RSS

Tefsir Dersleri ZÜMER SURESİ (21-48)(145)

19 Nis

5

            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

            “BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları geçtiğimiz ders Zümer/20 ayetine kadar işlemiştik. İşlediğimiz ayetlerde tevhid ve şirkin tabiatına atıf yapılıyor, tevhid binasını kökten tahrip eden şirkin insanı nasıl kendisine, tabiata, Allah’a, hakikate karşı yabancılaştırdığı vurgulanıyordu. Şimdi yine aynı konunun bir devamı sayılması gereken ayetlerle dersimize devam ediyoruz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

21-) Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen feselekehu yenabiy’a fiyl Ardı sümme yuhricü Bihi zer’an muhtelifen elvanühu sümme yehiycü feterahu musferren sümme yec’aluhu hutama* inne fiy zâlike le zikra li ülil elbab;

Görmedin mi ki Allâh, semâdan (Esmâ mânâlarının açığa çıkışı olan şuurdan) bir su (ilim) inzâl etti de onu arzdaki (bedendeki) kaynaklara (beyine) koydu… Sonra ondaki kuvvelerle renkleri muhtelif (çeşitli huyların sonucu) ekinler (üretim) açığa çıkarıyor… Sonra kurur da sen onu sararmış görürsün (oluşumu sırasında çok değer verdiğin şeyler, olup bittikten sonra bakarsın tüm değerini yitirir)… Sonra onu bir hutam (kuru bitki, çer – çöp) kılar! Muhakkak ki bu (misalde) derin düşünen akıl sahipleri için elbette bir ders vardır! (A. Hulusi)

21 – Onu sararmış, sonra da onu bir çöpe çevirir, elbette bunda bir ihtar var temiz akılları olanlar için. (Elmalı)

 

Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen feselekehu yenabiy’a fiyl Ard ey insan, ey muhatap, ey bu vahyin kendisine hitap ettiği akıl sahibi. Görmez misin ki Allah yağmuru gökten indirdi ve onu yer yüzünde kaynakla halinde akıttı. sümme yuhricü Bihi zer’an muhtelifen elvanüh sonra da onunla farklı renklerde bitkiler çıkardı. Farklı kokularda, farklı tatlarda, farklı lezzetlerde farklı boylarda farklı görünüşlerde. Ama hepsi de bir amaca mebni hepsi de bir işlevi olan, hiç biri amaçsız olmayan, yersiz olmayan bitkilere dönüştürdü. Yani yağmurdan bitkiye geçiş sürecini ele alıyor ayet.

Kur’an ın neresinde yağmurla ilgili bir ayet varsa zımnen vahye atıf demektir. Bunu hatırlayarak devam edelim. sümme yehiycü feterahu musferren sonra onları kuruttu. Artık sen onları sararmış bir halde, boynunu bükmüş bir halde, artık kurumaya yüz tutmuş bir halde görürsün. sümme yec’aluhu hutaman en sonunda orada da kalmaz ve onu çerçöpe döndürür. inne fiy zâlike le zikra li ülil elbab işte bütün bunlarda akletme yeteneğini tam kullananlar için mutlaka bir ders vardır.

Evet değerli dostlar, Ayat-ı kâinata döndürdü gözümüzü bu ayet. Kevni ayetleri bize okumamız için sergiledi. Yağmur dedi, gökler dedi, bitki dedi, sararmış dedi ve en sonunda çer çöpe dönmüş dedi. Yani hayatın başlangıç ve bitişine atıf yaptı. Yani eşyanın ölümü yasasına atıf yaptı. Ölümlü olan her şeyin aslında yeniden dirilişe gebe olduğunu da söyledi. Aslında varlığın tabi olduğu bu yasayı bize hatırlatarak insanoğlunu kendisine davet etti.

Aklını başına almaya, bundan ders çıkarmaya, nasıl ki bir damlacık su ile hayat yolculuğuna çıkıp; Önce çocuk sonra genç, sonra olgun, sonra yaşlı ve sonra da ölüm kapısını çalıyor, ama bu bitiş sayılmıyor, yani geldiği yere dönüyor ve geldiği yerden tekrar dönmek için hazırlanıyorsa, insanoğlunu da bir ahiretin beklediğini hatırlattı.

Tabiatta son baharda tüm yapraklarını dökmüş ve tüm canlılığını kaybetmiş gibi duran ağaçların baharla birlikte nasıl yeniden Ba’sü Ba’del mevt ine, yeniden dirilişine kavuştuğunu bize insanoğlunun geleceğini, yani ahireti belgeleyen bir ibret olarak sundu. Yağmurla vahiy arasında hep bağ kurmamızı ister Kur’an. Belki önceki vahiylerin başına gelenle, baharın başına gelen arasında bir bağ kurmamızı ister.

Tamam da diyeceksiniz bu ayette aynı zamanda baharın son bahara. Yeşil yaprağın sararmış gazele dönüşü dile getiriliyor. Eğer vahiyle bağlantı kuracaksak bunu nasıl te’lif edeceğiz, bağlıyacağız? Kolay. Önceki vahitler ve onlara iman etmiş olan insanlar, ki insanlığın başlangıcı doğru olarak başladı, vahiyle başladı. İnsanlık özü itibarıyla Allah’a dost olarak çıktı yola. Ama nasıl oldu da sonradan yolunu şaşırdı. Bunca vahiy gelmesine rağmen nasıl oldu da vahyin yasakladığı yollara saptı diye sorarsanız tabiata bakın.

İnsanoğlu zaman içinde vahiylerin gönüllerde estirdiği bahar iklimi, yerini güze terk etti. Yani adeta yüreklerde de 4 iklim hüküm sürdü. Nesilden nesile böyle bir süreç oluştu. Her şey ölümlülük yasasına tabi idi. Onun için vahiyler indiğinde bir baharın habercisi oldular. Kışını yaşayan insanlığa bir baharı getirdiler. O vahyin bahara dönüştürdüğü gönüller zaman içerisinde vahiyle olan bağlarını kopardılar. Koparınca yemyeşil olan yürekler sarardı, soldu ve giderek bahar yaza, yaz güze döndü ve güz de kışa.

Ve Allah arkasından bir baharı daha müjdeleyen yeni bir vahiy gönderdi. Yeni bir peygamber gönderdi. Böyle, böyle, böyle insan aklını tarih içerisinde kolektif aklı olgunlaştırdı. İnsanlık ne zaman ki artık aklen rüşt çağına ulaştı o zaman son peygamberi gönderip onunla son vahyi insanlığa inzal etti. Ve artık peygamberler eliyle yaptığını rabbimiz vahiy eliyle yaptı. Ondan sonra artık insanlığın ufkunda vahiy bizzat prensiplerin kendisi duracaktı. Artık tüm zamanlar ve tüm mekanlarda solmayan eskimeyen, pörsümeyen, sararmayan, son baharı gelmeyen vahiy tohumu duracaktı. Eğer bu vahit tohumunu yürek tarlasına iman rahmeti ile ekerseniz o zaman hangi çağda, ne kadar sonra hangi zeminde ve mekanda olursa olsun orada bir bahar gelecek, orada yeniden baharın müjdecisi olan çiçekler açacaktı. İşte bu ayette bize onu hatırlattı.

İnsan bilinci solar ve eskir. Solduğu ve eskidiği için zikr koydu rabbimiz vahyin adını İnna nahnu nezzelnez Zikra.. (Hicr/9) Biz, elbette biz indirdik zikri. Zikr, yani hatırlama, hatırlatıcı. Neden? Çünkü hafıza solar. Çünkü insan unutur. Hafızanın da güzü vardır, sararır. Ama onu yeniden bahara kavuşturmak zikr ile mümkündür. Yani yeniden hatırlarsanız, yeniden doğarsınız. Vahyi yeniden Allah size nazil eder. sonsuz kez.

İşte aslında bu ayetin bize hatırlattığı buydu. Eğer siz vahiy ile sağlıklı ilişki kurarsanız içinizdeki güz yerini yemyeşil bir bahara terk edecektir.

 

22-) Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh* ülâike fiy dalâlin mubiyn;

Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (A. Hulusi)

22 – Demek ki her kimin Allah bağını İslâm’a açmış ise işte o rabbinden bir nur üzerinde değil mi? O halde vay o Allahın zikrinden kalpleri katılara onlar bir açık dalâl içindedirler. (Elmalı)

 

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh ne o yoksa Allah’ın gönlünü İslam’a açtığı, kalbini İslam’a açtığı ve böylece rabbinden bir ışık bir nûr üzere olan kimse Allah’ı hatırlamaktan uzaklaşıp kalpleri katılaştığı için kendisine yazık eden, kendisini harcayan, kendisini israf eden kimseyle aynı olur mu? Bir tutulur mu?

Vahiy yağmurunun yürekte ki baharı Akleden kalbin o yağmura kendini açtığı kadar gerçekleşir. Eğer açmazsa gerçekleşmez. İslam bir ışıktır. Fakat ışığın olması, görmek için yeterli değildir. Göz de gerekir. Onun için ışık tek başına yetmez. Göz; Akleden kalptir. Eğer kapanırsa karanlıkta kalır. İşte ayettelil kasiyeti kulûbühüm kalbi karanlıkta kalmış kimseler. Çünkü gözünü ışığa açmamış.

Öyle değil mi ama, gözünü kapayan dünyayı kendisine zindan eder. Işıktan rahatsız olan yarasa tabiatlılar vahiy ışığına gözlerini kapamak için kendilerine mağara ararlar ve onlar hep ışıktan rahatsız olurlar. Onun için de vahyin hatırlatılması onları huysuzlandırır. Olağan üstü hırçınlaştırır. Bakarsınız olduğu yerde duramaz. Allah’tan, peygamberden, ahlaktan, ölümden, ahiretten, kitaptan, vahiyden söz etmeye görün yanlarında, renkleri atar. Karıncalanmaya başlarlar. Çünkü ışıktan rahatsız olmuşlardır. Çünkü aydınlıkta kendilerini seyretmek istememektedirler. Çünkü yüzlerine ayna tutulmasından hoşlanmazlar. Çünkü yüzlerini görmek istemezler. Onlar hayali güzeli çirkin gerçeğe, kendi gerçeklerine tercih etmişlerdir. Gerçek yüzlerini onun için seyredemezler. Eğer edebilselerdi muhasebe yaparlardı.

Zaten vahyin amacı da ne ki? İnsana ayna tutup ey insan seyreyle kendini demek değil mi? Vahyin amacı bundan başka ne ki. Ey insan kendine dön demekten başka. Ey insan kendinle barış, kendine tanış, kendine buluş, kendinle biliş, kendinle sarış demekten başka nedir ki.

Ama bu kolay mı sanıyorsunuz. Bu çok zor bir şey. İnsanın kendisine gerçeği söylemesi, kendi yüzünü gerçeğin aynasında maskesiz bir biçimde seyretmesi, yüzüm zannettiği maskelerini çıkarması, fora etmesi ve gerçeği çıplak yüzü ile karşı karşıya kalıp itiraf etmesi, istiğfar etmesi, Allah’a yönelmesi kolay mı sanıyorsunuz. Zaten bunu becerdiği anda vahyin şefkatli kollarına teslim olacaktır. Onun için vahiy bir ışık. Bu ışığa karşı gözlerini kapatan elbette kendinse dünyayı zindan eder. Allah saptırmaz insanı elbet. Fakat insanın kendisi sapar. Onun içindir ki devamında ki ayet onu güzel ifade edecek.

ülâike fiy dalâlin mubiyn böyleleri apaçık bir sapıklığa mahkum olacaklardır. Neden? Allah saptırdığı için mi? (Haşa) asla. Kendileri sapmayı tercih ettiler. Gözlerini ışığa kapadılar, onun içinde görmediler. Görmediklerinden dolayı da yoldan saptılar. Görmeden yürümeye kalkmak, nereye yürüdüğünü bilmemektir. Onun için onlar sapmayı istedi, gözlerini ısrarla açmamakta direndiler, Allah’ta onları saptırdı. İşte bu. Yoksa Allah’a iftira edemezler. Gözlerini açsalardı, ışık inmişti, ışık kendilerine gelmişti. Ama açmadılar.

 

23-) Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy* takşa’ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm* sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh* zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa’* ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Allâh, sözün en güzelini; müteşabih (benzetme yollu), mesanî (aynı cümlede veya kelimede iki ayrı işareti vererek ikili anlatımla) bir bilgiyi (tafsilâtlı) indirdi… Rablerinden haşyet eden kimselerin Ondan derileri (tüyleri) ürperir… Sonra bedeni ve şuuru Allâh zikrine yumuşar (kabule müsait hâle gelir)… İşte bu Allâh’ın hidâyetidir ki onunla dilediğini hakikate erdirir! Allâh kimi saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur. (A. Hulusi)

23 – Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablerine saygısı olanların derileri ürperir, sonra derileri de kalpleri de Allahın zikrine yumuşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur. (Elmalı)

 

Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy Allah öğretilerin en güzelini, hayat nizamlarının en güzelini, sözlerin en güzelini; biri diğerine atıf yaparak tekrarlanan çift kutuplu bir hitap olarak indirmiştir.

Bu ayeti kerime Kur’an da içerdiği mana itibarıyla sadece burada yer alan bir ayettir ve Kur’an ın baştan sona özel tabiatını ele veren bir şifredir. Bu şifrede mesâniy, müteşabihen mesâniy bu kalıptır.

Önce müteşabihe bakalım. Müteşabih şebâh tan gelir, benzer demektir. Şebîh, Bir şeyin bir başka şeye benzemesi. Teşabüh. Bir şeyin  bir başka şeye benzetilmesi. Aslında benzetme tüm dillerde anlatımı kolaylaştırmak için kullanılan bir mecaz türü. Çünkü dil sınırlıdır, düşünce dilden sınırsızdır. Bilinç dilden çok daha sınırsızdır. Ama dil sınırlıdır. Bilinçte tabii ki sınırlıdır, fakat dilden daha büyüktür bilincin sınırı. Hakikati bilinç kavramaktan acizdir. Tam mahiyetiyle, gaybi kavramaktan acizdir. Gaybi hakikatler sınırlı olan insan bilinci tarafından zatıyla kavranamaz. Olduğu gibi kavranamaz, çünkü sonsuzu, sonlu olan kavrayamaz. Fakat dil daha da sınırlıdır. Bilincin kavradığını dile dökmek daha da zordur.

Şimdi iki sınırlanmış barajı aşacak. Onun içindir ki dilin sınırlılığını aşmak için mecaz kullanılır, müteşabih kullanılır, benzetmeler kullanılır, istiareler kullanılır. İşte dil böylece önünde ki engeli aşmaya çalışıyor. Hele anlatılan şey insan bilincine gayb olan, yani insanın algılama kapasitesinin üstünde olan gaybi hakikatlerse, mesela Allah’ın zatı, mesela cennet, mesela cehennem, mesela ahiret gibi. Mesela melek gibi. Yani bir bakıma bir ucuyla gaybi hakikatlerse, gaybi hakikatlere ilişkin gerçekler dile döküldüğünde mutlaka benzetme yapılmak durumundadır. Yani bildiğiniz şeylerden yola çıkarak idrakimize sığmayan, aklımızın almadığı yani kavramakta zorlandığımız hakikatlere ulaşmayı deneriz, onları algılamayı deneriz. Algıladığımız varlıklardan, algı kapasitemizin üzerinde olan gaybi hakikatlere ulaşmaya bir yol bulmaya çalışırız. İşte vahiy bize bu yolu kullanırken üslubuna müteşabih diyor ve kendisini ikiye ayırıyor A. İmran/7. ayetinde;

hünne Ümmül Kitabi ve uharu müteşabihat. (A. İmran/7) biri kitabın anası olan muhkemat. Diğeri de müteşabihler. Yani insan idrakinin bütünüyle kavramaktan aciz kaldığı gaybi hakikatler. Ama burada ki öyle değil, çünkü bu 23. ayette kitabın tamamının müteşabih olduğunu görüyoruz. Burada bir ikiye ayırma yok. Dolayısıyla bu müteşabihlikle A. İmran/7 te ki müteşabihlik arasında bir anlam farkı olmak zorunda.

Burada ki müteşabihlik nedir? Beşeri bir dilin içine yerleştirilen ilahi kelamın Allah’a nispetinin gaybi bir hakikat olarak insan zihni tarafından kavranamazlığıdır. Bu dil insanoğlu tarafından konuşulan bir dil, Arapça. Bu surede de zaten Arapça olduğu biraz sonra vurgulanacak. Bu nedir? İnsan gruplarından birinin, bir ırkın konuştuğu bir dil. Yani beşeri bir boyut. Fakat bu beşeri dilin içerisine öyle bir mana yerleştiriyor ki bu mana ilahi kelam. Bu beşeri dilin içine yerleştirilen bu mananın kaynağı olan Allah’a nispetini insan nasıl kavrayacak.

İşte bu noktada vahyin gaybî boyutuna giriyoruz, gayba giriyoruz. Yani bunu bütünüyle kavramaktan ve izah etmekten aciziz. Onun içinde burada bahsedilen vahyin ilahi kaynağına nispetinin insan zihni tarafından bütünüyle algılanamayacağına işaret eder. Bu müteşabihlikten maksatta budur. Bağlam da zaten bunu teyit eder ki 21. ayete baktığımızda orada bizim dikkatimizi çektiği yağmurla sonuç, bitkinin sonucu arasında dikkatimizi çektiği bağ kurma işlemini burada da yapmamızı ister.

Mesâniy e gelince işte asıl anahtar budur. Kur’an da;

 

Ve lekad ateynake Seb’an minel Mesâni vel Kur’ânel Azıym.(Hicr/87) diye geçer. Biz sana ikili yediyi verdik. Tam manası bu. Tam tercüme böyle. Yani literal manada böyle çevrilir. İkişerli yediyi ya da. vel Kur’ânel Azıym. Ve bir de muhteşem Kur’an ı verdik.

Şimdi demek ki bir Kur’an verilmiş, bir de ikişerli yedi. Bu ikişerli yedinin ne olduğu konusunda Resulallah’tan bir açıklama rivayeti var. Ki Resulallah’ın tefsiri olarak kabul edebiliriz. O fatihadır. diyor. Biz o zaman fatihanın Kur’an dan bir cüz, ama özü itibarıyla da Kur’an ın sanki bütününün bir özeti. Bütününü temsil eden bir özet olduğunu anlıyoruz ve Abdullah İbn. Mes’ud un kendi eliyle yazdığı musafına neden fatihayı yazmadığı sorulduğunda; Eğer yazsaydım her surenin başına yazman gerekirdi. Deyişi de böyle anlamasından dolayı. Yani fatiha adeta besmele gibi Kur’an ın her suresini temsil eden bir ilahi özet.

İşte bu çerçeve de burada ki Mesâniy bambaşka bir anlam. Çünkü Kur’an ın tamamını temsil ediyor. Tekili mesna dan geldiğini kabul edersek, ki öyle kabul ettik, bu manayı verebiliriz. Ama müsemmanın çoğulu kabul edersek anlam, övgü kaynağı müstesna bir kitap olan olarak anlam haline gelir. Burada bütün Kur’an a ilişkin bir nitelik dile getirilmektedir. Çünkü mesâniy çifterli, kutuplu, zıddını içinde barındıran, her iki tarafı ele alan, bütün boyutlarıyla göz önüne seren anlamına geliyor. Özellikle mesna dan geldiğini düşündüğümüzde iki kutuplu, iki zıddı içeren manasına.

Kur’an a baştan sona baktığımızda zaten bunu görüyoruz. Bu anahtar kelime Kur’an ın üslubunu veriyor. Kur’an ın aslında anahtarı bu. İşte 21. ayette görmedik mi; Bahar, güz. İşte iki kutup. Yine 22. ayette görmedik mi hemen biraz önce; Nûr, kavse, karanlık. Muhkem, müteşabih. Cennet, cehennem. Nerede cennetten söz ediyorsa bakınız o bağlam içerisinde ya üste ya altta cehenneme getirir sözü. Nerede kafirden söz ediyorsa bakınız, o bağlam içerisinde ya önde ya arkada mü’mine getirir. Nerede imandan söz ediyorsa orada küfürden de söz eder. Nerede tevhidden söz ediyorsa bu surenin ilk ayetleri gibi, orada şirkten de söz eder. Nerede müjdeden söz ediyorsa bakınız orada uyarıdan da söz eder. Nerede peygamberin beşiyr vasfından söz ediyorsa orada neziyr vasfından da söz eder. Nerede Allah’ın rahmetinden söz ediyorsa bakarsınız orada azametinden de söz eder. Onun için mutlaka kutuplu, iki uçlu bir hitaba sahiptir, bir üsluba sahiptir Kur’an.

İşte bu üslubu ele veren bir ifade bu. Bu surede de emmen ya da efemen diye gelen 4 ya da 5 ayet var. Çok ilginç, en çok bu kalıpla gelen ayet sayısı bu surede. Neden derseniz Çünkü iki tipi kıyaslıyor. İşte biraz önce kıyasladı, ne dedi; Allah’ın, kalbini İslam’a açtığı ve kendisi bir ışık üzere olan kimse ile, kalbini İslam’a kapatan, vahye kapatan, karanlıkta kalan kişi bir olur mu dedi. Bu üslupla gelen bu surede defaatle gelen ayetler var.

İşte size çift kutup. Yani şu kişiyle şu kişiyi kıyaslatın. Şu uçla şu ucu kıyaslayın Onun için mesâniy özelliği Kur’an ı anlamada anahtardır. Kur’an ı anlamanın anahtarlarından söz edeceksek eğer ve bir çok anahtar söz konusu olacaksa bu anahtarları da bir sıraya dizmemiz gerekirse bana sorarsanız 1 numaralı anahtar mesâniy özelliğidir. Bu özelliği ele almadan Kur’an ın üslubunu ortaya koyamayız.

takşa’ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm (öyle bir hitap ki) rablerine karşı derin bir saygıyla titreyenlerin, ürperenlerin ondan dolayı tenleri ürperir. sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh ardından Allah’ın sonsuz rahmetini hatırlayınca kalpleri ve enleri yatışı verir. Sükunete erer. Önce kabaran ve dağlar gibi dalgalanan okyanusçasına Allah’ın rahmetini hatırlayınca atlas gibi, çarşaf gibi sükunete kavuşan bir okyanusa  dönüşür.

İnnemel mu’minunelleziyne izâ zükirAllâhu vecilet kulubühüm ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. (Enfal/2) değil mi? Mü’minler o kimselerdir ki, hatta tahsis edatı var; sadece şu kimseler imanın gerçek hazzına ulaşmışlardır ki onlar, Allah’ın adı yanlarında anıldığında gönülleri titrer. Taa..!yüreklerinden çamaşır gibi sıkılırlar. Taa..! kalplerine sanki bir sağanak düşmüş gibi yüreklerinin ortasından titremeye başlarlar. ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. Ve O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman da imanları artar, imanları gürleşir. Sanki o ayetler gönül tarlasına inmiş bir bereket yağmuru gibi gelir de o yağmuru yiyince iman gür ve gümrah bir biçimde meyveye durmuş amel olarak etrafına bin bir çeşit güzel meyveleri saçmaktadır.

İşte burada tasvir edilen mü’min gibi bu ayette de Allah’ın vahyi karşısında kamil bir imanın alması gereken vaziyet dile getiriliyor. Yani rabbiniz konuşacak ama hiçbir şey olmamış gibi davranacak. Allah diyor ki diyecek biri, ama sizin tüyünüz bile kıpramayacak, aldırmayacaksınız. O zaman imanınız mahkum demektir, mahpus demektir. Aktif ve aktüel bir iman Allah’ı duyduğunda hemen harekete geçer. Yani kulağı kiriştedir. Allah’a ilişkin bir şey duyduğunda, sevgiliye ilişkin bir söz duyan aşık gibi yüreğinden yanmaya, fokurdamaya, yerinde duramamaya başlar. İman böyledir, böyle ise aktiftir, böyle ise aktüeldir.

zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa’ işte bu Allah’ın hidayetidir, işte bununla doğru yola isteyeni ulaştırmayı diler. İsteyeni ulaştırmayı diler dedim. Doğru yola ulaştırır ibaresi daima doğru yola ulaşmayı dileyeni doğru yola ulaştırmayı diler şeklinde anlaşılmak zorundadır. ve men yudlilillâhu fema lehu min Had Allah’ın saptırdığı kimse ise artık asla yol gösterici bulamaz.

Bu da öyle değil mi. Yukarıda da değinmiştim Maide/108. ayetini hatırlayalım; vAllâhu lâ yehdil kavmel fasikıyn. (Maide/108) Allah yoldan sapmış bir toplumu doğru yola ulaştırmaz. Kimi ulaştırmazmış? Yoldan sapmışı: Yine vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn. (Saff/7) kendilerine kıymış bir topluluğu doğru yola ulaştırmaz. Allah’ın kimi doğru yola ulaştırmayacağı belli. Kimi doğru yola ulaştıracağı da belli; ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) fasıklardan başkasını saptırmaz diyor. Dolayısıyla Allah saptırır dediğimiz zaman sapmayı tercih edenin sapmasına izin verir. Allah doğru yola ulaştırır dediğimiz zaman da, doğru yolu arayıp onu tercih edene o konuda yardımını iletir şeklinde anlamak durumundayız.

 

24-) Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameti, ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun;

Kıyamet sürecinde (başka hiçbir imkânı olmadığı için yalnızca) yüzüyle azabın en kötüsünden korunmaya çalışan kimse mi? Zâlimlere: “Kazandıklarınızı tadın!” denilmiştir. (A. Hulusi)

24 – O halde Kıyamet günü zalimlere «tadın bakalım kazanıp durduklarınızı» denilirken, o kötü azâbı yüzü ile koruyacak kimse ne olur? (Elmalı)

 

Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameh ne o yoksa kıyamet günü azabın en beterinden kendisini yüzü ile koruyan kimse güven içinde olan kimse ile bir tutulur mu?

Azaptan kendisini yüzü ile koruyandan kasıt şu olsa gerek; elini kullanamadığı için. Elini niye kullanamaz? Yine Kur’an da ki diğer ayetlerden yola çıkarak iki sebebi olabilir, biri eli kolu döküldüğü “..yahzünühümül feze’ul ekber..” (Enbiya/103) korku, dehşet, panik gününde gördüğü dehşet karşısında eli kolu tutmadığı için, elini kaldıracak mecali olmadığı için. Ama ikinci bir ihtimal daha var, o da eli zincirle bağlı olduğu için yüzü ile kendini ateşten korumaya çalışan birini tasvir ediyor u ayet.

ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun Zaimlere o gün daha önce kazandıklarınızı şimdi tadın bakalım denilecek.

 

25-) Kezzebelleziyne min kablihim feetahümül azâbü min haysü lâ yeş’urun;

Onlardan öncekiler yalanladı da bu yüzden azap onlara fark etmedikleri bir yerden geldi. (A. Hulusi)

25 – Onlardan evvelkileri tekzip ettiler, ettiler de kendilerine hatırlarına gelmez cihetten azâb geliverdi. (Elmalı)

 

Kezzebelleziyne min kablihim onlardan öncekiler de hakikati yalanlamışlardı. Ne oldu peki? feetahümül azâbü min haysü lâ yeş’urun bunun üzerine nereden geldiğini anlayamadıkları bir ceza, bir azap, bir bela onları gelip buldu ve mahvetti.

 

26-) Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya* ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya’lemun;

Allâh, onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Sonsuz geleceğin azabı ise elbette Ekber’dir! Eğer bilselerdi! (A. Hulusi)

26 – Geliverdi de Allah onlara Dünya hayatta zilleti tattırdı ve elbette Âhiret azâbı daha büyüktür velâkin bilselerdi. (Elmalı)

 

Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya sonunda Allah onlara bu dünyada onursuzluğu tattırdı. Çünkü gelen azab; ya sosyal azaptır, ya ekonomik azaptır, ya ahlaki azaptır ki ahlaki çöküntü, ekonomik kriz, sosyal çöküntü, yani bütün bunlar aslında bir azap, bir eza. Ama bir toplum bunu böyle okumuyorsa aslında daha büyük bela budur. Kendi başına gelen belayı bela olarak görmemek, o beladan daha büyük belaya çarptırılmaktır ki, bir toplumun içinde biri görmezse gören biri ona haber verir. Yolun kenarına bir ama gelir bekler, gören birileri onu tutar ve geçirir. Ya bir toplumun tamamı ama ise, tamamı görmezse, tamamının yürekleri körse, onları bu hakikat köprüsünden kim geçirir. Bu hayat yolunda kim doğru yola sokar. İşte bundan büyük bela mı olur. O belayı hatırlatıyor bu ayetler.

ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya’lemun ama ahiret azabı elbet daha beterdir. Keşke bunu olsun bilselerdi. Ama bunu bile bilecek durumda değiller.

 

27-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun;

Andolsun ki şu Kurân’da insanlar için her türlü misali kullandık… Belki tezekkür ederler (unutmuş oldukları hakikatlerini hatırlayıp) üzerinde derin düşünürler diye! (A. Hulusi)

27 – Yemin ederim ki bu Kur’an da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik, gerek ki iyi düşünsünler. (Elmalı)

 

Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun doğrusu biz bu Kur’an da hakikati belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her türlü dolaylı anlatım yöntemini, tarzını, meseli, mesel tarzını kullanarak aktardık. Neden? Bir kişi daha fazla gerçeği görsün diye.

Rabbimizin insana olan şefkatinin bir ifadesi değil mi sevgili Kur’an dostları. Hakikati çevire çevire, evire çevire, buradan olmadı buradan, buradan olmadı oradan anlasın diye. Yani muhatabı isterse en geri kafalı olsun, en az en kıt anlayışlı olsun, onun yüreğine gerçeği sokmak için rabbimizin gayretini ifade ediyor şu ayet.

Bu nedir? Allah’ın insanoğluna olan şefkatinin büyüklüğüdür. Anla da tek, ben anlatmaktan usanmam. Misal veririm anlatırım, gökleri misal veririm anlatırım, yerleri misal veririm anlatırım, seni misal veririm anlatırım. Aklının sağından anlatırım, solundan anlatırım, önünden anlatırım, ardından anlatırım. Ama yılmam sen yeter ki anla demeye gelmiyor mu bu zımnen.

Mesâniy özelliğine ilaveten temsil özelliği işte. Bir sonraki ayet tevhid ve şirki anlatan bir temsil ile geliyor zaten, şimdi devam edelim.

 

28-) Kur’ânen ‘Arabiyyen ğayre ziy ‘ıvecin leallehüm yettekun;

Pürüzsüz, net Arapça bir Kur’ân olarak (vahyettik)… Belki (anlayıp) korunurlar diye. (A. Hulusi)

28 – Bir Kur’an ki pürüzsüz bir Arabî, gerek ki korunsunlar. (Elmalı)

 

Kur’ânen ‘Arabiyyen ğayre ziy ‘ıvecin leallehüm yettekun ve onu hiçbir çarpıklığa meydan bırakmadan Arapça bir hitap olarak indirdik. Belki sorumluluklarını idrak ederler diye.

 

29-) DarebAllâhu meselen racülen fiyhi şürekâü müteşakisune ve racülen selemen liracül* hel yesteviyani mesela* elHamdu Lillâh* bel ekseruhüm lâ ya’lemun;

Allâh bir misal verdi: Birbiriyle sorunlu ortaklara hizmet veren adam ile sadece bir adama teslim adam… Bu ikisinin şartları eşit olur mu? El Hamdu Lillâh! Hayır, onların çoğunluğu bilmezler! (A. Hulusi)

29 – Allah şunu bir mesel yapmıştır: bir adam, onda bir takım ortaklar var, hırçın hırçın çekiştirip duruyorlar, bir adam da selâmetle bir adamın, hiç bu ikisinin hal-ü şanı bir olur mu? Hamd Allah’ındır, fakat pek çokları bilmezler. (Elmalı)

 

DarebAllâhu meselen işte mesel geldi. Kur’an ın bir başka anahtarı mesel. DarebAllâhu meselen racülen fiyhi şürekâü müteşakisune ve racülen selemen liracülin (bu bab da mesela) Allah size; hepsi birbirine rakip bir çok ortağın emri altında bulunan bir adamla, sadece bir kişiye bağlı bir adamın durumunu misal verir, örnek gösterir.

Aslında burada biraz önce de değindiğim gibi tevhid ve şirkin örneği veriliyor. Birçok efendiye bağlı bir adam hangi birini razı edecek, hangi birini memnun edecek. Müşrik zihnin durumunu, yırtık, parçalanmış kişiliğini ele veriyor bu. Şimdi bir çok put var, hangi birini razı edecek, hangi birinin önünde yatıp yuvarlanacak.

Düşünün bir çok sultanı var, bir çok efendisi var. Bu efendilerden birinin hizmetine koşsa öbürü darılıyor. Öbürünün hizmetine koşsa o darılıyor. Aslında kula kul olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu, Allah’a kul olmakla bundan, bu zorluktan insanın kurtulduğunu, bunun da tek yolunun Allah’a kul olmak olduğunu beyan eden bir ayet.

hel yesteviyani meselen bu ikisinin durumu bir midir, eşit midir? Elbette hayır. Rabbi tek olan parçalanmaz bir kişiliğe sahiptir. Bütündür. İşte insanı kamil de bu manaya gelir. Bütün insan, tüm insan, yırtılmamış insan, bölünmemiş insan, parçalanmamış insan. Zaten insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaket iç yırtılmadır. Yani duygu ve düşünce arasında ki parçalanmışlık. Eylem ve inanç arasında ki parçalanmışlık. Onun için bu yırtılma onarımı imkansız dertler açmaktadır insan oğlunun başına.

elHamdu Lillâh* bel ekseruhüm lâ ya’lemun Allah’a hamd olsun ki hayır. Ama onların çoğu bunu bile kavramaktan acizdirler. Yani soru sormuştu yahel yesteviyani mesela hayır, elHamdu Lillâh ki hayır. Niye elHamdu Lillâh ki hayır? Ya aynı olsaydı o zaman şirk özendirilmiş olmaz mıydı. Allah aynı tutsaydı o zaman imanla küfrü, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı aynı kefede koymuş olmaz mıydı.

elHamdu Lillâh ki koymadı. Allah’a hamd olsun. Testiyi kıranla suyu getireni bir tutmayan Allah’a hamd oldun. İyiliği ödüllendirip kötülüğü cezalandıran Allah’a hamd olsun. Böyle yaparak dünyamızı yaşanılır kılan Allah’a hamd olsun. İyi ile kötüyü bir tutmayarak insanları iyi olmaya teşvik eden Allah’a hamd olsun. Böyle yapmakla hayatımızı güzelleştiren Allah’a hamd olsun.

Böyle yapmasaydı insan oğlunu kötülük yapmaktan ne alıkoyabilirdi. Niçin iyilik yapacaktı ki eğer ödüllendirilmeyecekse, hele kimse bilmeyecekse. Kimsenin görmediği yerde dünyevi bir karşılığı da yoksa insanları iyilik yapmaya ikna edebilecek bir doneniz var mıydı Allah’tan başka.

 

30-) İnneke meyyitün ve innehüm meyyitun;

Kesinlikle sen ölümü tadacaksın ve muhakkak ki onlar da ölümü tadacaklar! (A. Hulusi)

30 – Elbet sen öleceksin ve elbet onlar da ölecekler. (Elmalı)

 

İnneke meyyitün ve innehüm meyyitun şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Yani onlar da ölümlü, sen de ölümlüsün. Burada birkaç yere uyarı var. İnanmayanlara uyarı var; Bir gün Allah’ın huzurunda size nebî olarak gönderilen bu zat hesap verecek, siz de hesap vereceksiniz. Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn. (A’raf/6) kendilerine Resul gönderilenlerden hesap soracağız yemin olsun. Gönderilen Resullerden de hesap soracağız. Vazifenizi yaptınız, Allah’ın vahyini bunlara tebliğ ettiniz mi diyeceğiz. Eğer şahit ol ya rabbi ettik derlerse size dönüp. Peki onlar tebliğ ettikten sonra siz onlara ne muamele yaptınız diye soracağız.

İşte bu kaygıydı ki efendimizin saçlarını ağartan. Bu kaygıydı ki veda hutbelerinin her birinde yaşlı gözlerini göğe dikip; “Elâ hel belağ” ey insanlar bakın, size tebliğ ettim mi? Onlar; “şahit olduk ya Resulallah. Sen emaneti yerine ulaştırdın et beytel emaneh emaneti yerine ulaştırdın. Deyince yaşlı gözlerini göğe çeviren nebî “Rabbena feşhed”. Allah’ım, rabbim şahit ol demesi bu yüzdendi.

 

31-) Sümme inneküm yevmel kıyameti ‘ınde Rabbiküm tahtesımun;

Sonra, muhakkak ki siz, kıyamet sürecinde Rabbinizin indînde karşılaştırılacaksınız. (A. Hulusi)

31 – Sonra siz muhakkak rabbinizin huzurunda muhakemeye duruşacaksınız. (Elmalı)

 

Sümme inneküm yevmel kıyameti ‘ınde Rabbiküm tahtesımun en sonunda sizler kıyamet günü rabbinizin huzurunda yargılanacaksınız.

 

32-) Femen azlemü mimmen kezebe alAllâhi ve kezzebe Bis sıdkı iz caeh* eleyse fiy cehenneme mesven lil kâfiriyn;

Allâh üzerine yalan söyleyen ve kendisine geldiğinde varlığındaki gerçeği yalanlayandan daha zâlim kimdir? Hakikat bilgisini inkâr edenler için, yaşayacakları ortam cehennemde değil midir? (A. Hulusi)

32 – Artık o kimseden daha zalim (daha haksız) kim olabilir ki Allah üzerine yalan söylemiş, doğruyu da kendisine geldiği vakit tekzip eylemiştir, Cehennemde değil midir mevkii kâfirlerin. (Elmalı)

 

Femen azlemü mimmen kezebe alAllâhi ve kezzebe Bis sıdkı iz caeh Allah hakkında yalan söyleyen ve ayağına kadar geldiği halde gerçeği yalanlayandan, ısrarla yalan sayandan daha zalim biri olabilir mi? Bu Allah’a ait vasıfları O’nun dışında ki varlıklara yakıştırmak olabileceği gibi, velileri, azizleri, büyük insanları, Allah’a yakın bildiğimiz kimseleri, hatta peygamberleri O’na ulaşmada aracılar kılmakta olabilir ki, zaten Zümer suresinin 3. ayetinde öyle denilmiyor muydu.liyükarribûna ilAllâhi zülfâ Peki bu putlara niçin tapıyorsunuz denilince putperestler; Bunlar Allah ile bizim aramızda aracılık yapsınlar, bizi O’na yaklaştırsınlar diye tapıyoruz demişlerdi ya, ona bir ima da olabilir.

eleyse fiy cehenneme mesven lil kâfiriyn hiç küfürde direnenler için cehennemde yer olmaz mı? Şakası bile kötü. Hani bazen kendini bilmezler şaka vari; Bu kadar adamı cehennem nasıl alsın derler ya, adeta öylelerine cevap olarak hiç küfürde direnenlere cehennemde yer bulunmaz mı? Diyor.

 

33-) Velleziy cae Bis sıdkı ve saddeka Bihi ülaike hümül müttekun;

Sıdkı (Allâh kulu olunduğu ve bedende hilâfet hakikatinin yaşandığı gerçeğini) getiren ve Onu tasdik edene (Hz. Ebu Bekir) gelince, işte onlar Müttekî’lerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

33 – Doğruyu getiren ve onu tasdik eden ise işte onlar korunan muttakiler. (Elmalı)

 

Velleziy cae Bis sıdkı ve saddeka Bihi ülaike hümül müttekun ama hakikati getiren ve o hakikati tüm kalbiyle tasdik eden, onaylayan kimselere gelince. İşte  sorumluluklarını gereği gibi idrak edenler onlardır, ta kendileridir.

ilginçtir değerli dostlar, 33. ayeti hemen geçmeyelim isterseniz Velleziy cae Bis sıdk, hakikati getiren. Bu sadece peygamberimize hitap ettiği düşünülebilir ama bağlam içinde düşünüldüğünde hakikati ulaştıran herkes, vahyi insanlığa ulaştıran herkes bu ayetin muhatabıdır. Bu manada hakikati getirmek, hakikati ulaştırmak, Resulallah’ın misyonunu sürdürmek, risaletin emanetini yerlerde sürümemek. Risalet emanetine ihanet etmemek. İşte bunlar için müjde taşıyor bu ayet.

 

34-) Lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim* zâlike cezaül muhsiniyn;

Onlar için Rablerinin indînde diledikleri her şey vardır! İşte bu muhsinlerin (Allâh’a görürcesine kulluk etmekte olanların) cezasıdır! (A. Hulusi)

34 – Onlara rablerinin indinde ne dilerlerse var, o işte Muhsinlerin cezası. (Elmalı)

 

Lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim arzuladıkları her şey rableri katında onları beklemektedir. Yani hiç akıllarına şöyle bir şey gelmesin. Ya rabbi biz dünyada seni razı etmek için nefsimizin arzularından geçtik. Acaba yarın ukbada arzuladıklarımızı bize verecek misin diye sormasınlar. Dünya da Allah için arzularına gem vuranlar, Ahirette Allah o arzularını, güzelliğin kaynağı olan, üretildiği mutlak güzelliğin merkezi olan cennetlerde o arzularını tıka basa doyuracaktır. zâlike cezaül muhsiniyn bu da iyi davrananların ödülüdür.

Evet, öyle değil mi. İyi davrananların mutlaka ödüllendirilmesi gerekiyor. Vahiy hep bunu söyler. Ahirette diyor Kur’an, cenneti hak eden kimseleri ne gibi muhteşem ve göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse hayal dahi edemez. Evet, Hiç kimse hayal dahi edemez. Onun için hayal etmeye kalksak ahirette imanı bekleyen ilahi sürprizleri, üstelik göz kamaştırıcı ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) göz kamaştırıcı sürprizleri hayal dahi edemezmişiz.

 

35-) LiyükeffirAllâhu anhüm esveelleziy amilu ve yecziyehüm ecrehüm Bi ahsenilleziy kânu ya’melun;

Tâ ki Allâh, önceden yaptıklarının en kötüsünü bile onlardan silsin ve yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlarını onlara versin. (A. Hulusi)

35 – Çünkü Allah onların mukaddemâ yaptıkları amelin en kötüsünü bile kefaretle örtüp, işlemekte bulundukları güzel amellerin en güzeline göre ecirlerini kendilerine ihsan edecektir. (Elmalı)

 

LiyükeffirAllâhu anhüm esveelleziy amilu ve yecziyehüm ecrehüm Bi ahsenilleziy kânu ya’melun şöyle ki Allah onların yaptıklarının en kötülerini örter. Ve onları yapa geldiklerinin en iyisiyle ödüllendirir. Çok büyük bir müjde ile karşı karşıya mü’minler. Yani burada her arzularını Allah’ın gidereceği cennet ehli Mü’minlerin suçsuz, günahsız, kusursuz, hatasız olduğu söylenmiyor. Yani onların mükemmel insan olmaları gerektiği söylenmiyor. Bakın ne söyleniyor; Açıkça deniliyor ki; Allah onların yaptıklarının en kötülerini örter ve onları yapa geldiklerinin en iyisiyle ödüllendirir. Onun için Allah’ı razı etmeye bakmak, bu çerçeve de insan olmanın doğal bir sonucu olarak işlenen hatalar, kusurlar, günahlara takılıp kalmamak. Ama Allah ile ilişki ve irtibatı sürekli diri ve sıcak tutmak ve gerisini O’na bırakmak.

 

36-) EleysAllâhu Bi kâfin abdeHU, ve yuhavvifuneke Billeziyne min dûniHİ, ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Allâh, Esmâ’sından yarattığı kuluna kâfi değil mi? Seni O’nun dûnundakilerle korkutuyorlar! Allâh kimi saptırırsa onun için hidâyet edici yoktur. (A. Hulusi)

36 – Allah kuluna kâfî değil mi? Durmuşlar da seni ondan beridekilerle korkutuyorlar, her kimi ki Allah şaşırtır artık ona hidayet edecek yoktur, (Elmalı)

 

EleysAllâhu Bi kâfin abdeH hiç Allah kuluna yetmez mi. İşte geldi, işte büyük soru, büyük müjde geldi; Allah kuluna yetmez mi? Ne dersiniz? Allah yetmezse kuluna ne yeter, Allah değilse kim yeter. Allah’ın var, neye muhtaçsın. Allah’ın yok neyin var. İnsana sormalı, Allah, o her şey elde var bir. Gerisi 0 olsa ne yazar.

Hacer öyle demişti ya; Hz. İbrahim Hacer’i ıssız bir çölün ortasında eski beytin yanında bir sahra ağacının dibine bırakmış, yanına bir kırba su, sadece bir çıkın da ekmek koymuş ve göz yaşları içinde daha yeni doğmuş olan bebeği İsmail’i ve annesi Hacer’i orada Allah’a emanet ederek geri dönüp giderken arkasından Hacer şöyle seslenmişti;

– Ya İbrahim bizi kime bırakıyorsun. İbrahim’in dudaklarından dökülen tek cümle oldu.

– Sizi Allah’a bırakıyorum. Ve Hacerin verdiği cevap, onun adını tarihe imanın büyük kadını olarak kazıdı.

– Allah mı? Hasbinallah ve ni’mel vekil. O bana yeter. O ne güzel vekildir. İşte bu;

Elleziyne kale lehümün Nasu innen Nase kad cemeu leküm fahşevhüm fezadehüm iymana* ve kalu hasbünAllâhu ve nı’mel vekiyl. (A.İmran/173) Hani kendilerine bütün insanlar sizin aleyhinize birleşti, sizi yer yüzünden silip kaldıracaklar denildiğinde, onlar hemen kalpleri Allah aşkıyla ürperip, imanları ziyadeleşip ve dönüp onlara; HasbünAllah, Allah bize yeter. Ve ni’mel vekiyl, O ne güzel vekildir. Diyenler. İşte mü’minin imanı bu kadar güç merkezidir.

ve yuhavvifuneke Billeziyne min dûniH onlar seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Yani baştaki cümle ile beraber alırsak, Allah kuluna yetmez mi ki onlar seni O’ndan başkalarıyla korkutmaya kalkıyorlar. Evet,

Elleziyne yübelliğune risalâtillahi ve yahşevneHU ve lâ yahşevne ehaden illAllâh.(Ahzab/39) Allah’ın risaletini tebliğ eden o kimseler, yalnız Allah’tan korkarlar, Allah’tan başka da hiç kimseden korkmazlar. Hem nefiy hem ispat ile gelen bir cümle bu. Yani yalnız Allah’tan korkarlar demesi yeterdi aslında. Allah’tan başka da kimseden korkmazlar demeye gerek yoktu. Ama nefiy ve ispatı birlikte getirmiş ki, Allah’tan korkmak yetmez Allah’tan başkasından da korkmayın. Neden? Bu Ahzab/9. ayeti.

etahşevnehüm* fAllâhu ehakku en tahşevhü in küntüm mu’miniyn. (Tevbe/13) yoksa onlardan korkuyor musunuz Allah dışında birilerinden. Unutmayın ki Allah kendisinden korkulmaya en fazla layık olandır.

İnsan yalnızca Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkmalıdır
çünkü korkuyu istismar etmeyen bir tek otorite vardır o da Allah. Allah dışında korktuğunuz her varlık sizin korkunuzu istismar eder kendi defterine, kendi hesabına gelir olarak kaydeder. Eğer korktuğunuzu anlarsa sizi yüreğinizin burnundan halka takıp sürür ve oynatır. Bir tane Allah’tır ki insanın korkusunu istismar etmeyip onu güçlendirir, onu takviye eder. Onun için insan iradesini sadece Allah kıskanmaz. Allah’tan başka herkes kıskanma potansiyeline sahiptir.

ve men yudlilillâhu fema lehu min Had ne ki Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola getiren bulunmaz. Yine bunu da deminki ayetler gibi doğru anlayacağız Kur’an ın bütününden yola çıkarak. Kim sapmayı dilerse Allah ona izin verir. Dolayısıyla bir kez de sapması artık sabitleştiğinde, koordinatları kaybettiğinde, yüreği mühürlendiğinde, artık dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinde onu doğru yola geri döndürecek kimse bulunmaz.

 

37-) Ve men yehdillâhu fema lehu min mudıll* eleysellahu Bi ‘Aziyzin Zintikam;

Allâh kime hidâyet ederse, kimse onu saptıramaz! Allâh (Bi-) Aziyz (kullarından bu isminin işaret ettiği özelliği açığa çıkaran), Züntikam (araya duygu katmaksızın yaptığının sonucunu kesinlikle yaşatan) değil midir? (A. Hulusi)  

37 – Her kime de Allah hidayet verir onu da şaşırtacak yoktur, bir intikamı var azîz değil mi Allah? (Elmalı)

 

Ve men yehdillâhu fema lehu min mudıll ama Allah kimi de doğru yola yöneltirse artık onu doğru yoldan kimse çıkaramaz. Yine bu da öyle; kim doğru yolu tercih eder bu tercihini hayat tarzı haline getirirse, Allah onun bu tercihini güçlendirir. Tercihini gerçekleştirmesi için güç verir ve bu güç sayesinde öyle iman kökleşir ve yerleşir ki, hiçbir rüzgar o kökü sökemez. Onu kimse yolundan çeviremez.

eleysellahu Bi ‘Aziyzin Zintikam değil mi ki Allah izzet sahibidir, kimsenin kötülüğünü yanına kar bırakmayandır. Yani Allah’ın intikam sahibi olması bu demektir. Yani öç alıcı diye çeviremeyiz, kimsenin yaptığı kötülüğü yanına kar bırakmaz.

 

38-) Ve lein seeltehüm men halekas Semavati vel Arda leyekulünnAllâh* kul eferaeytüm ma ted’une min dûnillâhi in eradeniyAllâhu Bi durrin hel hünne kâşifatü durrihi ev eradeniy Bi rahmetin hel hünne mümsikâtü rahmetiHİ, kul hasbiyAllâh* aleyhi yetevekkelül mütevekkilun;

Andolsun ki eğer onlara: “Semâları ve arzı kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allâh” diyeceklerdir… De ki: “(Bu cevabınıza göre) Allâh dûnunda isimlendirdiklerinizin (yerini) gördünüz mü? Eğer Allâh bende bir zarar, sıkıntı irade ederse, O’nun verdiği zararı, sıkıntıyı onlar açıp kaldıracaklar mı? Yahut (Allâh) bende bir rahmet irade ederse, O’nun rahmetini onlar engelleyebilirler mi?”… De ki: “Allâh bana yeter! Tevekkül edenler O’nu Vekiyl kılar!” (A. Hulusi)

38 – Celâlim hakkı için sorsan onlara: o Gökleri ve Yeri kim yarattı? Elbette şüphesiz Allah diyecekler, de ki: o halde gördünüz a o Allah dan başka çağırdıklarınızı, eğer Allah bana bir keder murad ederse onlar kederini açabilirler mi? Yahut bana bir rahmet murad ederse onlar onun rahmetini tutabilirler mi? De ki: Allah bana yeter, hep ona dayanır mütevekkil olanlar. (Elmalı)

 

Ve lein seeltehüm men halekas Semavati vel Arda leyekulünnAllâh ve eğer onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan; Kesinlikle Allah derler. Peki sorun ne o zaman? Yani onlar dediği kim bu ayetin? Putperestler, puta tapıcılar. Allah’tan başkasına Allah’a ait nitelikleri yakıştıranlar. Tanrısal sıfatları Allah’tan başkasına cömertçe verenler. Peki sorun ne o zaman? Putperestlerin problemi neydi, Allah’a inanıyorlar, yerleri ve gökleri Allah’ın yarattığını söylüyorlar. Allah’ın gökleri ve yeri yaratan olduğuna inanıyorlar ama sorun O’na ulaşmak için aracılar tasavvur etmeleri. Yani yakın bir Allah inancını reddediyorlar, dolayısıyla Allah’tan bağımsız hayat alanı tasavvur ediyorlar.

Neden? Bu bir uyanıklıktır hesapta tabii ki. Allah’tan bağımsız hayat alanı ilan ederseniz oraya hesap sorucu kimseyi karıştırmazsınız. Yani suç işleyecek, suç işleyen psikolojisidir bu. Suç işleyecekte kimse yargılamasın, yani yargılanmayacağım bir alan haline getireyim dünyayı, şu hayatın içinden beni yargılayacak Allah’ı çıkarabilirsem o zaman sorumsuzca istediğim haksızlığı yapar, istediğim rezilliği ve kepazeliği işlerim arka planına dayanıyor aslında Allah’tan bağımsız bir alan fikrinin tamamı böyle bir sorumsuzluk arka planına sahiptir.

Onun için 3. ayette de mana buydu.ma na’budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ (3) diyorlardı ya. Yani biz bunlara başka bir şey için tapmıyoruz, sadece bizi Allah’a  yaklaştırsınlar diye yapıyoruz diyorlardı. İşte yani tüm çağın, sadece vahyin indiği çağda ki putperestler değil, modern putperestlerin bakış açısı da aynı aslında. Fark etmiyor. Putlar değişmiştir ama putperestliğin mantığı değişmemiştir.

kul eferaeytüm ma ted’une min dûnillâh de ki Allah dışında yalvarıp yakardığınız varlıklara hiç baktınız mı. Yani gerçekten de Allah dışında insan, işte yalvarıp yakarıyor bazı varlıklara, şikayet ediyor mesela birilerini. Mesela bir şeyler istiyor, bir şeyler talep ediyor, fakat bu şikayet ettiğiniz varlıklara baktınız mı?

in eradeniyAllâhu Bi durrin hel hünne kâşifatü durrih eğer Allah benim için bir zarar murad etseydi onlar O’ndan gelecek zararı def edebilir miydi. Bir sorun kendi kendinize. ev eradeniy Bi rahmetin hel hünne mümsikâtü rahmetiH veya bana bir rahmet dilese onlar, O’nun rahmetine engel olabilirler mi? kul hasbiyAllâh de ki Allah bana yeter. aleyhi yetevekkelül mütevekkilun artık O’nun kuluna yeteceğine güvenen herkes ama herkes sadece O’na güvensin, sadece O’na tevekkül etsin, sadece O’na dayansın.

Bu akide kula kul olmamanın garanti belgesidir. İnsan ucuza gitmesin diye. Eğer insan Allah’a kul olmazsa kul olacak mutlaka birilerini arar bulur, bu bir tarafa onların hiç birisi tanrı olmadığı halde tanrılık iddia etmeye başlar. Yani kul olmak için Allah’tan başka kapılar arayan insan başkalarını da yoldan çıkarır. Tıpkı Hindistan’ın inekleri gibi. Zavallılar inek olduklarını unutup kendilerini tanrı sanmaya başlayınca, başlarına iş açarlar. Onun içinde her putperest tapındığını da yoldan çıkarır.

 

39-) Kul ya kavmı’melu alâ mekânetiküm inniy amil* fesevfe ta’lemun;

De ki: “Ey halkım! Anlayışınız kadarıyla elinizden geleni yapın; muhakkak ki ben de yapmaktayım… Yakında bileceksiniz…” (A. Hulusi)

39 – De ki: ey kavmim! haliniz üzere çalışın, her halde ben çalışıyorum, artık ileride bileceksiniz: (Elmalı)

 

Kul ya kavmı’melu alâ mekânetiküm inniy amil de ki; Ey kavmim siz kendinize yakışanı yapın. Şunu iyi biliniz ki ben de kendime yakışanı yapmaktayım. Ya da; alâ mekânetiküm konumunuza uygun olanı. Burada ki mekani değil makami bir konumdur, onu unutmamak gerekiyor. Yani siz kendinize yakışanı yapın diye çevirmem de bu yüzden. Kendine yakışan nasıl tespit edilir? Eğer Allah’a kulsanız kula kulluk yapmazsınız, çünkü o size yakışmaz. Eğer Allah’a kulsanız, Allah’a adanmışsınızdır ucuza gitmezsiniz. Onun içinde üç beş kuruşa dünyalıklara, makama, mevkie satılmazsınız. Çünkü o size yakışmaz. Ama Allah’a kul değilseniz fiyatınız vardır, verirler ve satın alırlar. Daha fazla veren daha fazla satın alır. Onun için borsanız oluşur, pazarınız oluşur, birileri alır, birileri satar. O nedenle yakışanı yapmak.

fesevfe ta’lemun unutmayın ki zamanı gelince onlar da bilecekler. Devam edelim;

 

40-) Men ye’tiyhi azâbün yuhziyhi ve yehıllu aleyhi azâbün mukıym;

“Kime geliyor aşağılayıcı azap (ölüm) ve kime gelmekte daimî azap (cehennem)?” (A. Hulusi)

40 – Kimmiş o kendine rüsva edecek bir azâb gelecek, ve üstüne yerli bir azâb inecek? (Elmalı)

 

fesevfe ta’lemune Men ye’tiyhi azâbün yuhziyhi ve yehıllu aleyhi azâbün mukıym unutmayın ki zamanı gelince onlar bilecekler muhatabını alçaltan dünyevi azabın kimi gelip bulacağını. Ve ahirette ki kalıcı cezanın kimin başına patlayacağını da yine onlar bilecekler.

 

41-) İnna enzelna aleykel Kitabe linNasi Bil Hakk* femenihteda felinefsih* ve men dalle feinnema yedıllu aleyha* ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl;

Muhakkak ki biz sana O BİLGİyi insanlar için Hak olarak inzâl ettik! Artık kim hakikate yönelirse kendi nefsi içindir! Kim de (hakikatten) saparsa sonucu sadece kendi aleyhine olarak sapar! Sen onların vekîli değilsin! (A. Hulusi)

41 – Biz insanlar için senin üzerine hakkıyla kitab indirdik, o halde kim yola gelirse kendi lehinedir, her kim de saparsa sırf kendi aleyhine olarak sapar ve sen değilsin üzerlerine vekîl. (Elmalı)

 

İnna enzelna aleykel Kitabe linNasi Bil Hakk hiç şüphe yok ki bu ilah kelamı insanlık için hayırlı bir amaca mebni olarak sana biz indirdik. Buradaki Bil Hakk; ikinci ayette ki Bil Hakk ile aynı anlama gelir. Yani amaçlılığa delalet eder, tekabül eder. Onun içinde ben, bir amaca mebni olarak diye çevirmeyi daha doğru buldum.

femenihteda felinefsih artık kim doğru yolu seçerse bu kendi lehinedir. ve men dalle feinnema yedıllu aleyha ama kimde saparsa sadece kendi aleyhine olur.

Öyle değil mi dostlar iman ve teslimiyetten kazançlı çıkan Allah’mıdır ki, insandır, Alla değil. Fatır/15 ne diyordu;

Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd. (Fatır/15) ey insanlık Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise kendi kendine yetendir, asla kimseye muhtaç değildir. Aksine tüm hamd ler O’na yönelik olmalıdır. Onun için muhtaç olduğunuz Allah’a hamd den geri durmayın ve ibadetten çıkarı olanın Allah değil, siz olduğunuzu unutmayın.

Aslında şirk nedir diye sorsanız, insanın kendi kendine yettiğini zannetmesidir derdim. Yine iman nedir diye sorsanız Allahsız yapamayacağını bilmektir derdim. Bu da zaten zımnen bu ayette bunu söylüyor.

ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl zira sen onların tercihinden asla sorumlu değilsin.

 

42-) Allâhu yeteveffel enfüse hıyne mevtiha velletiy lem temüt fiy menamiha* feyümsikülletiy kadâ aleyhelmevte ve yursilül uhra ila ecelin müsemma* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun;

Allâh, ölümü tatma zamanı geldiğinde insanları vefat ettirir (bedenin işlevsiz kalması)… Ölmemiş olanları da uykularında (bilinç dünyasına geçirtir)… Hakkında ölüm hükmettiğini (o boyutta) tutar; diğerlerini belli bir ömür için irsâl eder… Muhakkak ki bu olayda derin düşünen bir topluluk için elbette işaretler vardır. (A. Hulusi)

42 – Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hükmü verdiklerini alı kor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için âyetler var. (Elmalı)

 

Allâhu yeteveffel enfüse hıyne mevtiha velletiy lem temüt fiy menamiha Allah insanların canlarını öldükleri zaman alır. Henüz ölmemiş olanları da uykuda, ölümle hayat arasında tutar. Uyku modunda farklı bir moda tutar.

Bu ayet hem ilginç hem de Kur’an da ki ölüm ve ecel konusunda ki tüm ayetlerin ilkesi olan bir ayet. Ölümü anında insanların ruhlarını Allah kabzeder diyor. Ölümü gelince insanların ruhunu Allah alır. Yani gelen bir şey var, alınan bir şey var. Buna dikkat. Gelen bir şey Allâhu yeteveffel enfüs Allah teveffi eder. Çekip almaktır teveffiye. Bir şeyi çekip almak orada bırakmamak, onu geri döndürmek. Hatta verenin geri alması, aslına rücu etmesi manasına da gelir. Vefa da buradan gelir.

Ama mevt öyle değil. Gelir. Yani kendisi gelen bir şey var O gelince Allah’ın ondan aldığı bir şey var. Ölümün mahiyetini veren bir ayettir bu. Kendisi gelen şey nedir? Kendisi gelen şey eceldir, ölüm yani. Secde/11 de ölüm; Ölüm meleğine, En’am/61 de elçilere nispet edilir. O halde burada Allah’ın doğrudan almasından söz ediliyor.

Peki bu nasıl te’lif edilecek? Burada öne ikiye ayıracağız bu ayette olduğu gibi: Gelen şey, gelinince alınan şey. Gelen şey ölüm. O nasıl gelir? Allah’ın yasalarına uygun olarak gelir. O statik ölümün yasalarıdır. Bu yasalar Allah’ın insanı hayatta tutmak için koyduğu yasalardır. Bu bağlar kesilince o gelir.

Bakıllâni bu bağları üç bağ olarak zikreder. Solunum sistemi, sinir sistemi, kan dolaşımı sistemi. Bu üç sistem iflas ettiğinde bu bağlar kopar. İnsanı hayata bağlayan üç bağ olarak niteler Bakıllani. Yani Kur’an bağlamında İslam’ın ecel görüşünü verirken.

Dolayısıyla bu bağlar koptuktan sonra insan yaşamaz. Allah bunu ezelde yazmıştır. Bu yasadır. Yani kellesi koltukta insan yaşamaz. Yaşatacaksa Allah bir insanı kelle omuzlarının üzerinde olacaktır. Eğer bir insanın yaşamasına Allah dilemişse bu üç bağı koparmaz. Gökdelenden düşer ama bu üç bağı korur. Yani solunum sistemi, kan dolaşımı sistemi ve sinir sistemi bağını korur. Dolayısıyla bu bağlar kesilince işte gelen gelmiştir, bu yasaya göredir. Peki alınan nedir? Alınan iki şey olması lazım.

1 – Elçinin, ölüm meleğinin aldığı, ki secde/11 de, en’am/61 de.

2 – Bir de Allah’ın doğrudan aldığı.

Elçinin, ölüm meleğinin aldığı candır. Allah’ın aldığı ruhtur. ..ve nefahtü fiyhi min RuhİY.. (Hicr/29) O üflemişti, O koymuştu O vermişti. O’nun müdahil olduğu bir alandır. Mahiyetini bilmediğimiz ve bize ayan olmayan gayba ilişkin bir cevher olan ruhu O alır. Bu ayette de zaten Allâhu yeteveffel enfüs derken sanırım böyle anlamalıyız. Çünkü O ölmez, ruh ölümsüzdür bu manada. Ölümlü olan bedendir, belki candır. Ve can aslında diğer canlılarla paylaştığımız şeydir. İşte bu manada burada ki biyolojik hayatı temsil eden canla, insanın aşkın lahuti boyutunu temsil eden ruhu aynı sanmamak gerekiyor. Secde ve En’am ile bu ayet şöyle te’lif edilebilir; Ölümü geldiği zaman, yani Allah’ın yasalarına uygun olarak insanı hayata bağlayan bağların kopması. Canlılığın sonu bu. Allah’ın ise işte bu an gelince emaneti olan ruhu almasıdır. Teveffiy.

Ayeti böyle izah ettikten sonra devam edelim; Ki aslında uykuda tutar var birde fiy menafiyha, yani bir de uykuda tutması. Bu canı bedende, ruhu serbest tutar anlamına gelebilir. Yani Hz. Ali şöyle bir açıklama yapıyor; Bazı rüyaların uykuda ruhun serbest tutulması sonucu ruhun seyahatine dayanır. Yani bazı rüyalar uykuda ruh serbest tutulduğu için, yani bir tür uyanıncaya kadar serbestsin, bedene bağlı olarak kalma durumunda değilsin denildiği için ruhun gezintisini temsil eder. der Hz. Ali. İşte bu çerçevede eğer bir anlayışı benimseyecek olursak uykuda Allah’ın ruhu serbest tutması manasına da gelebilir.

feyümsikülletiy kadâ aleyhelmevte ve yursilül uhra ila ecelin müsemma derken ölümüne hükmettiklerini alır geri kalanları sonu yasa ile belirlenmiş bir süre doluncaya kadar bırakır. Yani yukarıda açıklamıştık aynen o açıklamalarımız muvacehesinde geldi ibare. inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun kuşkusuz bunda düşünen bir toplumun alacağı bir ders mutlaka vardır.

 

43-) Emittehazû min dûnillâhi şüfe’a’* kul evelev kânu lâ yemlikune şey’en ve lâ ya’kılun;

Yoksa Allâh dûnunda şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Ya o edindikleriniz hiçbir şeye sahip olmayan ve akılsız iseler de mi?” (A. Hulusi)

43 – Yoksa Allahın berisinden şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey’e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi? (Elmalı)

 

Emittehazû min dûnillâhi şüfe’a’ yoksa onlar Allah’ı bırakıp ta hayali şefaatçiler mi buldular kul evelev kânu lâ yemlikune şey’en ve lâ ya’kılun de ki ne yani hiçbir şeye güçleri yetmezse akılları fikirleri ermese de mi hala onları Allah’a şefaatçi tutacaksınız.

 

44-) Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’a* leHU Mülküs Semavati vel Ard* sümme ileyhi turce’un;

De ki: “Şefaat tümüyle Allâh’ındır! (Çünkü) semâların ve arzın mülkü O’nundur! Sonra O’na rücu ettirileceksiniz.” (A. Hulusi)

44 – De ki Allah’ındır o şefaat bütün, onundur mülkü Göklerin ve Yerin, sonra hep döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

 

Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’a  de ki şefaate izin verme yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir. Şefaatin tümü Allah’a aittir diyen bu ayetler, Allah’ın izin verdiklerini istisna tutan 22. ayet arasındaki te’lifi nasıl yapacağız. Şefaat doğru anlaşılırsa aslında hiçbir problemin olmadığı görülür. Yeter ki anlama problemini halledelim.

Şefaat; Ödül, tevdidir demiştik. Daha önce defaatle. Yani şefaat yetkisi verme izni sadece Allah’a aittir. Şefaatin kendisi de bir ödüldür. Şefaat kişiye istediğine af yetkisi vermek değil, Allah’ın kuluna verdiği ödülü birine verdirmesi, tevdi ettirmesi. Şu ödülü sen sun diyerek onu da onurlandırması ve ödüllendirmesidir. Şimdi bir kurumun verdiği ödülü, ödül tören günü anında orada bulunan konuklardan hatırlı misafirlerden birine; Bu ödülü ödül sahibine siz tevdi eder misiniz deyip ona verdirmek nasıl bir şeydir. O zata da onur vermektir, onu da onurlandırmaktır.

Peki ödülü alan kimse teşekkür edecekse asıl teşekkürü kime etmelidir? Ödülü kendisine tevdi edene değil, o zaman ekmeği verene değil ekmeğin kendisine teşekkür etmiş olur. Ödülü asıl verene teşekkür etmelidir. Çünkü ödül tevdi eden ödülü veren değil, o sadece aracı olandır. Orada sadece onurlandırılandır. O da senin gibi ödül vermekle onurlandırılmıştır. O nedenle şefaati doğru anladığımızda, özellikle şu ayet ışığında anladığımızda problem kalmamaktadır.

Ve lâ tenfa’uş şefa’atü ‘ındeHU illâ limen ezine lehu. (Sebe’/23) hiç kimseye hiçbir şefaat fayda vermez ancak O’nun izin verdiği kimse şefaat edebilir diyor sebe/23 ayeti.

leHU Mülküs Semavati vel Ard gökler ve yerin mutlak otoritesi de ona aittir. sümme ileyhi turce’un sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.

[Ek bilgi-1; ŞEFAAT VE ŞİRK

..Allah`a imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL OLMAKTAN GEÇER!

“Allah izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”,

Âyetini, “TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse” diye anlarsak cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim! Yanarız da yanarız!

“Tanrı izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin vermedikçe şefâat edemez kimse”, cümlesi arasındaki fark nedir?

Evimizdeki nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız! Çünkü evimizde! Biz, “şefâati reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize? Basiretimizi örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate ulaşabiliriz? “Tanrı”ya inanırken… “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı gönderilmiş” bir kitaptaki emirnâmesine iman ederken! Türlü kerâmetleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının Evliyâsı”na inanırken. Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır?

Allah (özümüzden), izin vermezken; içindeki, şefâati reddederken; kim şefâat edebilir ki! Basiretimizi örten perde nasıl kalkar da, şefâate ulaşırız biz! Ve böylece de, nasıl şirki hafîden arınıp; her şey’in hakikati ve varlığımızın kaynağı olan “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân ”ı “OKU”ruz? (şirkten) “arınmamışlar el sürmesin” dendiği halde Bize kalırsa. Önce, Allah`tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nâil olmak gerek. sonra şefâati değerlendirip, diğer âfâkî perdelerden arınmak. Sonra da, nefsine bilincine-şuuruna-gerçek “ben”ine zulmetmeyi terk etmek!

Sen, nefsine sürekli zulmetmektesin; nefsinin, hakikatini yaşamasına engel olduğun sürece. Üstelik bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o “en yakınım” dediklerine de zulmün en büyüğünü yapıyorsun!

Ama ben istiyorum da olmuyor! Niye olmuyor?

Muslukçuda pasta satılmaz! Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!

Şeytan, zâhirine bakıp Âdem’in, “İblis” oldu! Âdem’in, ilmine ve hakikatine bakıp onu değerlendirebilseydi, bu sahnelenen oyun oynanmayacaktı zaten!

Biz, yalnızca ilim için yaratıldık! İlmi de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe “nefsim yanmasın, yanarak arınmasın” diyerek yaklaşamasın da; böylece, yanma korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye.

Ateşte benliğini yakma korkusunu atıp, içine dalabilenler; Deccal’ın sağ yanındaki ateş Cehenneminden geçip, ilim ve irfân Cenneti`ne girebilirler! Korkuyu atamayanlar ise, ateşten geçemezler ve ilme irfâna ulaşamazlar.

Korkuyu atmak gerek! Yunus Emre’nin dediği “Ödünü sıdır”ın açıklamasını yanındaki arkadaş yapmıştı bana. Allah’tan yapmış. Sayesinde hep gözü kara daldım her yeni ilmin içine!.

Geldik elli küsûrlara altmış küsûrlara. Ne yaşayacağımız, özellikle de aklımız başımızda, ağrısız sızısız sağlıklı olarak ne kadar yaşayacağımız meçhul!

“Şirki hafi”den kurtulduk mu?… Vicdanımız cevap versin!…

“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, bir “Tanrı” olmayıp; ne olduğunu fark edip; hiç olmazsa iman edebildik mi?… O`nu her an ve her yerde görüp, dinleyebiliyor muyuz?… Her dem O`nunla konuştuğumuzun farkında ve bilincinde miyiz?.

Şefâatin ulaşması için, önce uzatılanı geri çevirmemek gerek! Şefâat, Cehennem`den kurtulmak içindir; ki bu, Cehennem`in dünya bölümünde de olur, Âhiret bölümünde de!

Şefâat, Allah`a da ermek içindir! Ki bu da ancak dünyada iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve onu değerlendirmekle mümkündür!

Şefâat, kişinin yanlışlarda ısrarına yol açan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi yetersizliğini ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir! Nebi ve Resûllerin de, Evliyanın da şefâati hep bu yoldadır.

Kişi o bilgilerle kendinde arınmayı oluşturur ve yanmaktan kurtulur! Gereğini de yaşayarak (hem enfüsünde hem âfâkında) bilinç boyutunda “Allah”a erer!

Öyle ise. Önce, “ötendeki TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o şefâate açık hâle geleceksin! Şefâati, def etmeyeceksin. Sonra o, ŞEFÂAT olan bilgiyi değerlendirecek, ilim doğrultusunda yaşayarak arınacaksın. Sonra da “şirki hafî” sona erip “ALLAH”a ereceksin.

Kısaca dünkü sorunun cevabı böyle idi. Bu konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat” kapısının açılması demektir, umarım!

Hakkınızı helâl edin bir kusur ettiysek bilmeyerek!..

Vicdanınızla baş başasınız. O günde hesap görücü olarak NEFSİNİZ (ilminiz-şuurunuz) yeter! (İsra/14)

(A.           Hulusi Sistemin seslemişi-1)]

[Ek bilgi-2; ŞEFAAT KONUSU

Şefaat; kişinin perdeli olduğu hakikatten, o perdesini kaldırarak, o işin hakikatini idrak etmesini sağlamaktır! “Şefaat etti”nin mânâsı; kişiye yemek, para, zevk aldığı şeyler elde etmesine yardımcı olmak değildir!

Dünya’da Resulallah’ın şefaatine nail olmak” demek, kişinin perdesinin kalkarak geleceğe dönük veya hakikatine dönük perdesini kaldırmak demektir.

Cehennemdeki Resulallah’ın ve mertebe sırasıyla diğer evliyaullâhın şefaati” demek; o ortamda bulunan imanlı kişilere ortamın gerçekleri ve kişinin ortamdan kurtulması amacıyla gerekli olan bilgilerin öğretilmesi demektir. Yoksa bu zâtlar, lokomotif; insanlar da vagon olup çekilip götürülmeyecekler. İmanlı kişilerin cehennemde kalışlarının TEK sebebi, Dünya’da gerekli ilmi edinmemiş olmaları dolayısıyla karşılaştıkları o şartlarda neler yapacaklarını bilememeleridir. İşte cehennemde, imanlı kişilere bu bilginin aktarılması ve onların bu ilmi aldıktan sonra gerekenleri yaparak cennete geçmeleri olayına ŞEFAATE NAİL OLDULAR deyimiyle işaret edilir!

ŞEFAAT, perdesi kalkmış bir kişinin, diğerinin bilincindeki basîret perdesini açmasıdır; genel anlamıyla!

Dünya’da şefaat, kişiye hem dikey planda getiri sağlar, hem de yatay planda.

Âhirette şefaat ise, yalnızca yatay planda getiri sağlar.

Kişi Dünya’da şefaati değerlendirirse, mânen yüksek mertebelere ulaşabilir. Kişi Dünya’da dikey planda gelen şefaati değerlendiremez ise; âhirette, Dünya’da değerlendirdiği kadarının, yatay planda olanını değerlendirmek kısıtlamasıyla karşı karşıyadır; ki bunu da hiç kimse değiştiremez!

Şefaat; insanların, kendilerini arındırmaları için yapacakları çalışmalar konusunda birisinden yardım almaktır!

Şefaat; müminlerin cehennemden çıkıp cennete girebilmeleri için arınma yollarını öğrenmeleridir. Birisi kolundan tutup da cehennemden çıkarmaz kimseyi!

Şefaat, hangi yanlış anlaması veya değerlendirmesi nedeniyle cehennemde yanmakta olduğunu ona idrak ettirip; onun bu eksiğinden arınmasını sağlar, böylece de ona şefaat etmiş olur!

Cennette şefaat yoktur! Ölüm anından cennete girene kadar gelen bütün şefaatler; kişinin içinde bulunduğu süreç içinde kendisine azap veren değerlendirme yanlışından kurtulması amacına dönüktür.

Şefaat edilen kişinin, şefaat edene inanmış olması şartıyla mümkündür! (A. Hulusi – Okyanus ötesinden/1)]

[Ek bilgi-3; ŞEFAAT NEDİR? (şiir)]

 

45-) Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu’minune Bil ahireti, ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun;

Allâh, TEK’liği itibarıyla hatırlatıldığında, sonsuz yaşamlarına iman etmeyen kimselerin şuurları bundan hoşlanmaz! O’nun dûnundakiler anıldığındaysa, hemen onlar müjdelenmişçesine yüzleri güler! (A. Hulusi)

45 – Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakit Ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakit derhal yüzleri güler. (Elmalı)

 

Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu’minune Bil ahireh ve ne zaman Allah tek başına anılsa, ahirete inanmayanların kalpleri nefretle dolup taşar. ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun ne zaman da O’nun dışında başka varlıklar anılsa bu kez aynı kimseler sevinçten uçarlar. Ayete bakın ayete. Yani Allah tek başına anılınca nefretle dolup taşar kalpleri, ama putları, o Allah’a ait sıfatları yakıştırdıkları cici putları da anılınca sevinçten uçarlar.

 

 46-) Kulillâhümme FatırasSemavati vel Ardı Alimel ğaybi veşşehadeti ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun;

De ki: “Ey Allâh’ım, semâların ve arzın Fâtır’ı; gaybı ve şehâdeti bilen; tartıştıkları konuda kulların arasında sen hüküm verirsin!” (A. Hulusi)

46 – De ki: ey Gökleri ve Yeri yaradan ve gayb-ü şahadeti bilen Allah’ım! Kullarının arasında o ihtilâf edip durdukları şeyler hakkında sen hüküm vereceksin. (Elmalı)

 

Kulillâhümme de ki ey Allah’ım FatırasSemavati vel Ard ey göklerin ve yerin yaratıcısı Alimel ğaybi veşşehadeh ey idraki aşan hakikatleri de idrak edilenleri de bilen Allah’ım ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun kullarının tartıştıkları konularda aralarında son sözü söyleyecek olan yalnızca sensin.

 

47-) Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy’an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameti, ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun;

Eğer ki yeryüzündekilerin tümü ve onunla beraber onun misli daha, o zulmedenlerin olsa, elbette onu, kıyamet sürecindeki azabın kötüsünden (kurtulmak için) fidye verirlerdi! (Çünkü) Allâh’tan hiç ummadıkları şey onların karşısına çıktı! (A. Hulusi)

47 – Ve eğer bütün Arzdakiler, bir misli de beraber o zulmedenlerin olsa Kıyamet günü azâbın fenalığından kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi zuhur edip de kendilerine Allah’tan hiç hesap etmedikleri, nesneler. (Elmalı)

 

Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy’an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameh ve eğer yer yüzünün tüm serveti, hatta onun bir kat fazlası, zulümde ısrar eden o kimselerin olsaydı, kıyamet günü çarptırılacakları azabı, berbat cezadan kurtulmak için onun tamamını fidye olarak vermeye razı olurlardı. Hatta vermeyi teklif ederlerdi.

ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun zira o gün daha önceden hiç hesaba katmadıkları şeyler Allah tarafından ortaya çıkarılacak. Ahiret için dışa döndüğü yer, herkesin maskesiz gerçek yüzüyle arzı endam ettiği yer. Ahiret insanın yüreğinin insanın vitrini olduğu yer.

 

48-) Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

(Yaptıkları sonucu) kazandıkları şeylerin kötülükleri onlara zâhir oldu; alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşattı! (A. Hulusi)

48 – Öyle ki yaptıkları amellerin fenalıkları karşılarına çıkmış ve istihza edip durdukları şeyler kendilerini sarmıştır. (Elmalı)

 

Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve önceden yaptıkları her kötülük önlerine konacaktır. ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun sonuçta alay ede geldikleri gerçek kendilerini bir gün gelecek çepeçevre kuşatacak ve asla o kuşatmayı yaramayacaklar.

Hayatın geçici yüzünü kalıcı sanıp, kalıcı yüzünü tiye alan bir zavallı aklın uğrayacağı dehşetengiz hayal kırıklığıdır dostlar. Rabbim böyle zavallılardan kılmasın imanımızı samimi ve kabul edilmiş bir iman kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Nisan 2013 in KUR'AN

 

Etiketler: , , ,

Yorum bırakın