 10 yıl Mü’minlerle Mekke müşrikleri arasında savaş olmayacak.

2 – Mü’minlerden eğer Mekke tarafına geçen biri olursa o iade edilmeyecek, Mekke’den mü’minler tarafına geçen biri olursa o Mekke’ye geri iade edilecekti. Hudeybiye barış anlaşmasının en riskli, görünürde en aleyhte gibi görünen maddesi buydu.

3 –  Arap kabilelerinden isteyen istediği tarafla ittifak kurabilecekti.

4 – Bu yıl umre yapılmayacak, ziyaret yapılmayacak, kafile geri dönecek bir sonraki yıl kaza edilecek. Mekkeliler Mekkeyi 3 gün terk edecekler. Müminler rahatlıkla ibadetlerini yapacaklar ve Mekke’yi terk edecekler. Anlaşmanın maddeleri bunlardan ibaretti.

Anlaşma yazılmaya başlandığında Rahman krizi yaşandı. BismillahirRahmanirRahıym yazmıştı Hz. Ali Resulallah’ın talimatı üzerine. Yaz ya Ali, Uktu ya Ali BismillahirRahmanirRahıym yaz. Hz. Ali yazmıştı fakat Süheyl Bin Amr daha besmele de itiraz etti. Rahman da neymiş dedi “Mâli hazel rahman, rahmanda neymiş, biz bunu bilmiyoruz, kabul etmiyoruz. Bismik Allahümme yaz dedi ve böyle yazıldı. Süheyl Bin Amar kriz çıkarmaya devam etti.

Allah’ın Resulü Muhammed ile Mekke’lilerin elçisi Süheyl Bin Amr arasında diye devam edecekti ki anlaşma, Süheyl Bin Amr; Biz senin Allah’ın resulü olduğuna iman etsek neden böyle yapalım. Dolayısıyla kabul etmiyoruz. İşte anlaşmayı yazan Hz. Ali artık orada durmuştu. Ben bunu silemem diyordu. Yani tamam BismillahirRahmanirRahıym yerine Bismik Allahümme yazabiliriz. Çünkü nihayetinde içeriği benzer. Ama ben Allah Resulünün adını silemem. Onun Resulallah olduğunu beyan eden bir ifadeyi silemem.

Ve o kriz de aşıldı bir biçimde Resulallah’ın müdahelesiyle ve en sonunda anlaşma maddeleri tam yazılıp bitmek üzere iken ufukta bir karaltı belirdi. Bu her tarafı kan revan içinde, toz toprak içinde, gerçekten koşmaktan, yürümekten ve işkence izleriyle dolu olduğu halde her tarafı biri geliyordu. Yaklaştığında Ebu Cender olduğu anlaşıldı. Ebu Cendel ilginç bir tevafuk. Müşriklerin diplomatik heyetinin başkanı Süheyl Bin Amr’ın oğlu olurdu. Süheyl Bin Amr fırsatı kaçırmadı, anlaşmaya uyup uymayacağınızın ilk işareti burada haydi bana oğlumu verin dedi. Ebu Cenderi bana teslim edin.

Resulallah çok mütehassis olmuştu. Orada ki tüm mü’minler mütehassis olmuş hislenmişlerdi. Çünkü manzara gerçekten dramatikti. Ebu Cendelin elinden, ayaklarından kanlar akıyor, üzeri başı toz toprak içinde, işkence izleri belirgin bir biçimde görülüyor ve bu halde mü’minlere bir mü’min kardeşleri olarak sığınmıştı.

Resulallah’ın insana olan, hele hele mümine olan, ümmetine olan sevgi şefkat ve merhameti Kur’an tarafından tevsik edilmişti. İşte o merhamet denizinin böyle bir durum karşısında nasıl bir iç yangınıyla yandığını tahmin edebilirsiniz. “Onu bana bağışla” dedi. Ama karşısında taştan bir duvar vardı. Süheyl b. Amr Nuh diyor peygamber demiyordu. En sonunda anlaşmanın riske gireceği anlaşılınca Allah resulü; “Tamam istediğin senindir” dedi. Çünkü artık anlaşma yapılmış söz verilmişti ve bir peygamber sözünden cayamazdı ve öyle oldu.

Süheyl b. Amr istediğini aldı ve Ebu Cendel ile birlikte ayrıldı. Ama geride kalan İslam kafilesi baştan ayağa bir hüzün kafilesine dönüşmüştü. Bize olay anını aktaran ravi, her çadırdan bir ölü çıkmış gibi hüzün ve göz yaşı vardı diyor. Hatta bu hüzün o dereceye gelmişti ki Hz. Ömer bir şahin gibi anlaşma yapılan yerin etrafında dolaşmış dolaşmış, en sonunda dayanamayarak Resulallah’ın yanına gelmiş;

“Ya Resulallah Allah bizi desteklemiyor mu, biz hakta değil miyiz?”,  “Evet ya Ömer”. “Onlar batılda değil mi?”, “Evet ya Ömer”. Böyle bir çok soru bu cinsten; “Peki ya Resulallah o zaman bu anlaşmaya biz nasıl evet dedik?”

Ömer, anlaşmanın görünen yüzüne bakıyordu. Resulallah’ın gördüğü yandan henüz bakamıyordu. Hele hele 2. madde görünürde Müslümanların aleyhine gibiydi. Fakat onun 2. maddeye çok takıldığını anlayan Resulallah şöyle demişti; “Eğer bizden onlara biri giderse bırakında gitsin. O adamdan ne hayır gelir. Onlardan bize biri gelirse ve biz de onu iade edersek, siz sanıyor musunuz ki Allah onu bırakacaktır? Allah ona yardım etmeyecektir? Allah onu desteklemeyecektir? Allah ona bir çıkış yolu gösterir.”

Bu bir mucize idi. Bu Resulallah’ın gerçekten keskin feraset ve basiretinin bir ifadesi idi. Peygamberi bir basiretti bu ve aynen öyle oldu. Süheyl b. Amr Mekke’ye dönerken Yolda elinden Ebu Cendel’i kaçırır. Ebu Cendel kaçarak sahilde kervanların gelip geçtiği yerdeki bir tepe üzerine karargah kurar. O karargaha 1, 2, 3 derken Mekke’den kaçan tam 70 mü’min bir yıl içerisinde geldi. Orayı büyük bir savaşçı karargahına dönüştürdüler ve anlaşma dışı oldukları içinde istediklerini yapıyorlardı. Mekke kervanlarına izin vermiyorlardı. Dirlik dışlık vermiyorlardı, geçirmiyorlardı. Mekkeliler onların korkusuyla kervan götüremez olmuşlardı. Ebu Nusayr ondan sonra varan 2. kişi idi. Ya da Ebu Beşiyr, yada Ebu Basıyr. Bütün bu şekillerde naklediliyor ismi okunuyor.

İşte böyle bir kafile orada anlaşmadan dolayı mü’minlerin yanına geçemedikleri için müşriklerin kervanlarına izin vermediler ve en sonunda Mekke müşrikleri anlaşmanın 2. maddesinin iptali için Resulallah’a başvurdular. Aman biz vazgeçtik, biz istemiyoruz, tek bu maddeyi iptal edin, tek şunları oraya çağırın.

Tabii bu arada acı, hüzünlü hadiseler de yaşandı. Orada, sahildeki bu müfrezenin komutanı olan Ebu Basıyr Resulallah’ı göremeden vefat etti. Ağır bir hastalığa tutuldu, bu hastalığı sırasında da vefatından önce Resulallah’a bir not yazmayı başardı. Notunda olanca özlemine rağmen, olanca hasretine rağmen Resulallah’a kavuşamadan giderse Resulallah’tan kendisine Allah’tan rahmet, dua ve mağfiret istemesini rica ediyor ve kendisini çok sevdiğini bilmesini istiyordu. Böylesine acı ve hüzünlü hadiselerde yaşandı.

Dönüş yolunda Fetih suresi, işte bu sure nazil oldu. Fetih, bu dedi. Yani bu anlaşma bir fetihtir dedi. hem de sıradan fetihtir demedi, fethi mubiyn dedi. Tartışmasız bir fetihtir, açık bir fetihtir, açık seçik, ayan açık bir fetihtir dedi. İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ böyle dedi sure.

Lekat enzelet aleyye ayetün ehabbe ileyye mineddünya vema fiyha. (Buhari- Hadis) Bu sure kendisine nazil olduğunda Resulallah mü’minlerin yanına çıkmıştı. Mü’minler Resulallah’ın yüzündeki sevince bakarak olağanüstü bir şey olduğunu anlamışlardı. Bu olayı bize nakleden ravi, sanki Resulallah’ın yüzünde bir güneş doğmuştu. O kadar sevinçli, o kadar şen şakrak, o kadar güzeldi ki Resulallah’ın yüzü, biz olağanüstü bir şey olduğunu anladık. Ve Resulallah bu sözü söyledi; “Bana öyle ayetler indi ki, yer yüzünde ki her şeyin bana verilmesinden daha hayırlı, beni daha sevindiren ayetler indi bana” demişti.

Resulallah’ın ilk yaptığı iş Ömer’i çağırtmak oldu. Hz. Ömer geldi ve inen yeryüzünde ki her şeyden daha hayırlı dediği kendisinin yüzünde güneşler ve güller açtıran ayetleri okumaya başladı. “İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ.(1) * Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma.(2) * Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza”(3) ila ahir.. devam etti. Ömer hala şaşkınlığını atamamıştı, hala derin üzüntüsünü atamamış olmalı ki; “Eve fethun huve ya Resulallah.” Şimdi bu anlaşma bir fetih mi yani ya Resulallah dedi. Resulallah’ın cevabı açık ve netti; Ne kızdı, ne azarladı, ne yüzünü eğdi sadece şunu söyledi “Na’m velleziy nefsiy Biyedihi innehu le fetfun. Evet ey Ömer. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, beni çekip çeviren, beni inşa eden Allah’a yemin olsun ki bu kesinlikle fethin ta kendisidir.

O zaman fetih neydi? Demek ki Ömer’in tasavvurundaki fetih ile vahyin fetihten anladığı şey o ana kadar farklıydı. Fetih ile anlatmak istediği şey farklıydı. Başta Resulallah’ın tasavvurunu inşa ediyordu sonra Ömer’in, sonra diğerlerinin. Yani vahiy bir fetih tasavvuru inşa ediyordu.

Peki neydi bu tasavvur? Fetih toprakların ele geçirilmesi değil, fetih yer yüzünün işgal edilmesi değil, fetih yer altı ve yer üstü zenginliklerinin ele geçirilmesi değil. Fetih sınırların genişletilmesi değil, fetih orduların büyütülmesi değil, fetih yüreklerin açılmasıydı. Fetih imanın insana ulaşmasıydı. Fetih gönüllerin kapılarının ardına kadar dayanmasıydı. Fetih insanların Allah’a, yani kendilerine dönmesiydi. Fetih toprak kazanımı değil insan kazanımıydı. Yani fetih yürek fethi idi.

Yürek fethiydi çünkü o güne kadar, nübüvvetin başladığı yıldan o güne kadar yaklaşık 20 yıl geçmişti. 20 yılın tamamının insan kazanımı,bu anlaşmadan hemen sonra ki 1.5 yıl içindeki kazanımın 1/3 idi. Yani 20 yıllık insan kazanımı anlaşmanın arkasından gelen 1.5 yıl içinde 3 e katlanmıştı. İşte fetih buydu. Fetih yürek fethiydi. Şimdi fetih suresinin tefsirine geçebiliriz.

 

[Ek bilgi: Sûrenin ihtiva ettiği hususlar şunlardır:

1- Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir çok fethe nail olacağı ve İslâm dininin izzetini tebşir.

2- Allah Resulü ile ağaç altında biat edenlerin Allah’ın rızasına ve nusret-i sübhaniyeye nailiyederini ilân.

3- Peygamberimiz (s.a.v)(in Arap kavmine mükellef oldukları cihad vazifesini tebliğ, bundan yüz çevirenlerin  Allah’ın azabına uğrayacaklarını İhtar.

4- Hz. Peygamberin, mü’minlerin Mescid-i Harama emniyet içinde gireceklerine dair gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğini tebliğ.

5- Mescİd-i Harama mü’minleri girmekten men eden müşriklerin cehaletini izhar.

6-Peygamberimiz (s.a.v)’in hak dini ile gönderildiğini beyan.

(Tefsirü’l-Kur’an Ebü’l-Leys Semerkandi)]

 

1-) İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ;

Kesinlikle sana öyle bir fetih (görüş açıklığı) verdik ki, (o) Feth-i Mubiyn’dir (apaçık açık hakikati sistemi müşahede)! (A.Hulusi)

01 – El hak biz sana bir fethi mübîn açtık. (Elmalı)

 

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ elbet sana tartışmasız bir fethin önünü açan biziz biz. Başkası değil, sadece biziz.

Mubiyn fetih, yani yalnız fetih değil. mubiyn fetih, yani yürek fethi. Tartışmasız fetih. Gönülleri açmak Fütuh-ül Büldan sahibi bir rivayet nakleder efendimizden. Beldeler savaşla alınırlar, Medine fethedilmiştir şeklinde bir rivayet. Beldeler savaşla alınmıştır, fakat Medine fethedilmiştir.

Bu gerçekten çok ilgimi çeken bir rivayet. Hz. peygamberin Hayber’in fethi öncesinde Hz. Ali’yi çağırarak ona yaptığı tembihi hatırlıyoruz. Ali Hayber’e komutan atandığında kahramanlık şiirler okuyarak atını bir sağa bir sola ordunun önünde sürüyordu. Resulallah çağırdı ve dedi ki “Yapma ya Ali. Vallahi senin elinle yer yüzünün alınıp ta bana teslim edilmesinden, bir kişinin hidayetine vesile olman çok daha hayırlıdır.”

Efendimizin derdinin ne olduğu anlaşılıyordu. Gerçekten de bu fetih anlayışıyla inşa edilen sahabe daha sonraları aynı anlayışı devam ettirdi. Böylesine üzücü ve acı bir sürecin içinde eğitilen Hz. Ömer halife olduğunda ‘Alâ El Hadrami onun komutanıydı. Bahreyn komutanıydı. İlk defa İslam ordusu Kisra’nın ülkesine Bahreyn tarafından yürüdü ve bir kısmını almıştı. Halifeye bu haber geldiğinde, yer yüzünün iki büyük imparatorluğundan birinin, bir kısım topraklarının fethedildiği haberi geldiğinde devlet başkanı ne yapar? Böyle bir fethi gerçekleştiren komutana madalya takar değil mi?

Hayır. Hz. Ömer, kendisini vahyin inşa ettiği Hz. Ömer Eyvah..! dedi ve ‘Alâ El Hadrami’yi komutanlıktan aldı. Neden aldığını biz bir başka olayda öğreniyoruz. Amr bin El As Filistin’de İslam orduları komutanıydı. Filistin’i aldıktan sonra Mısır üzerine yürüdü Hz. Ömer’in hilafeti döneminde. Fakat Mısır üzerine giderken halifeden de izin almak için bir mektup gönderdi. Mektubu verdiği şahsa; Bunu götür, halifeye ulaştır cevabı da bana getir dedi.

Hz. Ömer’in cevabı; Eğer bu mektubu aldığında  Mısır’a girmedinse geri dön. Şeklinde idi. Mektup Mısır’a girmeden ulaştı İslam ordusu komutanı Amr Bin El As a. Amr, adamını biliyordu. Hz. Ömer’in ne yazdığını tahmin ediyordu. Mektubu açmadı. Mısır’a girdi, Mısır’ı aldı ve mektubu ondan sonra açtı. Artık iş işten geçmişti tabii. Yani Mısır’ı aldıktan sonra girmişti. Peki, neydi derdi Hz. Ömer’in. Bir devlet başkanı, Yer yüzünün en güzel ülkelerinin kendisine kazandırılmasını istemez miydi. Hz. Ömer niye istemiyordu?

Resulallah nasıl bakıyorsa o da öyle bakıyordu. Eğer İslam ordusu Mısır’lıların gönlünü almadan topraklarını alırsa Mısır İslamlaşmaz, İslam Mısırlılaşır. Gerekçe buydu. İslam Mısırlılaşmasın, Mısır İslamlaşsın istiyordu. Gönül fethi olsun, yürek fethi olsun istiyordu. Onun için bu tepkiyi göstermişti.

Bu olayın ardından gelen yıllarda 20 yıllık dönemde ki insan kazanımının tam 3 katı insan kazanıldığını bira önce mukaddime de söylemiştim. Aslında barış ortamında söz güçlenir. Sözün güçlenmesi imana yarar. Gücün sözünü kullananlar, sözün güçlenmesini istemezler. Onun için Hudeybiye antlaşması sözün güçlenmesi anlamında bir fetihti. Barış ortamında insanlar söz dinlerlerdi. Kılıç şakırtılarının, silah takırtılarının, bomba seslerinin altında tebliğ olmazdı. Onun içinde savaş değil, barışı fetih olarak adlandırdı vahiy. Gücün sözü değil, sözün gücü geçsin diye.

 

2-) Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma;

Bu yüzden Allâh, senin geçmiş ve (fethe rağmen oluşacak) gelecek tüm zenbini (bedenselliğinin doğal getirisi perdeliliklerini) mağfiret eder (örter) ve sana olan nimetini tamamlar; seni, hakikatini yaşama yolunda yürütür! (A.Hulusi)

02 – Ki Allah senin zenbinden geçmişini ve geleceğini mağfiret buyurup üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir caddeye çıkaracak. (Elmalı)

 

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar Bu sayede Allah senin geçmiş ve gelecek tüm hatalarını bağışlayacaktır. İnna azamet zamiri burada ona dönüştü. Ğayip zamirine dönüştü. Bir yoruma göre fetih sebeplere bağlanmıştır, sebeplerle olur. Fakat bağışla af doğrudan Allah’ın yaptığı bir şeydir. Onun için 1. ayette İnna, biz geldi, 2. ayette hüve, Hu geldi gizli zamir olarak ta olsa. Yani 1.cisinde fetih sebeplerle, sebeplere bağlı olarak yürüyen ilahi bir irade. 2. siz olan bağış ve rahmet ise Allah’ın doğrudan yaptığı bir müdahale idi.

Burada kastedilen liderliğe ve siyasal üsluba ilişkin teknik hatalardır. Yani senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlayacak. Mesela Tevbe/43. ayeti ve Tevbe/108. ayetinde bunun iki örneğini görüyoruz; ‘AfAllâhu ‘ank* lime ezinte lehüm.(Tebbe/43) Allah seni affetti, ya da Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin. Ayetinde olduğu gibi. Yani taktik hatalar cümlesinden sayılabilir. Belki bunun son olarak söylediği şey şu; Hiç kimse hatadan münezzeh değildir Allah dışında. Bize bunu öğretiyordu.

ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyk ve sana olan nimetini tamamlasın. Ya da tamama erdirecek. İtmam ve ikmal.

elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy.. (Maide/3) artık bu gün size dininizi ikmal ettim. Fakat nimetimi itmam ettim. İkmal ve itmam arasında fark var. İkmal; Bir şeyin cevherinin ve arazının birlikte tamamlanması. İtmam ise bir şeyin cevherinin özünün tamamlandığı halde arazının, yani yan unsurlarının henüz tamamlanmamış olmasına denir Arap dilinde. Burada da biz bunu görüyoruz. Demek ki henüz itmam edilmemiş bir şey var. Peki bu itmam edilmemiş nimet nedir? Dindir. Çünkü onun daha sonradan ikmal edildiğini görüyoruz.

ve yehdiyeke sıraten müstekıyma ve seni, dosdoğru bir yola yöneltecektir.

 

3-) Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza;

Allâh seni benzersiz, karşı konulmaz bir zafere erdirir! (A.Hulusi)

03 – Ve nazîrsiz bir muzafferiyet ile seni Allah mansur ve muazzez kılacak. (Elmalı)

 

Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza Dahası Allah seni saygın ve müstesna bir zafere ulaştıracaktır.

Zafere zorbalarda ulaşır değil mi? Asıl olan saygın bir zafere ulaşmaktır, temiz bir zaferdir, övünülecek bir zaferdir. Yoksa dünyanın gelmiş geçmiş tüm zorbaları, zorbalıkla yenmişlerdir, galip gelmişlerdir. Yakmışlar, yıkmışlar, harap etmişler, kesmişler, asmışlar biçmişlerdir. Bu zafer mi? Tamam , zafer ama hiçte saygın bir zafer değil. İşte burada ki nasren ‘Aziyza saygı değer bir zafer aziyz bir zaferden kasıt bu. Yani yakıp yıkmadan, vurup kesmeden saygın bir zafer işte bu.

Konunun en büyük otoritelerden Muhammed Hamidullah, merhum Hocamız; Resulallah’ın hayatı boyunca yaptığı tüm savaşlarda, her iki taraftan oluşan kayıpların tamamını 200. e yakın olarak verir. Ben-i Kureyza esirlerinin başına gelen o cezalandırma hariç. O zaten bir savaş durumu değil, o kendilerinin tercih ettiği, kendi hukuklarına göre bir cezalandırmaydı. Onun dışında tüm savaşlarda kayıp sayısını 200 olarak verir. Yer yüzünde böyle büyük bir inkılap olup ta böyle muhteşem bir iman hamlesi olup ta bu kadar az kayıpla neticelenmiş bir başka örnek var mı? Çok ilginç. Gerçekten üzerinde durulması gereken bir nokta.

 

[Ek bilgi; FETİH VE TASAVVUF  İlk 3 ayet

1. Kesinlikle sana öyle bir fetih (açıklık) verdik ki, (o) Fethi Mubiyn’dir (apaçık açıklık-hakikati müşahede)!

2. Bu yüzden Allâh senin geçmiş ve (fethe rağmen oluşacak) gelecek tüm zenbini (bedenselliğinin doğal getirisi perdeliliklerini) mağfiret eder (örter) ve sana olan nimetini tamamlar; seni, hakikatini yaşama yolunda yürütür!

3. Allâh seni benzersiz, karşı konulmaz bir zafere erdirir!

Nakletmiş olduğumuz bu üç âyeti kerîmenin zâhir, yani ilk anda anlaşılan mânâsı bütün tefsir ve meâllerde mevcut olduğu için burada bunun üzerinde durmayacağım… Allâhû Teâlâ’nın bize ihsan buyurduğu açıklık ve irfan nispetinde buradan anladığımız mânânın açıklayabileceğimiz kadarına gelince.

FETH, kapalı olan bir şeyin açılması, ya da kişinin elde edemediği bir şeyi elde etmesi anlamlarına gelir. Bu anlamlarladır ki, dünya hayatı içinde bir kişinin elde edebileceği en büyük FETH, âhiret âleminden bir bölüm olan Berzah âleminin FETH’idir. Ki bu FETH’de ancak “yaşarken ölmek” suretiyle gerçekleşir! FETH iki türlüdür;

A – Zâhir FETH.

B – Bâtın FETH.

Bâtın FETH dahi iki türlüdür.

a) FETH.

b) FETH-İ MUBİYN

FETH, esas itibarıyla yedi derecedir. Bu yedi derecenin birinci dereceden olanının gerçekleşmesiyle birlikte kişi FETH sahibi olmuş olur.

 

FETH kesinlikle kişinin çalışmasına bağlı, yani çalışmakla elde edilir bir şey değildir.

FETH nedir? Kişinin içinde bulunduğumuz şu boyutta, bu bedenle yaşarken; bir anda, beden bağımlılığından kurtularak, sanki ölmüş gibi, tamamıyla ruh beden yaşamına geçmesi ve ruhtaki özellikleriyle yaşamını bu Dünya’da sürdürmesi hâlidir.

“Ölmeden evvel ölmek” denilen hâlin Hakk-el yakîn yaşanmasıdır. Bize öğretilene göre, böyle kişilerin yeryüzünde sayıları kırkı bile bulmazmış, nûrânî FETH sahipleri olarak. Evet, FETH bu yönüyle de ikiye ayrılır:

1. FETH-i Zulmanî,

2. FETH-i Nûrânî.

FETH-i Zulmanî, Müslim ya da gayrı Müslim tüm insanlarda meydana gelebilir. Özellikle, Hindûlarda, Budist felsefe mensuplarında görülen ve FETH eseri olan bazı hâller hep bu FETH-i Zulmanî neticesidir ki, din terminolojisinde bu hâllere “istidraç” adı verilir.

FETH-i Zulmanî’nin iki büyük işareti vardır.

Birincisi bu tür FETH kendisinde meydana gelmiş kişi, Hazreti Resulallah AleyhisSelâm’ı kabul etmez.

İkincisi de, birimsellikten, yani kendini bir birim olarak görmek perdesinden kurtulamamıştır!

FETH-i Zulmanî sahipleri, kişinin tüm geçmişini bilebildiği gibi, aynı anda birkaç yerde bulunabilme, kabir ahvalini anlatabilme, CİN’lerle rahatlıkla iletişim kurabilme ve daha başka bazı akıl almaz davranışlar ortaya koyabilme özelliklerine sahiptirler.

FETH-i Nûrânî’de dahi benzer özellikler meydana gelir!.. Ancak bir farkla ki, bu zevât kısa sürede bu yaşama adapte olduktan sonra gelişmelerine devam ederler, FETH’in üçüncü derecesinde Hazreti Resulallah ile sair Nebi ve Evliya ile buluşurlar ve Berzah âleminin çeşitli sırlarını agâh olurlar… Bundan sonra da Ricali Gayb arasında yerlerini alırlar.

FETH-İ MUBİYN odur ki, gelen kişi, bu FETHİ kaldırabilir. (Devam ediyor)(A. Hulusi – Dua ve zikir)]

 

4-) “HU”velleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim* ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma;

İmanlarının kat kat artması için, iman edenlerin kalplerine sekine (sükûn, güven duygusu) inzâl eden “HÛ”dur! Semâlar ve arzın orduları Allâh içindir! Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

04 – O, odur ki mü’minlerin kalplerine o sekî neti indirdi, imanları üstüne iman artırsınlar diye. (Elmalı)

 

“HU”velleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim imanlarına iman katsınlar diye, imanları artsın, eksilmesin diye mü’minlerin kalplerine güven ve  sükunet bahşeden O’dur.

Ayetteki sekinet, sükûnet aslında. Hatta bıçağa sikkiyn denir Arapçada. Bu da aynı kökten türetilmiştir kesip kopardığı için. Sükûnet insanı heyecanlandıran, insanı tedirgin eden şeylerin yok olması, ondan kesip koparılıp atılması anlamına gelir. Tevbe/40. ayetinde; feenzelAllâhu sekiynetehu aleyh.. (Tevbe/40) var ya, Allah onların üzerine sekinetini, sükûnetini indirmişti. Diyordu ya, İşte Allah’ın yardımı, görünmez ordularının yardımı, yüreğe direnç şeklinde nazil oluyordu.

Öyle bir nüzul ki bu, insanın tüm potansiyelini harekete geçiriyor, insanı bir orduya bedel kılıyordu. Çünkü bazı durumlar olur ki bunun tam tersi, sekinetin tam tersi olur. 50 kiloyu kaldıran İnsan, 50 gr. Mı kaldıramayacak kadar eli kolu dökülür. İnsan belki km. ler ce koşacak bir güce sahipken iki adım atacak gücü kendinde bulamaz. İşte onun tam tersi durumu düşünün, Allah’ın insanın yüreğine adeta vahy etmesi gibi, insanın tüm potansiyelini ortaya çıkaran ve kinetize eden bir müdahale olarak anlıyoruz biz sekineti, sükûneti.

ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard zira göklerin ve yerin bütün orduları Allah’a aittir. ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma ve zaten Allah her şeyi bilmektedir, üstün hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir.

Ne anladık sevgili Kur’an dostları bundan? Nuh’a yardım eden kimdi, bulutlar değil miydi. Hz. Hud’a yardım eden kimdi? Rüzgarlar değil miydi. Hz. Nuh’a ve Hz. Hud’a aslında göklerin orduları yardım etmemiş miydi. Yine Hz. İbrahim’e yardım eden ateş, Hz. Musa’ya yardım eden su yerlerin orduları değil miydi? Göklerin ve yerin orduları Allah’a aitti ve şuurlu mü’minlerin başı sıkışınca, Allah’ın şuursuz kulları onların yardımına yetişirdi. Aslında Kur’an da anlatılan örnekler bu muhteşem yardımın güzel kıssaları değil miydi.

Biz böyle anlıyoruz. Eğer biz şuurlu mü’minlerin başı sıkışırsa, şuursuz din kardeşlerimiz yardımımıza koşar diyoruz. Çünkü biz kainata mensubuz ve biz bir aileyiz. Gökle, yerle, ayla, güneşle, gece ile gündüzle imanımız tanışıktır. Benim rabbim onlarında rabbidir, biz bir  bütünüz. Tevhit bu  bütünün içindeki parçanın yerini bilmesi haddini bilmesi değerini bilmesidir.

 

 5-) Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha ve yükeffire anhüm seyyiatihim ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma;

İmanlı erkek ve kadınları, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokması, onlardan kötülüklerini silmesi içindir. İşte bu Allâh indînde aziym kurtuluştur! (A.Hulusi)

05 – Öyle ya Allah’ındır bütün o Göklerin ve Yerin orduları ve Allah, bir alîm, hakîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha böyle yapmıştır ki Allah mü’min erkekler ve mü’min kadınları tabanından ırmakların çağıldadığı cennetlere alsında orada yerleşip kalsınlar ve yükeffire anhüm seyyiatihim bununla da kalmasın yine Allah onların günahlarının üstünü çizsin. Allah günahın üstünü çizerse kim tersini iddia edebilir ki. Allah o karaları montajlar da alırsa kim aksini söyleye bilir ki. Allah onun hayat filminden istenmeyen görüntüleri temizlesin, ayıklasın, pırıl pırıl yapsın. ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma  ve zaten bu Allah katında büyük bir başarıdır.

Evet. Önce, bir önceki cümleye, Yani Allah’ın günahların üstünü çizmesine bir not düşeyim: innel hasenati yüzhibnes seyyiat. (Hud/114) buyurur Kur’an. Güzellikler, iyilikler; kötülükleri siler süpürür, götürür. Yani bir artı eksi sayfası vardır. Artılar eksileri götürür. Onun için günahsız bir insan istemiyor Allah. İyisi bol, güzeli bol, hasenatı bol bir insan istiyor. Gelirleri giderlerinden fazla bir insan istiyor. Artısı eksisinden fazla bir insan istiyor. Dolayısıyla melekleşmemiz istenmiyor.

Bu notu düştükten sonra ikinci cümle için bir notum var. Burada tasavvur inşa ediliyor. Allah katında işte büyük başarı budur diyor ya fevzen ‘aziyma. Büyük başarı nedir sizce? Size büyük başarıyı tanımla deseler senin hayatında en büyük başarı ne anlama gelir. Ne cevap verirdiniz? Allah böyle cevap veriyor. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız sizinde cevabınız bu olmak zorunda.

İşte büyük başarıyı bu olarak tanımlarsanız sizin zihninizi, sizin tasavvurunuzu, sizin aklınızı Kur’an inşa etmiştir. Aklını Kur’an inşa ederse, tasavvurunu Kur’an inşa ederse bir insan Allah’ın gör dediği yerden bakar.Allah’ın gör dediği yerden bakarsa bir insan mutluluk ırmağına gemisini daldırmıştır. O ırmağın akıntısına kendisini bırakmıştır. O ırmağın kendisini götüreceği yer mutluluk okyanusudur. Oraya kadar zahmetsizce yol alacaktır. Onun için ilahi vahiy bizde bir tasavvur inşa eder. Kavramlarımızın içini boşaltır ve doldurur ve Allah’ın gör dediği yerden bakmayı öğretir. İşte burada da büyük başarının tanımı yapılmaktadır.

 

6-) Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’* aleyhim dairetüssev’* ve ğadıbAllâhu aleyhim ve leanehüm ve e’adde lehüm cehennem* ve saet masıyra;

Bir de Esmâ’sıyla hakikatleri olan Allâh hakkında su-i zanda bulunan (O’nu tanrı gibi düşünen) münafık (ikiyüzlü) erkek ve kadınlara, şirk koşan erkek ve kadınlara azabı yaşatması içindir! Zanları yüzünden devranın belâsı başlarında patlasın! Allâh onlara gazap etmiş, onları lânetlemiş (inkârları sonucu hakikati yaşamaktan uzaklaştırmış); onlar için cehennem hazırlamıştır! Ne kötü dönüş yeridir! (A.Hulusi)

06 – Müminleri ve mümineleri ebediyen içinde kalmak üzere altından ırmaklar akar Cennetlere koymak ve kabâhatlerini taraflarından kefaretleyip örtmek için ki Allah yanında bu bir fevzi azîm bulunuyor Ve o Allaha sûi zanneden Münafıkları ve Münafıkaları ve Müşrikleri ve Müşrikeleri, o kötülük girdâbı başlarına dönesileri ta’zib etmek için ki Allah onlara gadab etmiş, lânet etmiş ve kendilerine Cehennemi hazırlamıştır, ona gidiş de ne fenâdır. (Elmalı)

 

Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’ yine o diler ki Allah hakkında berbat tasavvurlara sahip münafık erkekler ve münafık kadınları. Müşrik erkekler ve müşrik kadınları cezalandırsın. Dikkat buyurun münafık erkekler ve münafık kadınlar, müşriklerden önce gelmiş. Bunun bir nüktesi, münafıklar müşriklerden daha tehlikelidir imasını taşıyor olsa gerek.

Allah hakkında kötü zan, yani sui zannetmek bu ayet bunu söylüyor. İnsan, insan hakkında sui zanneder haydi. Ama Allah hakkında da sui zanneder mi. Evet, en çok suizanna uğrayan Allah’tır desem sanırım itirazınız olmaz. En çok suizanna uğrayan Allah’tır. Oysa ki en çok hüsnü zannı hak eden Allah’tır. Allah’a da hüsnü zannetmeyen kime edecektir. Ve ma kaderullahe hakka kadrihi.. (Zümer/67) O zaman Allah’ı hakkıyla taktir etmemiş olmaz mı insan.

İlahi destek vaadinin blöf olduğunu düşünmek. Ayetlerin indiği zaman için bu anlama geliyor. Yani bunlar; müşrikler olsun, Resulallah’ın davetine icabet etmeyenler olsun ilahi destek vaadinin blöf olduğunu düşünmüşlerdi. Bu yorumu yaptım, bu yorumumun delili 7. ayettir. 7. Ayet; göklerin ve yerin ordularının Allah’a ait olduğunu tekrarlıyor. Yani ilahi destek vaadinin blöf olmadığını tekrarlıyor. Onun içinde yorumumu bu 7. ayete bina ediyorum.

aleyhim dairetüssev’ onlar fenalığın girdabını boylasınlar, fenalığın girdabında kaybolsunlar. Adeta ilahi bir ilenç, lanet. ve ğadıbAllâhu aleyhim ve leanehüm zira Allah onlara gazap etmiş ve rahmetinden dışlamıştır. ve e’adde lehüm cehennem* ve saet masıyra İşte onlar için hazırlamıştır cehennemi. Ama orası ne berbat, ne fena, ne kötü bir son duraktır.

 

7-) Ve lillâhi cünudüs Semavati vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma;

Semâlar ve arzın orduları (kuvveleri) Allâh’ındır… Allâh Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

07 – Allah’ındır evet, o Göklerin ve Yerin bütün orduları ve Allah, bir azîz hakîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve lillâhi cünudüs Semavati vel’Ard işte yine geldi, evet, göklerin ve yerin bütün orduları Allah’a aittir, Allah’a mahsustur. ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma Ama Allah güç ve kudret, üstün hikmet sahibidir. Yani göklerin ve yerin orduları Allah’a mahsustur da, Allah o orduları kullanmadan da güç ve kudret sahibidir. İstediğinde doğrudan müdahale de yapar. Gönüllere müdahil olur. Kalpleri evirip çevirir, kalpleri evirip çeviren O’dur, mukallibel kulûb olan O’dur.

 

😎 İnna erselnake şahiden ve mübeşşiran ve neziyra;

Muhakkak ki biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak irsâl ettik! (A.Hulusi)

08 – El hak biz seni hem bir şahit gönderdik hem bir mübeşşir hem bir nezîr. (Elmalı)

 

İnna erselnake şahiden ve mübeşşiran ve neziyra ey peygamber elbet biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Şahit, Aslında yalnız peygamber mi şahit, hepimiz şahidiz. Bakın ne diyor Kur’an;

Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vesetan litekûnû şühedâe alenNâsi ve yekûnerRasûlü aleyküm şehiyda. (Bakara/143) işte böylece sizi dengeli bir ümmet kıldık ki peygamber size model olsun, siz de bütün bir insanlığa model olasınız. Burada şahitlikten kasıt model olmak, örnek olmak, mastra olmak. Şahit olmak budur. Aslında dostlar bana sorarsanız var olmak şahit olmaktır. Biz bu cihana sahip olmaya gelmedik, biz bu cihana şahit olmaya geldik. Şahadetini gereği gibi yapanlara ne mutlu.

 

9-) Litu’minu Billâhi ve RasûliHİ ve tu’azziruhu ve tüvekkıruh* ve tüsebbihuHU bükreten ve asıyla;

Artık varlığınızın Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a ve Rasûlüne iman edip; O’na yardımcı olasınız, O’nu yüce bilip saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu tespih edesiniz. (A.Hulusi)

09 – Ki Allaha ve Resulüne iman edesiniz de bunu takviye ve tevkır edip ona sabah akşam tesbih edesiniz. (Elmalı)

 

Litu’minu Billâhi ve RasûliH şu nedenle ki ey insanlar Allah’a ve resulüne inanasınız, iman edesiniz ve tu’azziruhu ve tüvekkıruh Onun davasını destekleyesiniz, ona saygıda kusur etmeyesiniz ve tüvekkıruh. Ve tu’azziruhu 2 mayaya birden gelir. İki kökü var çünkü kelimenin. Biri nasr, biri taziym. Ben nasr manasını verdim. Taziym manasını verecek olursak O’nu yüceltin anlamı çıkar. Bir önceki surede;

in tensurullahe yensurküm ve yüsebbit akdameküm (Muhammed/7) ayeti vardı hatırlayın. Eğer siz Allah’ın davasına yardım ederseniz Allah’ta size yardım eder ve sizi dimdik tutar. Yani yerde sürünmezsiniz. Bu ayeti hatırlarsanız bizim Allah’a yardımımız Allah’ın bize ihtiyacı olduğu için değil, bizim ona ihtiyacımız olduğu içindir. İnsana yardım etmeyi böyle bir yasaya bağladığı içindir. Yani benim yasama uygun davranın, size daha fazla yardım edeyim. Bunu böyle anlıyoruz.

Ahzab/56 ile yakın bir anlama sahip bu ifade, yani ve tu’azziruhu Allah’ın davasını destekleyin. İnnAllâhe ve MelâiketeHÛ yusallûne alen Nebiyy. (Ahzab/56) diyordu ya mezkur ayet. Allah ve melekleri Nebiye salât ederler, Yani Nebiyi desteklerler yâ eyyühelleziyne âmenû sallû aleyh. Ey iman ettiğini söyleyenler siz de destekleyin, sizde salât edin. İşte peygambere destek burada da geldi. Vefatından sonra Hz. Peygambere destek nasıl olur? Elbette vefatından sonra onun davasını ve misyonunu, onun bıraktığı mirası desteklemek onu desteklemektir.

ve tüsebbihuHU bükreten ve asıyla ve sabah akşam O’nun yüceliğini dillendiresiniz. Aslında burada “tı” konulmasının sebebi; önceki iki kelimenin Allah’a değil de Hz. Peygambere raci olma ihtimalidir. Yani oradaki zamirler Hz. Peygambere raci ise, ondan kasıt Resulallah’tır. Yani onu destekleyin ve ona saygıda kusur etmeyin Resulallah’a raci olarak. Fakat biz hepsinin de Allah’a raci olduğu görüşünü de tercih ettik.

 

10-) İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh* yedullahi fevka eydiyhim* femen nekese feinnema yenküsü alâ nefsih* ve men evfa Bima ahede aleyhullahe feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma;

Gerçektir ki (Rasûlüm) sana biat edenler (el tutuşup bağlılık sözü verenler) Allâh’a biat etmişlerdir ve Allâh’ın EL’i onların elleri üzerindedir (Biat edenlerin elleri üstünde Allâh’ın eli tedbir eder)! Kim sözünü bozarsa sadece kendi nefsi aleyhine bozmuş olur; kim Allâh ahdinde bağlılık gösterirse, ona da büyük ecir verir! (A.Hulusi)

10 – Her halde sana biy’at edenler mahzâ Allaha biy’at ederler, Allahın eli onların elinin üstündedir, onun için her kim cayarsa sırf kendi aleyhine cayar, her kim de Allaha ahit verdiği şeyi ifâ ederse o da ona yarın bir ecri azîm verecektir. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmiştirler. Tarihsel karşılığı Hudeybiye’de yapılan Rıdvan biatıdır. Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecere (18) diyordu ya 18. ayette, işte ondan dolayı Allah’ın razı olduğu biattır bu. Fakat tarih üstü anlamıyla Hz. peygambere itaat, Allah’a itaatin ta kendisidir anlamına gelir. Yani siz; Allah’a itaat edeyim de peygambere etmesem de olur diye düşünecek olursanız eğer, Allah’a da itaat etmemiş olursunuz. Bu; bu anlama gelir.

yedullahi fevka eydiyhim Allah’ın yardım eli, onların biat için kenetlenen ellerinin üzerindedir. Bu biraz serbest bir çeviri oldu biliyorum. Ama doğrusu bu ibareyi böyle anlamak, doğru anlamaktır diye düşünüyorum. Zımnen onlar Allah davasına yardım için söz verdiklerinde bilsinler ki, Allah’ta onlara yardım edeceğine söz vermiştir. Böyle anlaşılması doğru anlamaktır diye düşünüyorum.

Neden? Hac/38. ayetiyle; İnnAllâhe yudafi’u anilleziyne amenû. (Hac/38) Allah iman edenleri savunur. ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn. (Rum/47) Mü’minlere yardım etmek boynumuza borçtur diyor rabbimiz. Ne muhteşem bir ifade değil mi? EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36) Allah kuluna yetmez mi diyor. Yeter ya rabbi.

Fakat, peki şu günün dünyasında Müslümanlar neden yerlerde sürünüyorlar? Soru buysa eğer aslında cevabı açık. Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz. Üstün değilseniz adam gibi inanmadığınızdan. İnancınız hayatınızı inşa etmediğinden, Allah’a güvenemediğinizden, kendinize olan güveninizi zedelediğinizden. Kimliğinizi mahvettiğinizden. Kişiliğinizi mahvettiğinizden dolayıdır. Yani üstün değilseniz, inancınızda, imanınızda bir noksanlık arayın, bir güven eksikliği arayın. Bakın oralarda bir şeyleri kaybetmişsiniz, oralara bakın diyor Kur’an.

femen nekese feinnema yenküsü alâ nefsih bundan böyle kim ahdinden dönerse iyi bilsin ki o sadece kendi aleyhine dönmüş olur. ve men evfa Bima ahede aleyhullahe feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma Kim de Allah’a verdiği ahde sadık kalırsa, aslında standart dil kuralına göre aleyhillahe olması, okunması gerekir, zaten bir kıratta da böyledir. Ama bizim mushafımızda ki esas alınan kıratta aleyhullahe okunmuştur ki bu o zamirin Allah’ı Azimüşşanı ifade eden hüve zamiri olduğuna ve O’nun azametine delalet ettiğine ilişkin olarak böyle okunmuştur diye Alusi’nin bir açıklaması mevcut. feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma kimde Allah’a verdiği ahde sadık kalırsa O, ona muhteşem bir ödül ihsan edecektir.

Bu ayet doğrultusunda Hz. Nebi Kim boynunda ki biat halkasını meşru bir mazereti olmaksızın çıkarırsa, o cahiliye ölümüyle ölür buyurur. Sanırım yanlış hatırlamıyorsam Tirmizi’de nakledilen bir haber bu. Yani bu haberin birçok varyantı da var. Hatta yanlış varyantları da var. Ama doğru varyantı bu. Söz vermiş, Allah adına biat etmiş. İtaat edeceğine dair söz vermiş ve sözünü bozmasına ilişkin meşru bir mazereti yokken sözünden caymışsa cahiliye ölümüyle ölür diyor efendimiz. Yani burada söze ihanet cahiliye ye dönmedir anlamı çıkıyor.

 

11-) Seyekulü lekel muhallefune minel a’rabi şeğeletna emvalüna ve ehluna festağfir lena* yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim* kul femen yemlikü leküm minAllâhi şey’en in erade Biküm darren ev erade Biküm nef’a* bel kânAllâhu Bima tamelune Habiyra;

Bedevîlerden geri bırakılanlar: “Bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz meşgul etti; bizim için mağfiret dile” diyecekler… Onlar gerçekte, öyle düşünmediklerini dillendiriyorlar! De ki: “Sizde bir zarar açığa çıkarmayı irade ederse ya da sizde bir fayda oluşturmayı irade ederse; kim Allâh’ın istediğine karşı koyabilir?”… Hayır, Allâh yaptıklarınızdan (yaratanı olarak) haberdardır. (A.Hulusi)

11 – Yakında diyecek sana o Arabîlerden geri bırakılanlar ki: «bizleri mallarımız ve âilelerimiz oyaladı, onun için bize istiğfar ediver!» Kalplerinde olmayan şey’i ağızlarıyla söyleyecekler, de ki şimdi hakkınızda Allah dan kim bir şey’e mâlik olabilir eğer size bir zarar irâde buyurur yahut bir menfaat irâde buyurursa? Doğrusu Allah ne yapıyorduğunuza habir bulunuyor. (Elmalı)

 

Seyekulü lekel muhallefune minel a’rabi şeğeletna emvalüna ve ehluna festağfir lena geride kalan bedeviler; mallarımız ve çocuklarımız bizi sana katılmaktan alıkoydu. Senin arkana düşmekten, senin kafilene katılmaktan alıkoydu. Artık Allah’a bizim için dua et af dile. Bizi affetsin yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim diyecekler. Ama onlar kalplerinde olmayan şeyi dile getirmiş olacaklar böylece.

Evet, böyle diyorlar, Allah’tan af dile. Geride kalanlardan kasıt, Hz. peygamber rüyasını gerçekleştirmek için müttefik kabilelere, etrafta ki bedevi kabilelere haber yolladığında bu daveti kabul etmeyen, bin bir türlü mazeret ileri süren o kabileler. Ğıfar, Müzeyne, Cüheyne, Eşca ve Elsem kabileleri olduğu kayıtlı kaynaklarımızda bunlar.

Onların hesabı nasıldı? Sanırım şöyle hesap ettiler. Mekke’de kiler, gelenlerin hakkından gelir. Bu bir avuç mü’min oraya gider ve dönemez bire kadar kırılır. Dolayısıyla biz rasyonalistçe hareket edelim. Yani kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmayalım. Güya uyanık davrandılar. Fakat bir şeyi hesap etmediler, Allah yokmuş gibi konuştular. Allah’ı hesaba katmadılar. İşte en büyük yanlışları buydu. Allah yokmuş gibi konuşmak. Dolayısıyla yamuk yaptılar, yanlış yaptılar, yanlış düşündüler. Yani vahiy ile inşa olmadı tasavvurları, vahiyle akıllarını inşa etmeyince Allah’ın gör dediği yerden bakmadılar, kaybeden onlar oldu. Devamında ne diyor?

yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim kalplerinde olmayan şeyi dile getirdiler, ağızlarıyla söylediler. Yukarıdaki sözlerinde dahi samimi değillerdi manasına gelir bu. Yani o mazeretlerinde bile samimi değillerdi. Bizim için Allah’tan af dile derken bile samimi değillerdi. Özür dilerken bile samimi değiller, hata ederken de samimi değiller, özür dilerken de samimi değiller.

Aslında değerli dostlar böyle bir örnek sadece ve sadece vahiylerde rastlanır. Gönülleri sadece Allah bilir. Kur’an da bu mucizevi gizlenen ve saklanan gerçeklerin mucizevi bir biçimde haber verilmesi örneği o kadar çok yer alır ki, bu bir mucizedir, bu tam bir mucizedir. Çünkü insanın içinde sakladığını ondan başka kimse bilmez, bir de Allah bilir. Dolayısıyla Allah haber verir. Peygamberimiz zaten böyle bir teşebbüste hiç bulunmamış ve böyle teşebbüste bulunanları da azarlamıştı. Lem ab as em eşukka ala kulubinnas.(Hadis) Ben insanların içini açıp bakmak için gönderilmedim diyordu. O halde bu bir mucizedir.

kul femen yemlikü leküm minAllâhi şey’en in erade Biküm darren ev erade Biküm nef’a De ki; peki şayet Allah size bir zarar vermeyi, veya bir yarar sağlamayı dilemiş olsa, O’nun, sizin için takdir ettiği şeyi kim engelleyecek, onun size ulaşmasını kim engelleyecek, kim dur diyecek Allah’a. Kim Allah’ın önüne bir engel gerebilecek, yani;

Çok ilginç dostlar burada dikkat buyurun lütfen. Burada işte falan bana beddua etti ne lazım gelir. Veya falanın duasını aldık, karada ölüm yok, denizde ölüm yok, havaya da biz çıkmayız vs. gibi bütün yaklaşımlara harika bir açılım getiriyor burası. Burada efendimizin dilinden de dediği şey şu ayetin; Hadi beni ikna edip duamı aldınız. Fakat Allah’ı nasıl ikna edeceksiniz.

Çok ilginç, çok ibretlik bir ayet. Üzerinde çok durmamız gereken bir ayet. Yani haydi alemlere rahmet olsam da beni ikna ettiniz. Ama alemlere rahmet olarak gönderilmiş olsam da Allah’ı kandırmaya kalktığınızda ben size rahmet olamam. Alemlere rahmet olurum da Allah’ı aldatmaya çalışana rahmet olamam. Dolayısıyla Allah’ı nasıl ikna edeceksiniz.

Allah’ın sizin için takdirini benim duam ya da bedduam belirlemez. Budur peygamberimize söyle denilen şey. Allah’ın size takdir ettiği şeyi benim duam değiştirmez, bedduam da değiştirmiyor. Benim duam değiştirseydi tevbe suresinde benim başında dua edip namaz kıldırdığım halde, hatta benim hırkamla kefenlediğim halde rabbim reddedip de bir daha onların mezarının başında bulunma demezdi münafıkların elebaşı Abdullah bin, Ubey bin Selul’ü bağışlardı benim duam hürmetine, ama reddetti. Dolayısıyla çok ilginç ve ibretamiz bir ayetle karşı karşıyayız.

Ya ne belirler? Sizin davranışınız belirler diyor. Yani Allah’ın sizin için takdirini, sizin davranışınız belirler. Benim duam ya da bedduam değil. Bunu nereden çıkardık? Biz çıkarmadık, devam edelim yeter.

bel kânAllâhu Bima tamelune Habiyra elbette ki zaten Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır. Yani kim yardım edecek diyordu ya bel, cevabı burada. Elbette ki hiç kimse. Hiç kimse yardım edemeyecek yani. Yardım edecek kimse veya Allah’ın size olan takdirinin önüne geçecek hiç kimse yok. Devamında kânAllâhu Bima tamelune Habiyra ki zaten Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır. İşte bu, Allah davranışınıza bakar, yaptıklarınıza bakar, niyetinize bakar, gönlünüze bakar. Yani iki şeyinize; Bir kalbinizde ki niyete, bir de davranışınıza.

 

12-) Bel zanentüm en len yenkaliber Rasûlü velmu’minune ila ehliyhim ebeden ve züyyine zâlike fiy kulubiküm ve zanentüm zannessev’* ve küntüm kavmen bûra;

Aslında siz Rasûl ve iman edenlerin, ailelerine asla geri dönmeyeceklerini zannettiniz! Bu fikir bilincinize güzel göründü de, böylece kötü zanda bulundunuz; helâkı haketmiş bir topluluk oldunuz! (A.Hulusi)

12 – Doğrusu siz, Peygamber ve mü’minler ebeden âilelerine dönemeyecekler zannettiniz, ve bu, kalplerinizde allandı pullandı kötü zanna düştünüz de düşkün bir kavim oldunuz a. (Elmalı)

 

Bel zanentüm en len yenkaliber Rasûlü velmu’minune ila ehliyhim ebede aksine sizler Resulüm ve mü’minlerin aile fertleri arasına bir daha asla dönmeyeceklerini zannetmiştiniz.

Girişte de, daha önce de değinmiştim. Yani Allah’ın gördüğü yer burası işte. Neler düşünüyorlar, giderler bir daha da dönmezler, biz de kurtuluruz, herkeste kurtulur. Böyle yaklaşıyorlar. Veya hesap soracak kimse olmaz nasıl olsa. Öldürüldükten sonra gelip bize hesap soracak halleri yok. Onun için gitsinler, (Haşa) belalarını bulsunlar. Ondan sonra biz de keyfimize bakalım. Böyle düşünmüşler. Haince bir düşünce olması bir yana, bunların Allah’a imanında samimi olmaları söz konusu değil. Çünkü Allah görüyor diye inanmıyorlar. Allah’ın yürekleri bildiğine iman eden kimse böylesine kaçamak düşünür mü? Problem çok derinde, yara derinde. Onun için hatırlayın münafık erkekler ve kadınlarla müşrik erkekler ve kadınlar aynı ayette geldi. Onun için geldi.

ve züyyine zâlike fiy kulubiküm ve böyle düşünmek size pek cazip görünmüştü değil mi? Hesapta akıllılık etmiştiniz. Gemisini kurtaran kaptan olacaktınız. Kâr zarar hesabında bir şeyi unutmuştunuz, Allah’ı. Allah’ı unutmuştunuz. Allah’ın gönüllerin özünü bildiğini unutmuştunuz. İçinizde sakladıklarınızı bildiğini unutmuştunuz. Muhatabınızın peygamber olduğunu göz ardı etmiştiniz. Muhatabınızın vahiy aldığını göz ardı etmiştiniz. Allah’ın; sizin sakladıklarınızın ona haber vereceğini göz ardı etmiştiniz ve akıllı olmadığınız anlaşıldı. Yani akıllıca hesap, uyanıkça hesap yapmaya kalktınız ama uyanıklık bu değil. Uyanıklık asıl böyle bir peygamberin arkasında kalbinize sahip olmaktır. Uyanıklık asıl vahiy alan bir nebinin liderliğinde içine dışına sahip olmaktır.

ve zanentüm zannessev’* ve küntüm kavmen bûra işte böyle berbat bir zanna kapıldınız da sonunda hayırsız bir toplum olup çıktınız.

 

13-) Ve men lem yu’min Billâhi ve RasûliHİ feinna a’tedna zilkâfiriyne sa’ıyra;

Kim varlığının Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a ve Rasûlüne iman etmezse, bilsin ki hakikat bilgisini inkâr edenler için saîri (alevli bir ateşi – radyasyon dalgaları) hazırlamışızdır. (A.Hulusi)

13 – Her kim Allaha ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz, kâfirler için bir çılgın ateş hazırlamışızdır. (Elmalı)

 

Ve men lem yu’min Billâhi ve RasûliHİ feinna a’tedna zilkâfiriyne sa’ıyra ama kim Allah ve Resulüne inanmazsa iyi bilsin ki biz inkarcılar için kışkırtılmış bir ateş hazırlamışızdır. Kışkırtılmış, alevlendirilmiş, yani kendilerinin kışkırttığı, kendilerin yangına körükle gittiği, kendi eylemlerinin ateşi kışkırttığı bir alev.

 

14-) Ve lillâhi Mülküs Semavati vel’Ard* yağfiru limen yeşau ve yu’azzibu men yeşa’* ve kânAllâhu Ğafûren Rahıyma;

Semâlar ve arzın mülkü Allâh içindir! Dilediğini mağfiret eder (suçlu hâlini örter); dilediğini azaplandırır (bedenselliğinin getirisine terk eder)! Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

14 – Ve Allah’ındır hep o Göklerin, Yerin mülkü: kimine diler mağfiret buyurur, kimine de diler azâb eyler ve Allah bir gafur, rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve lillâhi Mülküs Semavati vel’Ard göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir. yağfiru limen yeşau ve yu’azzibu men yeşa’ O dilediğini bağışlar, dilediğini de cezalandırır. Af ve azabında bir ilkesi yok mudur? Diye sorabilirsiniz. Yani o dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Bunun anlamı o Af ve azabında hiçbir ilkeye sahip değildir demek mi? Hayır, asla. Allah zaten vahiy ile ilkelerini koymuş ortaya.

Kimi diler peki? 11. ayete bakın. Niyet ve davranışları kriter olarak koymuştur. 11. ayet bunu ifade ediyor. Yani Allah kimi affetmeyi diler, kimi bağışlamayı diler ve kimi cezalandırmayı diler diye sorarsanız o zaman 11. ayette geliyor. Niyetine bakar, eylemine bakar. Niyetine ve eylemine göre diler, ya da dilemez. Biz bunu anlıyoruz. ve kânAllâhu Ğafûren Rahıyma Ama Allah zaten çok affedicidir, pek merhametlidir.

Rabbimizden bizi de o geniş rahmet denizinden kana kana kandırmasını niyaz ediyor, bizi, içimizi, dışımızı, eylemimizi, niyetimizi, yüreğimizi, hatta yüreğimizin ta derinliklerinde sakladıklarımızı, hatta yüreğimizde ki 40. odada ki bizim dahi görmek istemediklerimizi gören Allah’a; Ya rabbi sen içimizi dışımız gibi, dışımızı da istediğin gibi sevdiğin gibi, arzu ettiğin gibi kıl diye niyaz ediyoruz.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
3 Yorum

Yazan: 16 Ağustos 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

3 responses to “Tefsir Dersleri FETİH SURESİ (01-14) (161)

  1. Recai Karanfil

    09 Ekim 2018 at 07:33

    Selamünaleyküm. Sahife ile çok ilgili olduğunuzu iyi biliyorum. Tabiki tavsiyelere de kayıtsız kalmıyorsunuz. Rica etsem girişteki ilk ek bilgi (Ek bilgi ; Feth-i Karîb, Feth-i Mübîn ve Feth-i Mutlak…) la ilgili eki kaldırırmısınız.

     
    • ekabirweb

      09 Ekim 2018 at 18:14

      Aleykümselam. İlginiz için teşekkür ederiz. Allah ile kalın.

       
      • Recai Karanfil

        10 Ekim 2018 at 18:02

        Bu güzel sunumlar için asıl biz teşekkür ederiz. Emeği geçenlerden Allah razı olsun.

         

Yorum bırakın