RSS

Tefsir Dersleri NECM SURESİ (01-62)(167)

27 Eyl

5

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya mu’iyn..!

Değerli Kur’an dostları. Büyük mutasavvıf İslam irfanını ilk kez kodifiye eden, tedrin eden ve ekolleştiren Haris Bin Esed El Muhasibi, Kur’an akıldır der. Kur’an a anlayarak yaklaşmayan akıldan mahrum kalmıştır. Yine aynı şahıs; Kur’an, senin gökyüzündeki ruhun, yer yüzünde ki bedenindir. Ona yaklaşır, onunla kucaklaşır, onu hayatına giyersen ruhuna ve bedenine birlikte sahip olmuş olursun. Kur’an sız kalmak; İz’ansız ve irfansız kalmak değil sadece, aynı zamanda akılsız kalmak anlamına geliyor. Rabbim bizi Kur’an sız bırakmasın.

Bugün Necm suresinin tefsirini yapacağız inşallah. Necm suresi adını ilk ayetinden alır. Keriym sahabe bu sureyi bu adla anmış. Demek ki daha sahabe döneminde sure adını bulmuş.

Sure Mekki bir sure, hatta Mekke döneminin 3 dilimlik zamanında ilk dilimine tekabül ediyor. Tüm iniş tertiplerinde Abese ve İhlas sureleri arasında yer almış. Buna göre yaklaşık bir tarih vermemiz gerekirse nübüvvetin 2 ile 4. yılları arasını verebiliriz. Tek celsede ya da peyderpey inmiş olması muhtemeldir. İniş sırası, nüzul sırası 23. sıraya tekabül eder.

İbn Abbas’ın nakline göre Allah Resulünün ilk defa müşriklere açıktan ilan ettiği sure Necm suresidir. Bunun anlamı; Bu sure İslam tarihinde, nübüvvet tarihinde, Muhammedî davet döneminde bir dönüm noktasıdır. Çünkü müşriklerin tanrılarının yerildiği, açıkça eleştirildiği Kur’an da nazil olan ilk sure bu suredir.

Müşrikler kendi tanrılarını açıkça eleştiren ve yeren bu sure ile karşılaştıklarında, daha önceleri Resulallah’ın davetine karşı ne icabet ediyorlar, ne de saldırganlaşıyorlardı. Ama bu sureden sonra artık tavır değiştirmeye karar verdiler ve Muhammedî davete saldırıya geçtiler. Onun için bu sure davet döneminde bir dönüm noktasını oluşturur.

Surenin konusuna gelince; Sureyi 3 bölümde değerlendirebiliriz konu itibarıyla.

1 – Vahye ve vahyin kaynağına atıf. Nebinin vahiy meleğiyle iki ayrı görüşmesini ayrıntılı bir biçimde ele alır bu sure. Hatta bu açıdan Kur’an da tek suredir. İsra/1. ayetini saymazsak vahiy meleğiyle, vahyin ilk muhatabı olan Allah Resulü arasında ki ilişkinin bu kadar ayrıntılı ve detaylı ele alındığı bir başka yer yoktur. 1 ile 18. ayetler bu konuya ayrılmış. Bu vahyi inkar edenleri ret, vahye iman edenleri ise teskin ve teşvik anlamına geliyordu.

2 – Surenin 2. bölümü Kureyş’in bozuk tanrı tasavvuruna ayrılmış. Aracı putların reddiyle ilgili bu bölüm, sahte tanrılara tapanların psikolojik tahlillerini, bir başka ifadesi ile psikanalizini yapar. Gerçekten de surenin 2. bölümünde zemin ve zamanla irtibatlı olmaksızın, tüm zemin ve tüm zamanlarda Allah’tan uzak düşen bir akıl, nasıl açmazlara saplanır. Soyut düşünme yeteneğini kaybeden bir akla nasıl sefalet arız olur. Biz bunun tipik bir örneğini görüyoruz bu bölümde. Ki 19 – 32. ayetler arası bu konuyu işler.

3 – Surenin 3. bölümü ise insanın ebedi istikbali ile alakalıdır. İnsan iradeli olarak yaptığı tüm fiillerinde ya ödülü ya da cezayı hak eder. Çünkü irade iç güdüye benzemez. İrade ile iç güdüyü ayıran şey, toprak olmakla olmamak arasında ki fark kadardır. İrade ile içgüdüyü ayıran şey, yok olmakla var olmak arasında ki farktır. İrade ile yapılan bir eylem mutlaka hesabı sorulacak bir eylemdir. Onun için Ahiret iradeye verilmiş bir ödüldür. Hatta cennetiyle cehennemiyle. Çünkü ahiretten bahsetmek öldükten sonra yaşamaktan bahsetmektir. Yani ölmemekten ölümsüzlükten bahsetmektir.

Dolayısıyla var olmak, var olmayı sürdürmek başlı başına yok olmak arasında bir ödüldür. Ondan sonra ödül ve ceza gelir. Cennet ve cehennem gelir. Onun için var olmak öldükten sonra da yaşamayı bir başka düzlemde sürdürmek; iradeye Allah’ın verdiği bizatihi bir ödüldür. Sure iradeye ve iradeli fiillere verilecek olan ödül ve ceza sahneleriyle son bulur. Ki 33 – 62. ayetler arası buna ayrılmıştır.

Tüm zamanlar ve tüm mekanlar için geçerli ilahi ölçü de işte bu son bölümde dile getirilir. O şudur;

Bismillah; Ella teziru vaziretün vizre uhra (38) Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a (39) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez. Her insan için sadece ve sadece çabasının karşılığı vardır.

Bu ilahi sözlerin, bu gök ilkelerinin, bu evrensel prensiplerin sesi 1.400 yıl öteden bugüne yankılana yankılana devam etmektedir ve bundan böyle de yankılanacaktır. Bu kısa özetten sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

[Ek bilgi; Bu sure deşu üç konu üzerinde durulmuştur;

1) İnandığınız din zanna dayanmaktadır. İlahlıkla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Lat, Uzza ve Menat gibi putlara tapıyorsunuz. Bunlar sadece sizlerin akide haline getirdiğiniz vehim ve arzularınızdır. Fakat bu büyük bir sapıklıktır. Çünkü “din” zan değil, hakikattır, dolayısıyla zanna değil ilme (vahye) dayanmalıdır.

2) Allah bu kainatın yegane sahibidir. Doğru yol üzerinde olanlar, ancak Allah’ın gösterdiği yolu izleyenlerdir. Bu yolun dışına çıkanlar ise sapıklardan başkası değildir.

3) Asırlar önce Hz. İbrahim’in ve Hz. Musa’nın sahifelerinde beyan olunan dinin temel prensipleri, şimdi tekrar beyan olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed’in (s.a) getirdiği din yeni bir din olmayıp, Allah’ın her dönemde gönderdiği dinin ta kendisidir. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l Kur’an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym olan. Özünde merhametli, işinde merhametli olan. Varlığa karşı rahiym, rahman, mü’minlere karşı özel bir merhametle rahiym olan. Rahmeti, merhameti, bağışı, affı bütün bir varlığı kuşatmış olan Allah adına. Neden? Çünkü vahiy bir gök sofrasıdır. Vahiy insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası olarak onun ebedi hayatta yaşaması için gerekli olan tüm manevi gıdalar bu sofrada bulunur. İnsan, Mahlukat aleminin en dikkate değer üyesi. Var oluş aslında merhametin bir eseri. Allah rahmetini varlığı var ederek gösterdi. İnsana irade vererek bu merhameti kat kat kıldı ve irade verdiği insana tenezzül buyurarak, nüzul ederek, yani vahyini gönderip konuşarak ona olan rahmetini perçinledi. Vahiy Allah’ın insana olan merhametinin çok özel bir ifadesidir. Onun için biz vahye BismillahirRahmanirRahıym diye başlarız.

 

1-) Ven necmi izâ heva;

Necm’e (bölüm bölüm açığa çıkararak tüm hakikati anlatana) yemin olsun ki, (A. Hulusi)

01 – O Necme kasem ederim indiği dem ki. (Elmalı)

 

2-) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ;

Arkadaşınız ne saptı ne de azdı! (A. Hulusi)

 02 – Şaşırmadı sahibiniz azıtmadı da. (Elmalı)

 

3-) Ve ma yentıku anil heva;

(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz! (A. Hulusi)

03 – Ve hevadan söylemiyor. (Elmalı)

 

4-) İn huve illâ vahyun yuha;

O yalnızca vahyolunan bir vahiydir! (A. Hulusi)

04 – O sade bir vahiydir ancak vahyolunur. (Elmalı)

 

Ven necmi izâ heva. (1) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ (2) Ve ma yentıku anil heva (3) İn huve illâ vahyun yuha (4) Vahyin aşamalı, parça parça, peyderpey inişini düşün. Ven necmi izâ heva Ven Necm; İlk anlamı yıldız. Fakat bu kelime aynı zamanda Kur’an ın parça parça inişini ifade eden temcin sözcüğünün de türetildiği kelime. Onun için parça parça inişi, peyderpey inişi, aşamalı olarak inişi ifade eder. Ki İbn. Abbas’tan büyük öğrencisi Mücahid’in nakline dayanır bizim tercihimiz. Yoksa ilk anlamıyla çevirirsek ayeti, göründüğü zaman yıldızı düşün anlamını verebiliriz.

Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ arkadaşınız ne sapmıştır ne de kanmıştır. Yani o ne kendiliğinden yoldan çıkmıştır, ne de bir başkası onu yoldan çıkarmıştır. Eğer böyle düşünüyorsanız yanlış düşünüyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız yalnızca Allah Resulüne hakaret etmiş olmazsınız, Allah’a da hakaret etmiş olursunuz. Çünkü o elçidir. Elçinin onuru, onu gönderen kapının onurudur. Elçiye zeval olmaz. Siz elçiye eğer hakaret ederseniz, aslında bu elçiyi gönderene hakaret olarak anlaşılır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız.

 

[Ek bilgi; Dikkat ederseniz burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor.

Şu içinizde doğup büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız, sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz?

Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rabbimiz elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şahadette bulunuyor. (Besâiru’l Kur’an- Ali Küçük)]

 

Ve ma yentıku anil heva O kendi keyfinden konuşmamaktadır. Yani ben size Allah’ın kelamını iletiyorum derken, bu kendi sözleri değil, Allah’ın ona indirdiği vahyidir. Bu ayetten yola çıkarak Resulallah’ın mübarek dudaklarından dökülen her cümleyi, her sözü vahiy ilan etmek elbette ki doğru değil. Çünkü en çok ben de sizin gibi bir insanım, bir beşerim sözcüğünü duyduğumuz zat Resulallah’tır. (Kul innema) ene beşerün mislüküm. (Hadis) Ki rabbimiz ona ben de sizin gibi bir insanım demesini mükerreren emrediyor. Bu ayette ifade buyrulan şey bizzat vahyin kendisidir.

İn huve illâ vahyun yuha işte bu ayette delilidir. Bu vahiy, bu Kur’an kendisine indirilmiş olan bir vahiyden ibarettir. Yani o ben konuşuyorum, benim sözümü dinleyin, bunları ben söylüyorum demiyor. Bunları Allah’tan aldım diyor. Allah’tan aldım diye size ilettikleri sadece vahiydir. Ama Allah’tan aldım demedikleri ise vahiy değildir. Bu zaten bu anlama gelir.

Muhtemelen nüzul sürecinde vahiy teriminin geçtiği ilk yer burası. İslam öncesinde bu kelime kullanılıyor mu? Evet, cahiliye de bu kelime kullanılıyor. Vahiy sözcüğü kullanılıyor. Fakat bu anlamda değil. Mesela dikili taş anıtlar için kullanılıyor. İki ana niteliği var kelimenin. Etimolojisinde, kök anlamında iki mana var. Birincisi sürat, ikincisi ise hıffet. Yani birincisi hızlılık, süratlilik ikincisi gizlilik, kapalılık, örtülülük. Bu kelime ile ifade edilen tüm versiyonlar bu iki ana anlamı taşımak durumunda. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhatabına iletmeye vahiy diyoruz. Ki ilham, işaret, ima, ilka ve ihsas vahyin anlam alanına dahildir. Bir şeyi karşıdakine ima etmek, veya işaretle bildirmek dil dışı yöntemle, işaretle. Onu al oraya koy diyoruz mesela. Mesela sus diyoruz. Bunlarda dil dışı yöntemle bir manayı muhataba iletmek.

İlahi anlamların vasıtalı ya da vasıtasız vahyin ilk muhatabı olan peygamberin kalbine ilham ve ilka edilmesine ıstılahta vahiy denilir. Vahiy tüm süreçleriyle gerçek bir mucizedir. Akıl sır ermez bir mucizedir. Nasıllığını asla kavrayamaz insan. İşte o soruya ilişkin sınırlı bir bilgiyi Kur’an, vahiy, kendisi bu surede vermektedir. Aşkınla içkin arasında ki akıllar üstü ilişki ve iletişim biçimine tekabül eder. Gerçekten de insan aklı melek gibi madde üstü bir varlıkla, insan gibi maddi bir varlığın nasıl bir zeminde buluştuğunu, konuştuğunu, mesajın ilahi anlamıyla, mesajın lahuti başı ile, aşkın başıyla, içkin ayağının, yani kelimelerin nasıl birbirine kavuştuğunu, yani kelimelerin ruhu olan anlam ile kelimelerin cesedi olan harflerin birbirine nasıl ilka edildiğini, üflendiğini biz insanoğlu basit bir biçimde anlayamayız. Zaten bunu anlatan da yok. Bize ancak bunu ilahi bir vahiy anlatırdı. O da bize işte şu anda okuyacağımız ayetlerde gördüğümüz kadar anlattı. Şimdi biz bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine  ilişkin üstü örtülü, mecazi bir dille, sembolik bir dille kısa bir anlatımını göreceğiz.

 

5-) ‘Allemehu şediydulkuva;

O’na kuvveleri şiddetli olan talim etti! (A. Hulusi)

05 – Talim etti ona kuvveleri şiddetli. (Elmalı)

 

‘Allemehu şediydulkuva onu melekeleri çok güçlü bir melek öğretti. Şediydulkuva. Kuva’yi meleke diye çevirdim. Melekeleri çok güçlü bir melek. Zaten melekle meleke aynı kökten. Onun için hep derim insanda iyilik haline gelmiş, oturmuş ahlakı hamideye, güzel ahlaka meleke denir. Aslında bu meleğin insanda ahlaka dönüşmesidir. Melek sizde oturdu da ahlaka dönüştü mü meleke olur.

 

6-) Zû mirretin, festeva;

O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hâle geldi)! (A. Hulusi)

06 – Bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı. (Elmalı)

 

Zû mirretin, festeva . Zü mirra; gerçekten çaplı bir kelime etkileyici ve tam donanımlı o melek, etkileyici, tam donanımlı. Aklı şaşırtan, aklı yaya bırakan. Mirra akıl manasına da geliyor, etki manasına da geliyor, güç manasına da, kuvvet manasına da geliyor. Bir çok anlamı var. etkileyici ve tam donanımlı bir melek. Festeva; derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi ve ortaya çıktı.

Vahiy meleği Cebrail’den söz ediliyor elbette. Efendimiz bir haberde onu 600 kanadıyla gördüm ufku kaplamıştı buyuruyor. Bu da tabii ki 600 kanat, yani durdum da teker teker saydım anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor; tariften acizim. İnsan gözünün, insan aklının, insan havsalasının almayacağı kadar muhteşem bir olay, bu anlama geliyor.

Bu son ayet Festeva, ikinci bir mana ile de çevrilebiliriz bunu. Tüm varlığıyla doğruldu, tüm varlığıyla kuşattı, tüm varlığıyla kapladı anlamına gelir. Bu ayetin bu bölümünün yani ikinci yarısının öznesi peygamberimiz de olabilir. O zaman öznesi peygamberimizse eğer o zaman peygamberimiz kalktı, doğruldu anlamına gelir. Ama tercihim bu değil benim tercihim tekvir/23. ayetine dayanıyor ki o da tercihimizi doğrular nitelikte.

 

7-) Ve huve Bil ufukıl a’lâ;

O, Ufuk-u Âlâ (tüm dışsallığı kaplamış – âfakta) olduğu hâlde! (A. Hulusi)

07 – Ve o en yüksek ufukta idi. (Elmalı)

 

Ve huve Bil ufukıl a’lâ önce en uzak ufukta belirmişti. Yani ufku kaplamıştı, ufku doldurmuştu. Tabir caizse yer gök bundan müteşekkil hale gelmişti.

 

😎 Sümme dena fetedella;

Sonra yaklaştı, tedelli etti (âfaktan enfüse dönüştü müşahedesi). (A. Hulusi)

08 – Sonra yaklaştı da tedellî (Tevazu)  etti. (Elmalı)

 

Sümme dena fetedella daha sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu.

 

9-) Fekâne kabe kavseyni ev edna;

İki yayın birleşimi (kab-ı kavseyn) veya Edna (daha da yakın) oldu! (A. Hulusi)

09 – «Kâbe kavseyni ev edna» oldu da. (Elmalı)

 

Fekâne kabe kavseyni ev edna o kadar sokuldu ki iki yay aralığı, hatta daha az bir mesafe kaldı arada. kabe kavseyni ev edna Arapların kullandığı bir deyim, gerçek bir deyim. Yakınlık ifade eder. Şöyle Türkçe de düşünüyorum bunun tam karşılığı şu deyim olsa gerek arasından su sızmamak. O kadar yakın kaldı, su sızmıyordu. kabe kavseyni ev edna iki yay aralığı kadar. Aslında kaab yayın elle tutulan kısmının kirişin ucuna ve diğer ucuna kadar olan mesafeye denir diyenler de var, Kaab; yayın kirişle arasında ki mesafeye.

Yay biliyorsunuz Tahtadan, ahşaptan kiriş ise deri ve bunun gibi şeylerden olur. İkisinin arasında ki mesafeye dendiğini söyleyenler de var ama doğrusu Kaab elle tutulan yerden bağlantı yerine kadar iki tane kaab ı olur. Peki neden bu deyim olmuş? Bu deyimin aslı şu; Güç birliği yapmak isteyen iki kabile reislerinin yaylarını bir araya getirirler, ikisiyle bir tek ok atarlardı. Eğer iki yayla bir ok atılırsa bu bir tür yemin anlamına gelirdi ve etrafa da şu duyuru anlamına gelirdi; Biz artık güç birliği yaptık, bizi kimse ayıramaz. yani biz bir kişi gibiyiz, biz ikimiz bir kişiyiz ya da biz iki kabile, tek kabileyiz. Birimizin dostu diğerimizin dostudur, birimizin düşmanı diğerimizin de düşmanıdır.

Buradan aynı zamanda şunu da çıkarmış oluyoruz; Resulallah’a düşman olan meleğe de düşman olur, Cebrail’e de düşman olur. Yani Kabe kavseyni ev edna; bu ikisi dostluklarını ilan etmiş, bunlara düşman olan, aslında Muhammed e düşman olan meleğe de düşman olur.

Tabii buradan zımnen neyi anlıyoruz? 19. ayette başlayacak olan ve putlarına bunlar meleklerin suretleri diye ibadet eden bölge müşriklerine bir mesaj veriliyor. Yani siz meleklerin suretlerine; Bunlar bizim putlarımız, tanrılarımız diye tapıyorsunuz ama meleğe düşmanlık yapıyorsunuz, hem de meleklerin en büyüğüne, Cebrail’e. Onun için Muhammed S.A. a düşmanlık Cebrail’e düşmanlık anlamına gelir ve suçüstü yakalanıyorsunuz, çelişki halindesiniz. Gibi bir ima da çıkıyor.

 

10-) Feevha ila ‘abdiHİ ma evha;

Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti. (A. Hulusi)

10 – Verdi kuluna verdiği vahyi. (Elmalı)

 

Feevha ila ‘abdiHİ ma evha işte Allah’ın kuluna vahyettiğini böylece iletmiş oldu, vahyetmiş oldu.

Feevha ila ‘abdiHİ O’nun kuluna iletti. Ma evha onun vahy etti. Yani bir vahy eden var, bir vahy edilen var, bir de onun vah yettiği var. 3 ara kademe. Vahy eden Allah, vahy edilen Cibril, onun vah yettiği Allah resulü. Onun için burada iki vahiy geçiyor. Feevha ‘ila abdiHİ, ‘abdiHİ onun kulu, yani Allah resulüne vahy etti, bildirdi buda bildirme manasına, ma evha Allah’ın vahy ettiği. Burada da vahiy manasına alırsak daha doğru anlamış oluruz.

 

11-) Ma kezebel fuadu ma rea;

FUAD (Kalbindeki nöronların beyinde açtığı gerçeklikle bütünleşti dıştan gelen bilgi) yalanlamadı (inkâr etmedi) gördüğünü! (A. Hulusi)

11 – Gözün gördüğünü kalb tekzip etmedi. (Elmalı)

 

Ma kezebel fuadu ma rea gördüğünü gönül yalanlamadı. Gerçekten insanın tüylerini diken diken eden bir ayet. Bir müşahede bu, bir mucize bu. Aklın havsalanın ötesinde bir mucize. Aklın derecesine ve derekesine ancak bu kadar indiriliyor. Gördüğünü gönül yalanlamadı. Şöyle de çevirebiliriz bu ayeti gözün gördüğünü gönül yalanlamadı. Böyle de çevirebiliriz. Gözüyle gördü gönlü yalanlamadı. Veya gönlüyle gördü gözü yalanlamadı. Böyle de anlayabiliriz.

17. ayete dayanarak tabii gözü işin içine katabiliriz. Çünkü 17. ayette işin içinde. O zaman gönül de burada işin içinde. Neyle gördü? Gönlüyle gördü, gözü ile görmüş gibi oldu. sanırım böyle anlarsak doğru anlarız. Gönüyle görmek gözü ile görmekten çok daha derin bir görme. Aslında gören göz değil, bakan göz. Gören gönüldür, Akleden kalptir. Onun için görme eylemi beynin içinde gerçekleşir. Gözün arkasında geçekleşir. Onun için göz sadece bir araçtır ve gönül kör olursa göz ne kadar açık olursa olsun görmez. feinneha lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46)  gözler kör olmaz asıl kör olan sadırlardaki, göğüslerdeki gözdür, yani kalp gözüdür.

 

12-) Efe tumarunehu alâ ma yera;

Gördüğü hakkında O’nunla tartışıyor musunuz? (A. Hulusi)

12 – Şimdi siz ona o görüşüne karşı mücadele mi ediyorsunuz? (Elmalı)

 

Efe tumarunehu alâ ma yera şimdi siz ne yani,hemzeyi istifamiyeyi böyle çevirirsek sanırım daha uygun olur. Ne yani şimdi siz ne gördüğü hususunda onunla tartışacak mısınız. Yani neyi nasıl gördüğü hususunda onunla polemiğe mi gireceksiniz. Polemiğe girseniz ne çıkar. Gören o, gösteren Allah, görünen melek ve siz bunu tam kavrayamazsınız. İçinizde bu müşahedeyi yaşayan başka biri yok ki onunla tartışsın. Bu akıl sır ermez bir müşahede. Bu imana konu olan bir müşahede. İman edersiniz, tıpkı sıddıyk Ebu Bekir gibi. O söylüyorsa doğrudur.

 

13-) Ve lekad reahu nezleten uhra;

Andolsun ki Onu bir daha gördü (hakikatin bilincine inişiyle fark edilmesinde). (A. Hulusi)

13 – Kasem olsun ki o onu bir deha da inişinde gördü. (Elmalı)

 

Ve lekad reahu nezleten uhra doğrusu onu bir kez daha görmüştü. Bakın burada ikinci olaya geçti. Yani bu ayetlerin indiği ortamda gerçekleşen bir görme buraya kadar. Ama buradan sonrası 18. ayete kadar da daha önce gerçekleşmiş olan bir görme. Çünkü nezleten uhra, bir başka inişten söz ediyor. Onun için 1 – 18. ayetler arasında vahiy meleğiyle tek bir buluşmadan değil 2 buluşmadan söz ediliyor. Biri kadiym, biri de yeni. İki buluşmadan. Şimdi o kadiym buluşmayı naklediyor bundan sonraki ayetler.

 

14-) ‘Inde SidretilMünteha;

Sidret-ül Münteha (şuur olarak sonsuz yaşam hissedişi) indînde. (A. Hulusi)

14 – Sidrei müntehanın yanında. (Elmalı)

 

‘Inde SidretilMünteha en sonuncu sidre ağacının yanında. Arabistan kirazı ya da Arabistan hurması, veya bir tür Arabistan ağacı, çöl ağacı. Ki kaynaklar çok farklı farklı tasvir ediyorlar bu ağacı. Ki bizde katran, sedir ağacı diye meşhur olmuş. Yani adını oradan almış ama hiç şüphesiz Kur’an da nakledilen o sedir ağacı değil. Biz de biliyorsunuz toros sedirleri çok yiğit, yüce ve haşmetiyle meşhurdur. Himalaya sedirleri de öyle. Ama burada bahsedilen sedir, yani sidre ağacının çok daha farklı bir çöl ağacı. Gölgesi büyük, gerçekten yoğunluklu, uzun ömürlü yine haşmetli bir çöl ağacı olduğunu düşünmemiz gerekecek. Hurma da diyebiliriz buna bazı müfessirlerin dediği gibi.

Ama burada asıl el münteha dan söz edilmesi ilginç ve üzerinde durulması gereken de o. Sidretil münteha; Son sidre ağacı. Yani eşyanın ufku, el münteha, son, bitiş noktası, eşyanın bittiği yer. Yani maddi dünyanın bitip manevi dünyanın başladığı yer. Onun için burada ağaç bir sembol. Tıpkı Hz. Musa’ya ağaçtan konuşulması gibi. Adeta vahiy söz konusu olduğunda ağaçtan söz ediliyor ..fiyl buk’atil (Kasas/30) Ama burada el münteha üzerinde durmamız gerekiyor. O eşyanın bittiği, sanki bu maddi varlığın bitip manevi varlığın başladığı. Fizik dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı bir sınır gibi. İki ayrı düzlemin sınırı gibi görünüyor. Ötesi adeta cennetin yanı. Adeta arka planda cennet var. Adeta dünyanın bitip ahiretin başladığı, ki hemen bir sonraki ayet zaten bunu ifade ediyor.

 

15-) ‘Indeha Cennetül Me’va;

Cennet-ül Me’va da Onun (Sidret-ül Münteha’nın) indînde yaşanır! (A. Hulusi)

15 – Ki Cennetül’ me’vâ onun yanında. (Elmalı)

 

‘Indeha Cennetül Me’va me’va cennetinin yanında. Burada ki cennetül me’va, yani dünyadaki bahçelerden bir bahçeyi anlamayın, vaad edilen cennet. Ebedi gireceğiniz, vaad edilen cennet. Vaad edilen cennetin yanında. Ben bunu yanında diye çevirmek yerine, ‘indeha aynı zamanda sanki fonda cennet görüntüsü var. Bu çok özel, mucizevi müşahede de Allah resulüne fonda bir şeyler de gösteriliyor. Onun için Mirac hadislerinde bana cennet ve cehennem arz olundu buyuruyordu efendimiz. İşte ‘indeha cennetül me’va; fonda cennet eşliğinde tam orada buluştu.

 

16-) İz yağşes sidrete ma yağşâ;

O an ki, Sidre’yi (varlığını) bürüyen (hakikat nûru) bürüyordu (beden hissi kaybolmuş bir hâlde)! (A. Hulusi)

16 – O dem ki o Sidreyi bürüyen bürüyordu. (Elmalı)

 

İz yağşes sidrete ma yağşâ kaplayan o şey sidreyi boydan boya kaplamış ve kuşatmıştı. Çepeçevre kuşatmıştı. Kuşattığında, zaman zarfıyla gelmiş İz, kuşattığı zaman.

Dilin, sözün tükendiği nokta burası işte. Ma yağşa, İz sidrete ma yağşâ. Orada ki “ma” bilinçli bir müphemliği ifade eder. Bilinçli bir müphemlik, neden? Çünkü insanoğlunun sözü tükeniyor. Söz tükeniyor, kelime yetmiyor. Olayın azameti karşısında söz dağarcığı bitiyor. Çünkü nihayetinde vahyin ilahi anlamları, insanın konuştuğu kelimelerin içine, kalbine iniyor. Ve insan zihni orada artık duruyor. İşte İz yağşe sidrate ma yağşâ bu. Orada ki “ma” bilinçli bir müphemliği, yani ey insanoğlu söz bitti. Sidreyi kaplayan kaplamıştı. O kaplayan ne? Onu anlayamazsın. Onu kavrayamazsın o orayı kuşattı ama sen onu kuşatamazsın. O orayı kapladı ama sen onu kaplayamazsın.

 

17-) Ma zâğal basaru ve ma tağâ;

Görüşü ne kaydı (gayrı kavramına); ne de haddi aştı (ne de hakikati müşahededen dolayı tanrılık davasına düşüp, Firavunlaştı.)! (A. Hulusi)

17 – Göz, ne şaştı ne aştı. (Elmalı)

 

Ma zâğal basaru ve ma tağâ göz ne şaştı ve kamaştı, ne de haddi aştı. İfade de ki vuruculuğa bakınız. Göz ne şaştı ve kamaştı, ne de haddi aştı.

 

18-) Lekad rea min âyâti Rabbihil kübra;

Andolsun ki, Rabbinin (Hakikatini var kılan Esmâ özelliklerinin) işaretlerinden en büyüğünü gördü! (A. Hulusi)

18 – Vallahi gördü rabbinin âyâtından en büyüğünü gördü. (Elmalı)

 

Lekad rea min âyâti Rabbihil Kübra hakikaten de o rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını, en büyük sembollerinden bir kısmını görmüş oldu.. Bir benzeri İsra suresinde yer alır bu ayetin. Subhanelleziy esra Bi abdiHİ leylen minel Mescidil Harami ilel Mescidil Aksalleziy barekna havlehu linüriyehu min âyâtina. (İsra/1) Evet, Min âyâti, O’nun ayetlerinden bir kısmını. Hepsini değil, altı çizilmesi gereken nokta burası. Yani O’nun mucizelerinin tamamını değil bir kısmını gördü.

Razi; Allah’ı değil raa rabbeh değil Min âyâti rabbih, rabbinin ayetlerini gördü şeklinde açıyor bu ibareyi. Rabbini gördü ile rabbinin ayetlerini gördü çok farklı şeyler diyor. Onun için bazı müfessirlerin rabbini gördü diye algılamasını adeta metne zorla ve sonradan giydirilmiş bir algılama olarak görüyor.

Efendimiz mirac hadisinde, daha doğrusu hadislerinden birinde öyle buyuruyor. “Öyle bir yere vardım ki kalemlerin cızırtısını işitiyordum ötelerden gelen.” Bu aslında maddi ve fiziki dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı sınır. Yani meleğin bile bir adım atarsam yanarım dediği bir sınır beklide bilmiyoruz.

Hatta bu hadislerde Resulallah’ın ondan ötesinde Burak’a binip ötelere aldığını dile getirilir. Şah Veliyullah Dihlevi, Resulallah’ın miracta Burak’a bindiğini, binişini çok güzel biçimde te’vil eder. Der ki; Yani Burak bir hayvan olarak temsil edilir. Nefsi hayvaninin sırtına bindi, ona galip geldi ve onu aşarak nefsi ruhani ile mevlaya yüceldi. Yani kendi potansiyelinin sınırına nefsi ruhani ile yüceldi. Anlamını verir. Ki gerçekten hoş bir anlam.

 

19-) Efe raeytümüllate vel ‘uzza;

Gördünüz mü Lat’ı, Uzza’yı? (A. Hulusi)

19 – Siz de gördünüz değil mi Lât-ü Uzzayı? (Elmalı)

 

Efe raeytümüllate vel ‘uzza peki, hiç düşündünüz mü lât ve Uzza’yı? Bu ikisi Kureyş’in iki ünlü putu. Yani 3 tane ünlü büyük putu var Kureyşin, ki çok putları var da. Mesela İs’af, Naile Merve ve sefadaki putlar. Onlar burada sayılmıyor. Ama 3 büyük putu var Kureyş’in lat, menat ve uzza. İşte ikisi bu.

 

20-) Ve menates salisetel uhra;

Diğer üçüncüleri Menat’ı (böyle bir mi’râc yaşatabilirler mi)? (A. Hulusi)

20 – Üçüncü olarak da menatı uhrayı? (Elmalı)

 

Ve menates salisetel uhra ve sonuncusunu. Hani şu üçüncüleri olan Menat’a (neden dişi isimler taktığınızı) hiç düşündünüz mü?

Tarihçiler bu ayetlerle ilgili şöyle bir olay anlatırlar. Meşhur adıyla garanik olayı diye bilinen olay. Kureyş baskıları, Müslümanlar üzerinde çok tırmanır, ayyuka çıkar. İşkenceler, eziyetler, yıldırmalar, hakaretler o kadar yükselir ki bu baskılar, Müslümanların bir kısmı artık baskıya dayanamaz, özellikle zayıf ve korumasız Müslümanlar ve Resulallah’ın da izni ile bu insanlar Habeşistan’a hicret ederler. Tarihlerde bu hicret kayıtlıdır.

Fakat 2 ay sonra Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan bir kısmı Mekke’ye geri döner. Bu geri dönüşün sebebi nedir sorusuna cevap sadedinde tarihçilerin itibar ettiği fakat muhaddislerin ve müfessirlerin uydurma ve yalan olarak tespit ettiği şu olay anlatılır. İki ay sonra Müslümanlardan bir kısmının, Habeş Muhacirlerinden bir kısmının dönüşü gerekçesi olarak.

Allah Resulü Kureyş’in baskılarından çok yılmıştı. Onların ilahi davete icabet etmemesi onu çok üzüyordu ve onların ilahi davete kulak vermesini temenni etti. Bu temenni ile Allah’tan bir bahane yaratmasını temenni etti, çok arzu etmişti. Yani bir bahane olsun da onlar tıkadıkları kulaklarını açsınlar bir kez dinleyebilsinler bu vahyi. Böyle bir temennisi oldu. Bu temenni şöyle bir icabetle sanki kabul olmuş bir duaya dönüştü.

Şeytan onun diline bu ayetleri tam okuduğu sırada bir iki cümle attı, bıraktı. Onlar tilkel garanikül ülâ, yani bu sayılan putlar, lat, menat, uzza. Bunlar yüce kullardır. Ve inne şefa’tehünne letürca. Bunların hiç şüphe yok ki şefaaleri umulur. Şeytan bu cümleleri Resulallah’ın bu ayetleri okurken diline bıraktı.

Resulallah secdeye vardı, onun secdeye vardığını gören müşrikler de secdeye kapandılar ve bunu duyan Habeş Müslümanları işte bu nedenle 2 ay sonra Mekke’de barış oldu, artık Kureyş direnişini kaldırdı. Artık eziyetini kaldırdı, vazgeçti haberini alarak Mekke’ye döndüler. Gibi bir gerekçe ürettiler.

Bir kez İbn. İshak, İbn. Huzeyme’nin de isabetle ifade ettiği gibi bu zındıkların açık bir uydurmasıdır. Ki daha sonra bir çok müfessir de bunun uydurma olduğunun üzerine basa basa dile getirmişler, çünkü sahih bir isnadı yok. Sahih bir kaynağı yok. Ama bizce de uydurmadır, sahih bir isnadının olmaması yanında iki tane kapı gibi akli delili vardır bunun.

Birincisi Necm suresinin Habeş hicretinden önce inmiş olduğu yorumuna dayanır bu olay, bu uydurma Oysa bu kesinlikle doğru olamaz Necm suresi bu olaydan yani Habeşistan hicretinden sonra inmiş olamaz. Neden? Çünkü Mekke putlarının ilk bahsedildiği sure, ilk yerildiği sure bu sure. Mekke putları yerilmeden önce zaten Mekke’liler Müslümanlara baskı yapmıyorlardı. Kureyş Müslümanlara baskı yapmıyordu. Yani sadece dinlemiyorlar, kulaklarını tıkıyorlar ve aldırmıyorlardı. Baskı onların putlarını yerince geldi ve putlarının yerildiği ilk ayetler de bu surede yer aldı. Dolayısıyla nasıl Habeş hicretinden sonra inmiş olabilir bu sure. Zaten baskı ilk bu sure ile başlamış olmalı ve baskı başlamadan da hicret olmaz. Çünkü baskı görmeden Müslümanların Habeşistana, yurtlarını yuvalarını terk ederek hicret ettiklerini düşünmek abes. Bu bir.

İkincisi Hz. Peygamber bu olayın 20. ayette ifadesini bulan putları ısrarla ve açıkça eleştiri ayetleri ortadayken Hz. Peygamber bu sureyi okurken nerede secde etmiş olabilir. Secde ayeti bu surenin son ayetidir. Yani 62. ayet. Resulallah secde etti, müşrikler de secde ettiler. Hikaye bu. Peki de peygamberimiz surenin ortasında secde etmiş olamaz. Çünkü adeti gereği secde ayetinden sonra secde ediyor. Secde ayeti ise surenin en sonunda. Surenin en sonuna kadar peygamberimizi dinledilerse bu durumda putları yeren ayetleri de dinlemiş olmaları lazım. Birazdan onların tefsirine geleceğiz. Onlar putlarını yerden yere vuran bu ayetleri dinleye dinleye, anlaya anlaya nasıl oldu da secde etiler. Bu çelişki teşkil etmez mi? İkincisi de bu. Bu iki delil ile akli delil ile bu olayın kesinlikle uydurma bir olay olduğu açıktır.

[Ek bilgi; Zaten bu surenin 3. ayeti Peygamberin kendi heva ve hayalinden konuşamayacağı açıkça açıklanıyor. Ayetleri değiştirmek, eklemek, eksiltmek şeytanın gücü mesabesinde olan bir şey değil.]

 

21-) Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ;

Erkek sizin, dişi O’nun mu? (A. Hulusi)

21 – Size erkek ona dişi öyle mi? (Elmalı)

 

Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ erkekler size, kızlar O’na öyle mi?

 

22-) Tilke izen kısmetun dıyza;

Öyle ise bu insafsız paylaşmadır! (A. Hulusi)

22 – Bu öyle ise çok hayıflı bir taksim. (Elmalı)

 

Tilke izen kısmetun dıyza o halde ne berbat bir taksimat bu. Müşrikler taptıkları putlara Allah’ın kızları derlerdi. Çünkü ilginçtir putların üçü de dişi. İsimleri de bunu ele veriyor zaten. lat; dişi ismi. Menat; dişi ismi. Uzza; Azyz in dişi olanıdır. Eazzin dişil olanıdır. İsmi taftilin dişil olanına uzza denir. lat ve menat onlarda dişilik zaten kelimenin içinde var. Dolayısıyla üçü de dişi, dişi suretinde resmedilmiş. Neden dişi derseniz? Melekler dişidir de ondan diyorlar. Sanki melekleri görmüş gibi, meleklerin cinsiyeti varmış gibi, tespit etmişler gibi. Niye? Buradan yola çıkarak Allah’a da cinsiyet atfediyorlar. Allah’ta erkek olmuş oluyor. (Haşa) Ve melekler Allah’ın kızlarıdır diyorlar. Daha doğrusu Lat, Menat, Uzza meleklerdir, Allah’ın kızlarıdır. Allah’ın kızları demeleri Allah’ın evladı anlamına değil (haşa) Allah’ın haremi anlamına (Haşa). Hatta diyorlar ki yazı falanla, kışı falancayla geçirir. Yazı Lat ve Menat’la, kışı Uzza ile geçirir (Haşa).

Peki buradan nereye varıyorlar? Bunlar Allah’ın haremiyse, Allah’ın kızlarıysa etrafında ki dönen Allah’ın gönlünü eğliyorlar demektir. Biz bunların gönlünü edersek onlar da Allah’ın gönlünü ederler. Dolayısıyla buna da şefaat adını veriyorlar. İşte böyle bir akıl yürütme, böyle bir sapma özü itibarıyla öyle bir noktadan başlayıp öyle bir noktaya getiriyorlar ki işi ve bu ayetler aslında müşriklerin Allah inancında ne kadar sahte, ne kadar iki yüzlü ve ne kadar suçüstü yakalandıklarını gösteriyor. Bu bir suç üstüdür gerçekten.

 

23-) İn hiye illâ esmaun semmeytumuha entum ve abâuküm ma enzelAllâhu Biha min sultan* in yettebiune illazzane ve ma tehvel enfüs* ve lekad caehüm min Rabbihimül hüda;

Onlar ancak sizin ve atalarınızın isimlendirdiği, Allâh’ın hiçbir delil inzâl etmediği (arkası – müsemması olmayan yalnızca) isimlerden ibarettirler! Onlar, ancak zanna ve nefslerin hoşlandığı kuruntulara uyarlar… Andolsun ki kendilerine Rablerinden hakikat ilmi gelmiştir! (A. Hulusi)

23 – Onlar hiç bir şey değil sırf sizin ve babalarınızın taktığınız kuru isimler, Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi, yalnız zanna ve nefislerin sevdasına tabi’ oluyorlar, halbuki rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren, geldi. (Elmalı)

 

İn hiye illâ esmaun semmeytumuha entum ve abâuküm bunlar sadece sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerden ibarettir. ma enzelAllâhu Biha min sultan Allah bunlara hiçbir yetki ve otorite devretmemiştir. Yani bunların böyle bir otoritesi ve yetkisi yoktur.ç Size yardım ve şefaat etme otoritesi yoktur. Allah bunlara vermeden siz nasıl Allah adına Allah’tan alıp ta onlara verirsiniz.

Her tür şirk aslında tanrı atamaktır. Düşünün kul tanrısını atar mı? eğer biri birini atayacaksa tanrı kulu atar. Ama her tür şirkin özünde affedilemeyecek kadar büyük bir günah olmasının sebebi kulun tanrı atamaya kalkması, kulun tanrıyı dizayn etmeye kalkması. Kulun; tanrının ne yapacağını emretmeye, söylemeye kalkmasıdır. Ki bundan daha büyük küstahlık olur mu? Haddini bilmezlik olur mu? Onun için her şirk haddini bilmezliktir.

in yettebiune illazzane ve ma tehvel enfüs onlar sadece kuruntu ve nefsani arzularının peşinden gidiyorlar. Heva ve heveslerinin peşine takılıyorlar. ve lekad caehüm min Rabbihimül hüda oysa ki rablerinden kendilerine ideal bir doğru yol rehberliği gelmiş bulunuyor. Ama onlar bu rehberliğe uymuyorlar.

 

24-) Em lil’ İnsani ma temenna;

Yoksa insanın her dilediği olacak diye bir kural mı var? (A. Hulusi)

24 – Yoksa var mı insana her kurduğu huyla. (Elmalı)

 

Em lil’ İnsani ma temenna yoksa insan hakikatin kendi, arzu ve isteğine tabi olduğunu mu sanıyor?

Bazı müfessirler bu ayeti Hz. Nebiye hitap ettiğini düşünmüşler. Onun içinde, yani peygamber temenni etmesiyle olacağını mı sanıyor. Orada, hani hikayede temenni etti, ama Allah bu temennisinin doğru olmadığını böyle izah etti şeklinde anlaşılırsa böyle. Fakat bu anlayışı yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü lil’ insan açıkça Em lil’ İnsani ma temenna insan neyi temenni ederse o olur mu zannediyorlar.

Burada açıkça şunu söylüyor; Hakikat sizin temenninize göre mi belirlenir. Yani hakikati siz mi belirlersiniz. Sizin arzu ve isteğiniz hakikat üzerinde kalıcı bir etki bırakır mı? Siz öyle olmasını istediğiniz için gerçek öyle olur mu. Öyle olsaydı 6.5 milyar gerçek çıkmaz mıydı ortaya. Öyle olsaydı doğru diye neye diyebilirdik. Hak ve batıl, doğru ve yanlış, iyi ve kötü olur muydu öyle olsaydı. Yani insanın temennisine göre değişseydi o zaman üzerinde direnebileceğimiz bir temel, bir esas, bir ilke, bir iman olur muydu. İşte bence asıl söylediği bu.

 

25-) FeLillâhil ahıretu vel ula;

Allâh (Esmâ’sının özelliklerinin açığa çıkması) içindir sonsuz gelecek yaşam da dünya da! (A. Hulusi)

25 – Fakat Allah’ındır Âhiret ve olâ. (Elmalı)

 

FeLillâhil ahıretu vel ula fakat ahirette dünya da Allah’a aittir.

 

26-) Ve kem min melekin fiys Semavati lâ tuğniy şefa’atuhüm şey’en illâ min ba’di en ye’zenAllâhu li men yeşau ve yerda;

Semâlarda nice melek vardır ki, Allâh’ın dilediği ve razı olduğu için verdiği izin dışında, onların şefaati hiçbir fayda vermez! (A. Hulusi)

26 – Göklerde nice Melâike vardır da Allah dileyip razı olduğuna izin vermezden evvel şefaatleri hiç bir şey’e yaramaz. (Elmalı)

 

Ve kem min melekin fiys Semavat her ne kadar gökteki meleklerin sayısı çoksa da lâ tuğniy şefa’atuhüm şey’en illâ min ba’di en ye’zenAllâhu li men yeşau ve yerda Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler için verdiği şefaat izni olmadıkça onların şefaati hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Burada Allah’ın verdiği şefaat izninden kasıt; şefaat edenlerle değil, kime şefaat edileceği ile alakalı bir izindir. Kur’an ın ilgili diğer ayetlerinin de ispat ettiği gibi. Bu çerçeve de düşündüğümüzde şefaat Allah’ın affettiği müjdesini biri eliyle affettiği kuluna vermesidir. Burada aslında iki kişi onore edilmiş olur; bir af müjdesini iletme görevi ile görevlendirilen, yani ödülü tevdi etmesi istenen kişi onore edilmiş olur. İkincisi ödülün bizzat verildiği kişi. İşte ilahi şefaat bundan başka bir şey değildir.

 

27-) İnnelleziyne lâ yu’minune Bil ahıreti leyusemmunel Melaikete tesmiyetel ünsâ;

Muhakkak ki sonsuz geleceklerine iman etmeyenler, melekleri elbette dişi olarak tanımlarlar. (A. Hulusi)

27 – Evet Âhirete imanı olmayanlar Melâikeye dişi adı takıp duruyorlar. (Elmalı)

 

İnnelleziyne lâ yu’minune Bil ahıreti leyusemmunel Melaikete tesmiyetel ünsâ elbet ahirete inanmayan kimseler melekleri dişi isimlerle adlandırırlar. Yalnız bunlar adlandırır. Müşrik Mekke toplumunda meleklerin şefaatine inanan bir kesim vardı ve buradan yola çıkarak şunu düşünebiliriz, hatta şuna inanabiliriz. Ahirete de inanıyorlardı bu kesim. Buna rağmen onlar ahireti inkar eden ve dehri olarak adlandırılan Mekke’nin bir avuç reisinin düştüğü duruma düşüyorlar. Mekke’nin bir avuç reisi dehri idiler, yani bugünkü anlamıyla ateist idiler. Hiçbir şeye inanmıyorlardı. Onlar zamana inanıyorlardı. Zamanın döngüsüdür bu diyorlardı. Zaman bizi getiri, götürür. İşte materyalizm. Onların bir kısmı Yemen kökenli bir materyalizmi, bir kısmı da İran, Hire kökenli bir materyalizmi savunuyordu.

İşte onlarla ahirete inanan geniş yığınlar aynı göze de buluştular. Neydi bu? Hesaptan kaçmak, sorumsuzluk, yani meleklerin şefaatine inanan o geniş kitle en sonunda hiçbir şeye inanmayan o dehrilerle aynı gözede buluştular, ikisi de sorumsuzluk gözesinde buluştular. Hesabı vermek istenmiyorlardı. Onun için bir kısmı tümden inkar ediyor, bir kısmı ise putları aracı koyarak bunların gönlünü edersek bunlar da Allah’ın gönlünü eder gibi bakıyorlardı olaya haşa.

 

28-) Ve ma lehüm Bihi min ‘ılm* in yettebiune illezzann* ve innezzanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a;

Oysa bu hususta onların bir ilmi (delilleri) yoktur… Onlar ancak zanna uyuyorlar! Muhakkak ki zan, gerçeği yansıtmaz! (A. Hulusi)

28 – Mamafih ona dair bir bilgileri olduğundan değil sırf zanna tabi’ oluyorlar, halbuki zan haktan hiç bir şey’i muğnî olmaz. (Elmalı)

 

Ve ma lehüm Bihi min ‘ılm ama onların bu konuda hiçbir bilgisi bulunmamaktadır. in yettebiune illezzann sadece zannın peşine düşmektedirler. ve innezzanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a ama şu bir gerçek ki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah gibi aşkın, melek gibi gaybi varlıklar hakkında spekülasyon insanın sapmasından başka ne getirir. Allah gibi aşkın bir varlık, Melekler gibi gaybi bir varlık ancak zanla değil, ilahi bir beyana dayanarak iman edin. Yani siz Allah’ı nasıl biliyorsunuz, Alla size kendisini nasıl tanıtırsa. Eğer Allah’ın kendisi hakkında ki o bilgi sizin de elinizde varsa o zaman siz Allah oldunuz demektir haşa. Onun için biz Allah’ı kendi bildirdiği gibi biliriz. Onun zatı hakkında verdiği bilgi bizim Allah hakkında ki bilgimizdir. Onun ötesinde spekülasyon yapmayız Allah hakkında zan insanı batıla sürükler.

 

29-) Fea’rıd an men tevella an zikriNA ve lem yurid illel hayâted dünya;

Bizim zikrimize (hatırlattığımız hakikate) sırtını dönen ve dünya hayatının zevklerinden başka bir şey istemeyenden yüz çevir! (A. Hulusi)

29 – O halde bakma sen o bizim zikrimizden yüz çevirip de Dünya hayattan ötesini istemeyen kimselere. (Elmalı)

 

Fea’rıd an men tevella an zikriNA ve lem yurid illel hayâted dünya şu halde artık sen de vahyimizden yüz çevirerek bize sırt dönen ve tek arzusu bu dünya hayatının geçici zevkleri olan kimseleri ciddiye alma. Fea’rıd; aslında onlar senin gündemini tayin etmesin. Onlara takılma, onları ciddiye alma. Onlara sırt dön, onlardan bir şey umma anlamını verebiliriz. Neden? Çünkü onlar hayatı ciddiye almadılar. Hayatı ciddiye almamalarının sebebi tek dünyalı oluşlarıdır bakınız. Hayatı o kadar ciddiye alır gibi göründüler ki ahireti unuttular. Ahireti olmayan bir hayatın dünyası yoktur. Çünkü anlamı yoktur.

Eşya çift kutupludur, tüm mahlukat çift kutupludur. Hayatta çift kutupludur. Hayatı Allah yaratmıştır, Allah’ın yarattığı hayatta çift kutupludur. Eğer hayatı tek kutuplu olarak görüyorsanız hayat tanrı diyorsunuz demektir. Çok ilginç bir nokta aslında. Çünkü ne ki tek; o Allah’tır. Allah dışında tüm mahlukat çift kutupludur. Eğer sizi hayata da tek kutuplu olarak bakıyorsanız, hayat kendi kendisini yarattı diyorsunuz demektir. Allah yaratmış olsaydı çift kutuplu olurdu. Ahiret bu kutbun öteki kutbudur işte. Onun için ahireti inkar edenler hayatın; Allah’ın müdahil olmadığı bir alan olduğunu düşünenlerdir.

 

30-) Zâlike mebleğuhüm minel ‘ılm* inne Rabbeke HUve a’lemu Bi men dalle an sebiliHİ ve HUve a’lemu Bi menihteda;

Bilgilerinin onları ulaştıracağı son nokta işte budur (dünya zevkleriyle yaşayıp vefat etmek, başkasını düşünemezler)! Muhakkak ki Rabbin “HÛ” yolundan sapanı daha iyi bilir! “HÛ” daha iyi bilir hakikate ereni! (A. Hulusi)

30 – İşte odur onların ilimden irebildikleri gaye, şüphesiz ki rabbin, odur en bilen yolundan sapanı, hem de odur en bilen hidayeti tutanı. (Elmalı)

 

Zâlike mebleğuhüm minel ‘ılm onların bilgi ufku da işe bu kadardır. Ne kadar harika değil mi? Yani tek dünyalıların bilgi ufku da işe bu kadar, dünya ile sınırlı. Dünyevileşmiş bir kafanın bilgisi de bu aşağı hayatla sınırlı bir bilgidir değil mi? Dünya aslında edna dır. En aşağı hayat. Hayat mertebeleri basamak basamak, en aşağı hayat bu dünya hayatıdır. Onun için dünya ile sınırlı bir bakış açısının bilgisi de bu dünya ile sınırlı en aşağı bilgi türüdür. Fiziği aşmaz, metafiziğe ulaşmaz yani soyut düşünceden mahrum bir bilgi türüdür. Onun içinde sadece gördüğüne inanır veya inandığını da görür sadece o kadar. Onun dışında bir şey yok.

inne Rabbeke HUve a’lemu Bi men dalle an sebiliHİ ve HUve a’lemu Bi menihteda elbet senin rabbin kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilendir. Kimin doğru yola yöneldiğini de en iyi bilendir.

 

31-) Ve Lillâhi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı liyecziyelleziyne esau Bima ‘amilu ve yecziyelleziyne ahsenu Bil Hüsna;

Semâlarda her ne varsa ve arzda her ne varsa Allâh (Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerin açığa çıkması) içindir! (Bu) kötü fiilleri açığa çıkaranlara yaptıklarının sonuçlarını yaşatması, güzel davrananları da en güzeli ile cezalandırması içindir! (A. Hulusi)

31 – Hem bütün Göklerdeki ve Yerdeki hep Allah’ındır akıbet kötülük yapanları yaptıklarıyla cezalandıracak, güzellik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandıracak. (Elmalı)

 

Ve Lillâhi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard göklerde ve yerde ve varsa hepsi Allah’a aittir. liyecziyelleziyne esau Bima ‘amilu akıbet o, kötülük yapanları yaptıklarıyla cezalandıracaktır. Zımnen kötülük yapanları yaptıkları kötülük kadarıyla cezalandıracaktır fazlasıyla değil. ve yecziyelleziyne ahsenu Bil Hüsna iyilik yapanları ise çok daha güzeliyle ödüllendirecektir.

Kötülükler yalnızca kendisi kadar karşılık alır ama iyiliklere gelince onlar çok fazlasıyla, yine Kur’an ın ifadesiyle li yecziyehümullâhu ahsene ma kânu ya’melun (Tevbe/121) Allah onları yaptıklarının en iyisiyle ödüllendirecek buyuruyor. Yaptıklarının en iyisiyle ödüllendirilmek onun için biz ibadetleri tekrar ederiz. Namazı, orucu tekrar ederiz. Haccı, sadakayı, zekatı tekrar ederiz. Emri bir ma’rufu, cehdi cihadı, ilmi tekrar ederiz. Neden? Çünkü gümüş namazda kalmak istemeyiz, altın namazı bulmak isteriz. Altında kalmak istemeyiz platin namaza ulaşmak isteriz, oradan elmas namaza ulaşmak isteriz. Neden? Çünkü içinde bir tane elmas namaz olursa en iyisiyle ödüllendirecek. Diğerlerini de elmas namaz hizasına yazacak onun için.

 

32-) Elleziyne yectenibune kebairel’ ismi velfevahışe illel lemem* inne Rabbeke Vasi’ul Mağfireti, HUve a’lemu Bi küm iz enşeeküm minel Ardı ve iz entum ecinnetun fiy butuni ümmehatiküm* fela tüzekkû enfüseküm* HUve a’lemu Bi menitteka;

Onlar ki, büyük suçlardan (şirk, iftira, öldürmek vb. gibi) ve fevahişten (zina vb. gibi) uzak dururlar; beşeriyetin sonucu ufak suçlar dışında… Muhakkak ki Rabbinin mağfireti geniştir! O varlığınızı Esmâ’sıyla oluşturan olarak sizi daha iyi bilir; arzdan (bedeniniz) sizi inşa ettiğinde ve analarınızın karınlarında ceninler hâlindeyken! O hâlde nefslerinizi (benliğinizi) temize çıkarmaya çalışmayın! O, korunanın kim olduğunu (Esmâ’sıyla yaratanı olarak) bilendir! (A. Hulusi)

32 – Onlar ki günahın büyüklerinden: vebalden, fuhşiyyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusur başka, şüphesiz ki rabbin geniş mağfiretlidir, hem sizin her hallerinize alemdir, sizi Arzdan inşa ettiği sıra ve sizler analarınızın karınlarında cenînler iken, şimdi nefislerinizi tezkiyeye kalkışmayın odur en bilen muttaki olanı. (Elmalı)

 

Elleziyne yectenibune kebairel’ ismi velfevahışe illel lemem* inne Rabbeke Vasi’ul Mağfirah büyük günahlardan ve ahlaksızca, hayasızca fiillerden kaçınanlara gelince. Ufak tefek kusurlar işleseler de kesin olarak bilsinler ki senin rabbin engin ve sınırsız bir bağış sahibidir. Kusursuz ve hatasız kul olmaz. İnsan kusurludur. Rabbimiz de insandan kusursuzluk beklemiyor, illel lemem o. Yani kusur, hata işlerler. Ama büyüklerinden kaçınırlarsa Allah küçüklerini bağışlayacaktır. Melek değil, rabbimiz insan istiyor.

 

[Ek bilgi-1; Büyük günahın neler olduğu hususunda İslâm âlimlerinin şöyle bir ölçüsü vardır. “Allah’ın yasakladığı her şey (günah) büyüktür.” (Ebü’l Leys Semerkandi- Tefsiru’l Kur’an)]

 

[Ek bilgi-2; Mesruk, Abdullah b. Mesud’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Göz­lerin zinası bakmak, ellerin zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Bu­nu doğrulayan yahut yalanlayan ise feredir. Eğer bu gerçekleşirse zina olur, bu gerçekleşmezse bunlar lemem (küçük günahlar, kusurlar) olur. (el Camiu li Ahkamil Kuran – Kurtubi)]

 

HUve a’lemu Bi küm iz enşeeküm minel Ardı ve iz entum ecinnetun fiy butuni ümmehatiküm neden mi işte cevabı. O yeryüzü toprağından sizi var ederken de, annelerinizin karınlarında cenin halindeyken de sizinle ilgili her şeyi bilir. Yani sizin zaaflı olduğunuzu, zayıf olduğunuzu, yetersiz olduğunuzu, kendi kendinize yetmediğinizi, ancak Allahlı olunca ayakta kalabileceğinizi, Allah desteğini çekince burnunuzun üzerine sürüneceğinizi çok iyi bilir.

Onun için de kusurlu, hatalı olmanızı rahmetinden mahrumiyet olarak değerlendirmez. Sizi rahmetine muhatap kılmak ister. Yeter ki bu konuda bir irade beyanında bulunun. Yeter ki bu konuda adım atın. Yeter ki bu konuda onun yasakladığı o büyük günahlardan kaçının. Onun dışında kalan küçükleri, hataları, kusurları, bilerek bilmeyerek işlediğiniz o hataları o engin rahmet denizinde sizi yıkayarak arındırır. Bunu bilin yani.

fela tüzekkû enfüseküm peki, ne ister sizden? Sizden bir melek muamelesi, melekmiş gibi yapmanızı istemez. Ya ne ister? Şu halde kendinizi yunmuş yıkanmış görmeyin. Kendinizi tezkiye etmeyin. Yani ben pırıl pırılım iddiasında bulunmayın. Yusuf gibi olun. Belki bir başka yaklaşımla, ifade ile, çünkü bu ifade Yusuf’a değil de Züleyha’ya da atfedilebilir.

Ve ma uberriu nefsiy. (Yusuf/53) ben nefsimi temize çıkarmam, tebriye etmem innen nefse leemmaretun Bissui. Çünkü insan benliği kötüyü emreder. Yani insan benliğinde bir zaaf noktası, negatif bir potansiyel var. Bu negatif potansiyel niye var? Aslında insana irade verilirken insana eğer seçme yeteneği verilmişse birden fazla seçenekte verilmelidir ki irade boşa gitmesin. Eğer seçeneğiniz yoksa irade neye yarayabilir, ne işe yarayacak. Onun için insanda pozitif kutup olduğu gibi negatif kutupta var. Negatif kutbun olması aslında insanın bir zaafı değil iradenin kullanılması için şarttır.

HUve a’lemu Bi menitteka kimin takvaya uygun davrandığını en iyi bilen odur. Kendinizi temize çıkarmayın. Temizlerin bunun için çaba harcaması temizliğinin delaleti olarak yeter. Yani temizlenmeye çalışın, arınmaya çalışın Allah’ın rahmet denizinin oluğunun altına başınızı tutun, yüreğinizi göz yaşınızla yıkayın, rabbinizin eşiğine başınızı koyun ve ya rabbi ben sana muhtacım, sen sana yetersin, ben bana yetmem, sen bana da yetersin de. Allah’a muhtaç olduğunuzu asla unutmayın. Allah sizden bunu istiyor. Ben pırıl pırılım, ben tertemizim demek aslında benim, senin rahmetine ihtiyacım yok demekle aynı kapıya çıkar.

 

33-) Eferaeytelleziy tevella;

Yüz çevirip geri döneni gördün mü? (A. Hulusi)

33 – Şimdi gördün a? o çevrileni. (Elmalı)

 

Eferaeytelleziy tevella ey insan görmez misin bize sırt çevireni.

 

34-) Ve a’ta kaliylen ve ekda;

Az (bir şey) verip, (sonra vermeyi – infakı kesip) sımsıkı tutanı! (A. Hulusi)

34 – Ve biraz verip de dayatıvereni. (Elmalı)

 

Ve a’ta kaliylen ve ekda azıcık verip ardından keseni.

Bu ayetlerle ilgili şöyle bir nüzul sebebi anlatılır. Velid Bin Muğire bir gün Resulallah’ın okuduğu Kur’an dan etkilenir. Etkilendiğini gören arkadaşı der ki; Görüyorum ki çok etkilenmişsin. “Evet, çünkü ya ölümden sonra bir hayat varsa diye düşünüyorum. Ya varsa? O zaman yandık demektir” der. Velid Bin Muğire’nin etkilendiğini gören bu arkadaşı der ki “Varsa eğer gel seninle bir pazarlık yapalım. Sen bana şu kadar ödeme yap ben senin günahlarını satın alayım. Yani senin çekeceğini ben çekeyim. Olur derler ve anlaşırlar. Velid bin Muğire bir parça öder o gün ondan sonra söz verdiği miktarın geri kalanını ödemez. Yan onun inkarında da samimi olmadığı ortaya çıkar. Yani iş bedel ödemeye gelince ona da yanaşmaz.

Burada ki Ve a’ta kaliylen ve ekda azıcık verip ardından keseni bununla ilişkilendirirler. Ama doğrusu bu ayetler zaman ve zeminler üstü ayetlerdir. Allah’a inancında samimi olmayan Allah için verirken de eli titrer, veremez. Çünkü Allah’a güvenemez. Onun içinde arkasını keser. Belki bu böylesine genel bir durumu izah içindir.

 

[Ek bilgi: Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur:

Hz. Osman (r.a) malını çokça Allah yoluna infâk etti. Bunu gören Velîd bin Utbe dedi ki: “Sen malını çarçur ediyorsun, Yarın muhtaç duruma düşeceksin. Harcama.”

Hz. Osman (r.a): “Benim günahım çoktur. Bu sarfımla günahlarıma keffâreti düşünüyorum,” dedi.

Velîd dedi ki: “O malının bir kısmını bana ver. Ben de senin günah yükünü üzerime alayım. Onun günahı benim omuzum da olsun. Sen de bu yükten kurtulursun,” dedi.

Bunun üzerine Osman bin Af-fan (r.a) ona istediği kadar malından verdi, Hak Teâlâ bu yanlış alış-verişi düzeltmek için bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Ebü’l Leys Semerkandi- Tefsiru’l Kur’an)]

 

35-) E’ındehu ılmul ğaybi fehuve yera;

Gaybın ilmi onun indînde de, o mu görüyor? (A. Hulusi)

35 – Gayb ilmi yanında da artık görüyor mu? (Elmalı)

 

E’ındehu ılmul ğaybi fehuve yera şimdi o gaybın bilgisine sahip olduğunu, onu gözlemlediğini mi iddia ediyor.

 

36-) Em lem yünebbe’ Bima fiy suhufi Musa;

Yoksa Musa’nın sayfalarında olanlar (bilgiler – hükümler) haber verilmedi mi? (A. Hulusi)

36 – Yoksa haber mi verilmedi Musâ’nın suhufundaki. (Elmalı)

 

Em lem yünebbe’ Bima fiy suhufi Musa yoksa ona bildirilmedi mi Musa’ya gelen vahiyde nelerin yer aldığı.

 

37-) Ve İbrahiymelleziy veffa;

O çok vefalı İbrahim (-in sayfalarında olanlar)? (A. Hulusi)

37 – Ve çok vefakâr olan İbrahim’in kindeki. (Elmalı)

 

Ve İbrahiymelleziy veffa dahası aynı şeylerin vefa sahibi İbrahim’in vahyinde de olduğu ona bildirilmedi mi? Nedir bu? İşte şu;

 

38-) Ella teziru vaziretün vizre uhra;

Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez! (A. Hulusi)

38 – Ki doğrusu bir vizir çeken başkasının vizrini çekecek değil. (Elmalı)

 

Ella teziru vaziretün vizre uhra kesinlikle hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenemez. Bir başkasının sorumluluğunu taşıyamaz. Herkes kendi sorumluluğunu taşır. Nasıl?

 

39-) Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a;

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır! (A. Hulusi)

39 – Doğrusu insanın sa’yinden başkası kendinin değil. (Elmalı)

 

Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a ve insan başkasının değil sadece kendi çabasının karşılığını görecektir. Burada dikkat buyurun lil mü’miniyn değil, lil İnsanî. İnsan için çabasının karşılığı vardır. Mü’min ya da değil, insan çabasının karşılığını görecektir. Dolayısıyla hiç kimsenin yaptığı zayi olmayacaktır, açıktır. Çünkü;

Femen ya’mel miskale zerretin hayren yerah.

Ve men ya’mel miskale zerretin şerren yerah. (Zilzal/7-8) kim zerre miktar bir hayır işlerse onu görür. Yani onun üstü örtülmez, o zayi olmaz.

 

[Ek bilgi; Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, büyük alim Hüseyin bin Fadl’dan Necm Suresi’ndeki 39. ayet ile el-Bakara Suresi’ndeki 261. ayetin zahirde birbirleriyle çeliştiği hususunu sordu. Hüseyin: «Adalet noktasından bakılırsa kişi ne yapmışsa onun için o vardır. Fakat fazilet noktasından bakılırsa Allah dilediğini ona verir» de­di. Bunun üzerine Vali, Hüseyin’in başından Öptü ve takdir etti. (Büyük Kur’an tefsiri- İbn Kesir)]

 

40-) Ve enne sa’yehu sevfe yura;

Onun çalışmasının sonucu da yakında görülecektir! (A. Hulusi)

40 – Ve elbette sa’yi yarın görülecek. (Elmalı)

 

Ve enne sa’yehu sevfe yura ve elbet onun çabası günü geldiğinde kesinlikle gözler önüne serilecektir. Yani burada sevfe yura, aynen Ve men ya’mel miskale zerretin şerren yerah (Zilzal/8) de olduğu gibi oradaki yerah ile yura adeta aynı yere atış yapıyorlar. Görülecektir ya da görecektir, onu görür, veya görülecektir burada olduğu gibi mechul fiil. Yani görmesi; karşılığını görmesi mi, yoksa zayi olmaması, Daha doğrusu üstüne yatılmaması, hiçbir şeyin üstünün karartılmaması anlamında mı.

Çağımızın kadın müfessirlerinden Aişe Abdurrahman bu ikinci anlamda olduğunu söylüyor. Görür ve Allah’ın rahmetini de böyle izah ediyor. Görür ama Allah rahmetiyle muamele eder. Yani zerre kadar şerri yazılır, fakat Allah onun cezasını vermek yerine affeder. Bu manada alıyor ki hoş bir yaklaşım.

 

41-) Sümme yüczahul cezael evfa;

Sonra ona tastamam (yaptıklarının) sonuçları yaşatılacaktır! (A. Hulusi)

41 – Sonra ona en değerli mükâfat verilecek. (Elmalı)

 

Sümme yüczahul cezael evfa sonunda o yaptıklarına karşılık eksiksiz ödüllendirilecektir.

 

42-) Ve enne ila Rabbikel münteha;

Muhakkak ki gidişin sonu rabbinedir! (A. Hulusi)

42 – Ve elbette nihayet rabbine gidilecek. (Elmalı)

 

Ve enne ila Rabbikel münteha en nihayet var oluşun son en son sınırı rabbine ait bir bilgidir. Başta O vardı, en sonra da yine O kalacaktır.

Küllü men ‘aleyha fan,

Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) her şey fanidir, fani olacaktır, geriye kalan sadece Celal ve ikram sahibi rabbinin zatıdır.

 

43-) Ve ennehu HUve adhake ve ebkâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, güldüren de ağlatan da! (A. Hulusi)

43 – Hakikat odur güldüren ağlatan. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve adhake ve ebkâ ve elbet ağlatan da O’dur güldüren de O. Yani insan psikolojisi Allah’ın müdahalesine açıktır. Afak ve enfüs Allah’ın müdahalesine açıktır. O enfüste de, yani iç dünyanızda da müdahil olandır. Allah iç dünyanızı da boş vermez. Onun için ne ağlamanızı, ne gülmenizi Allah’tan bağımsız anlamlandırmaya kalkmayın. Ağlattıysa bir hikmeti vardır, güldürdüyse arkasında ne var ona bakın.

 

44-) Ve ennehu HUve emate ve ahyâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, ölümü tattıran da (ilimle) dirilten (bâ’s eden) de! (A. Hulusi

44 – Hakikat odur öldüren, dirilten. (Elmalı))

 

Ve ennehu HUve emate ve ahyâ dahası O elbet öldürendir ve diriltendir. Öldüren de O’dur, dirilten de O’dur. Allah hayatın her iki yüzüne de müdahildir. Hayat anlamını ölümle bulur. Ölüm ötesi olmasaydı ölüm öncesi hiçbir anlama sahip olmazdı. Onun için hayatı ve ölümü yarattı. Yarattı ki insan azmasın, yaptıklarının hesabını versin, iradesinin bedelini ödesin diye.

 

45-) Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ;

Muhakkak ki “HÛ”, iki cinsi erkek ve dişi yaratan. (A. Hulusi)

45 – Hakikat odur erkeği dişiyi iki eş yaratan. (Elmalı)

 

Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ işte geldi, yine erkek ve dişi çiftleri yaratan da kesinlikle O’dur. Mahlukatın zıt kutupluluğuna bir delalettir bu ayet. Çift kutuplulardan birinde yer alan mahluktur, yaratılmıştır, Ona, yaratana ait bir sıfat verilemez. Onun içinde melekler de yaratılmıştır. Siz eğer görünmez varlıklara tapmaya kalkarsanız, onlara tanrı sıfatı vermeye kalkarsanız mahluka halık sıfatı vermeye kalkarsınız ki hem onlara dişilik erkeklik atfedersiniz, hem de onlara tanrı sıfatı verirsiniz sizinki nasıl bir çelişki diyor. Zımnen.

 

46-) Min nutfetin izâ tümna;

Sperm olarak atıldığında (Rahime)! (A. Hulusi)

46 – Bir nutfeden ekildiği zaman. (Elmalı)

 

Min nutfetin izâ tümna rahme atıldığı zaman bir meni damlasından.

 

47-) Ve enne aleyhin neş’etel uhra;

Muhakkak ki neş’e-i uhrâ (ikinci yaşam) O’nadır! (A. Hulusi)

47 – Şüphesiz ona aittir neş’eti uhrâ da. (Elmalı)

 

Ve enne aleyhin neş’etel uhra ve elbet öteki hayatı yaratmak ta O’na düşer. Bir önceki ayetle birlikte almalı. 45 ile 46. ayeti. Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ (45) Min nutfetin izâ tümna (46) erkek ve dişi çiftleri yaratan da kesinlikle O’dur, rahme atıldığı zaman bir meni damlasından yaratan O’dur manasına.

Ve enne aleyhin neş’etel uhra ve elbet öteki hayatı yaratmakta yine O’na düşer.

 

48-) Ve ennehu HUve ağnâ ve aknâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, ganî eden de fakir kılan da. (A. Hulusi)

48 – Hakikat zengin eden, sermaye veren o. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve ağnâ ve aknâ yine elbet zengin eden de O’dur, Mal mülk veren de diye çevirmişler ama akna kelimesi zıddı işaret etmesi gerekir. Ağna zengin eden, akna fakir eden gibi bir anlama sahip olması lazım. Fakat bu kelimenin kökeninde bu anlam var mı? Mekais sahibi bu kelimenin kökeninde ki bu anlamı kanâl diye göstermiş. Yani bizde kanal manasına gelen el kanâl. Suyu sınırlayarak, kontrol ederek bir yere sokmak. Burada da aslında zengin eden ve sınırlandıran, sınırlı veren, kısarak veren anlamına gelse gerektir ki Şevkâni de bu anlama dikkat çekmiş isabetli olarak.

Aslında bu Kur’an da ki yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir. (Şûra/12) rızkı genişletir ve sınırlandırır. Ama Kur’an ın hiçbir yerinde rızkı keser yok. Yok çünkü Allah’ın rızkı kesmesi demek varlığını yok etmesi demek. Var olmak bile rızıktır. Onun için Fakir Allah’ın rızkını kestiği kimse değil sınırlandırdığı kimsedir. Nefes bir rızıktır, her nefes. Yaşadığı her an bir rızıktır. Çalışan beyni bir rızıktır, atan kalbi bir rızıktır, var oluşu bir rızıktır. Onun için Allah rızkını kestiğini yok eder, yok olur.

 

49-) Ve ennehu HUve Rabbuş şı’ra;

Muhakkak ki “HÛ”dur, Rabbüş Şi’ra (Sirius yıldızının Rabbi)! (A. Hulusi)

49 – Ve hakikat Şi’ranın rabbi o. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve Rabbuş şı’ra ve şira yıldızının rabbi de kesinlikle O’dur. Neden Şİra yıldızının rabbi O’dur? Şans ve uğur kaynağı olarak bilirlerdi cahiliye Arapları şira yıldızını. Bahtımız karardı ya da açıldı dediklerinde bu yıldıza bakarak böyle bir fal açarlardı. Bu sirius yıldızı olarak niteleniyor. Yaratılanı değil yaratana kulluk edin mesajı bu mesaj. Yani siz parmağın gösterdiği yere bakacağınız yere parmağa bakıyorsunuz. Parmak ayı gösterirken aya bakarlar parmağa değil. Yani sizi Allah, mahlukatın starı yaptı insanoğlunu, siz ise göğün starına tapıyorsunuz. Bu nasıl iş, bu nasıl nankörlük. Yani yıldızların da starı sizsiniz. Çünkü o sizin için yaratıldı. Fakat siz tuttunuz sizin için yaratılana tapmaya başladınız. İnsanoğlu böyle Allah’a sırt dönerse yapmayacağı ahmaklık yoktur.

 

[Ek bilgi; Ayetlerde söz edilen ve adına and edilen yıldız Sirius Yıldızıdır. Sirius galaksimizdeki, dünyamızdan en parlak görünen yıldızdır.

Tabii ki, koca galakside çok daha parlak yıldızlar vardır fakat bizim bulunduğumuz konumdan en parlak görünen yıldız odur. Sirius, eski mitlere ve inançlara göre, Dünya’ya gelen eski Tanrıların kendi dünyalarının bulunduğu noktanın, bu boyuttaki izdüşümlerinden birinin koordinatlarındadır.

Tabii, antik tanrılar sadece Sirius’tan veya bir başka yıldızdan gelmediler ya da eğer geldilerse onlar tanrıydılar da denemez. Sadece Sirius madde ötesi boyuttaki yıldızın izdüşümündedir diyoruz.

Bu yüzden de dünyada değişik zamanlarda, değişik yerlerde Sirius’u çok ciddiye alan bir çok kült kurulmuştur. Eski Mısırlılar için de Sirius çok önemli bir yıldızdı. Hatta Keops Piramitinin, kral odasındaki üst çıkış koridorunun direk olarak Sirius’u gözlemleyecek açıda yapıldığı söylenir. (Ata Nirun-Bülent Kısa)]

 

50-) Ve enneHU ehleke ‘Adenil ula;

Muhakkak ki “HÛ”dur, önceki Ad’ı helâk eden. (A. Hulusi)

50 – Ve fil’vakı’ o helâk etti evvelki Âdı. (Elmalı)

 

Ve enneHU ehleke ‘Adenil ula ve elbet O helak etmiştir kadiym Ad kavmini.

 

51-) Ve Semude fema ebka;

Semud’u da… (Öyle ki) geriye (onlardan kimse) bırakmadı! (A. Hulusi)

51 – Ve Semûd’u da hiç bırakmadı. (Elmalı)

 

Ve Semude fema ebka ve Semud’u da helak etmiştir. Geriye onlardan hiçbir şey kalmamıştır. Ad ve Semud birlikte gelir farkında mısınız neden? Çünkü Ad uygarlığı çöle yapmıştı, muhteşem bir irem bağları, irem uygarlığı, fakat helak oldu. gitti geriye kalan bakiyesi bu sefer kayalara yaptılar medaini salihe. Çöle yaptık yıkıldı, kayalara yaparsak yıkılmaz. Yani ahlaklarında ve davranışlarında ve sapık inançlarında aramadılar da kusuru yapı malzemesinde aradılar. Orada da helak oldular.

 

52-) Ve kavme Nuhın min kabl* innehüm kânu hüm azleme ve etğa;

Daha önce de Nuh kavmini… Muhakkak ki onlar, evet onlar daha zâlim ve nefsanî yaşamda daha beterdiler. (A. Hulusi)

52 – Daha evvel de Nuh’un kavmini, çünkü bunlar pek zâlim, pek azgındılar. (Elmalı)

 

Ve kavme Nuhın min kabl tıpkı daha önceki Nuh kavmi gibi innehüm kânu hüm azleme ve etğa çünkü onlar zulümde ve azgınlıkta ileri gitmişlerdi.

 

53-) Vel mü’tefikete ehva;

Mü’tefikat’ı (helâk olmuş şehirleri; Sodom ve Gomore’yi) yerin dibine batırdı! (A. Hulusi)

53 – Mü’tefikeyi de Haviyeye attı. (Elmalı)

 

Vel mü’tefikete ehva tıpkı altı üstüne getirilen diğer toplumlar gibi.

 

54-) Feğaşşâha ma ğaşşâ;

Böylece bürüdü onları, bürüdükleriyle (suçlarının karşılığı olarak)! (A. Hulusi)

54 – Sardırttı da onlara o sardırdığını. (Elmalı)

 

Feğaşşâha ma ğaşşâ derken kuşatan şey onları çepeçevre kuşattı ve tarihe gömdü.

 

55-) Fe Bi eyyi alai Rabbike tetemara;

Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden kuşku duyarsın! (A. Hulusi)

55 – Şimdi rabbinin hangi eltafına şekkedersin? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbike tetemara şu halde ey insan rabbinin hangi nimetinden dolayı hesaba çekileceğinden şüphe edersin, kuşku duyarsın.Yani Sümme le tüs’elünne yevmeizin ‘anin na’ıym. (Tekasür/8) verilen her nimetten o gün hesaba çekileceksiniz

 

56-) Hazâ neziyrun minen nüzüril ula;

İşte bu da önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır! (A. Hulusi)

56 – Bu işte o evvelki inzarlardan bir inzar. (Elmalı)

 

Hazâ neziyrun minen nüzüril ula işte bu önceki uyarıların nevinden, cinsinden bir uyarıdır.

 

57-) Ezifetil azifetü;

O yaklaşan (ölüm) yaklaştı! (A. Hulusi)

57 – Yaklaştı yaklaşıcı. (Elmalı)

 

Ezifetil azifetü dehşet anı yaklaştıkça yaklaşıyor. Bu son saat ama Isfahani bunu insanın ölümü olarak açıklıyor, mümkindir.

 

58-) Leyse leha min dûnillâhi kaşifetün;

Onu Allâh dûnunda (ölüm sıkıntısını) açacak biri yoktur. (A. Hulusi)

58 – Yoktur ona Allah dan başka açıcı. (Elmalı)

 

Leyse leha min dûnillâhi kaşifetün Allah’tan başka kimse onun perdesini aralayamaz o dehşet anının.

 

59-) Efemin hazel hadiysi ta’cebun;

Şimdi siz bu olayı (ölümle başlayan ölümsüz hayatı) acayip mi buluyorsunuz? (A. Hulusi)

59 – Şimdi siz bu kelâma mı teaccüb ediyorsunuz. (Elmalı)

 

Efemin hazel hadiysi ta’cebun ne yani siz bu kaçınılmaz olayın haberini tuhaf mı karşılıyorsunuz, garibinize mi gitti, tuhafınıza mı gitti.

 

60-) Ve tadhakûne ve lâ tebkûn;

Gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz! (A. Hulusi)

60 – ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? (Elmalı)

 

Ve tadhakûne ve lâ tebkûn ve dahi ağlanacak halinize gülüyorsunuz ha? Ağlamak yerine gülüyorsunuz ağlanacak halinize.

 

61-) Ve entum samidun;

Siz keyfinize bakıp oyalanıyorsunuz! (A. Hulusi)

61 – Siz mi kafa tutuyorsunuz hey gafiller? (Elmalı)

 

Ve entum samidun üstelik bir de kafa tutuyorsunuz ha?

 

62-) Fescudu Lillâhi va’budu;

Secde edin (Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’a (indîndeki “yok”luğunuzu fark edin) ve kulluğunuza devam edin. (62. âyet secde âyetidir.) (A. Hulusi)

62 – Haydi secdeye kapanın ve kulluk edin.

Fescudu Lillâhi va’budu artık bırakın bu tafra satmaları, bırakın bu yamuk tavırları da Allah’ın buyruğuna teslim olun, O’nun önünde yerlere kapanın ve yalnızca O’na kulluk edin.

Ya rab, İman ile yaşat, iman ile öldür, cennet ile ebediyen yüzümüzü güldür, rızanı buldur, sana karşı kafa tutan küstahlardan etme bizi. Amin..!

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Eylül 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın